1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Topluma Yönelik En Büyük Tehdit: Ahlaki Dejenerasyon

Topluma Yönelik En Büyük Tehdit: Ahlaki Dejenerasyon

Temmuz 2022A+A-

Türkiye toplumu sistematik ve kapsamlı bir tehditle karşı karşıya. Nevzuhur bir gelişme olmamakla beraber toplumsal yozlaşma olgusunun her geçen gün daha yaygın bir mahiyet kazandığı, giderek sosyal yapıyı daha derinden etkilediği görülmekte. Toplumun ruh sağlığını, kimlik bütünlüğünü sarsan, gelecek nesilleri hızlı biçimde çürütme potansiyeli taşıyan bu sinsi ve kuşatıcı tehdidin yeterince dikkate alındığını söylemek ise mümkün değil. Ne yazık ki bu büyük musibet çoğu kez sorunlar listesinde dahi kendine yer bulamıyor.

Halkın gündeminde bu sıralar çokça yer tutan ekonomik krizin ya da bu ülkenin kronik baş ağrısını teşkil eden siyasi altüst oluşun, hukuki, idari, çevre ya da eğitim sorunlarının yol açtığı sıkıntılar, gerilimler elbette görmezden gelinebilecek şeyler değil.  Ne var ki toplumun karşı karşıya olduğu derin ahlaki krizin ürettiği yozlaşma olgusu tüm bu sayılanların çok daha fevkinde, çok ağır ve sarsıcı bir tehdit kaynağı teşkil ediyor.

Laik Hayat Tarzının Beslediği Müstağnilik

Bilhassa metropollerde yaşayan ve nispeten varlıklı ve eğitimli sayılan kesimler arasında yaygın biçimde ortaya çıkan bireyci, hazcı anlayışın beslediği laik hayat tarzı tam manasıyla bir çürümüşlük göstergesi olarak kendisini hissettiriyor. Bilinçli, programlı biçimde neredeyse hiçbir ahlaki sınırın tanınmadığı, hayâ ve edep duygularının aşağılandığı bir ortam inşa ediliyor ve bu ortam kaçınılmaz biçimde toplumsal atmosferin bütününe zehrini saçıyor.

Hududullah ile kendisini sınırlamadığı gibi, örf, ahlak, edep vb. sınırlara da alabildiğine seçici davranan, umursamazlık, müstağnilik içinde adeta hevasını ilah edinmiş yoz bir zihin yapısı var karşımızda. Bu anlayış sahiplerine göre özgürlük, istediğini yiyip içmek, istediğini giymek, hiçbir sınır gözetmeden söz söylemek, canı nasıl istiyorsa öyle davranmak, kısacası istediği gibi yaşamak demek. Hiçbir ilahi emri, ahlaki ölçüyü, sosyal hayatın gerektirdiği sınırı dikkate almadan, bütünüyle haz odaklı bir hayat arayışının peşinde adeta her şeyi tüketiyorlar.

Yaz mevsiminin gelmesiyle sokaklara taşan çıplaklık manzaralarının hayâ ve edep sahiplerini derinden utandırması, huzursuz etmesi umurlarında bile değil. Ahlak ve namus kavramlarını literatürlerinden çoktandır çıkartmış ve teşhirciliği en rezil boyutlara vardırmış haldeler. Ama buna rağmen arada bir birilerinin bakışlarını ya da telefon ekranlarını hedef alan ‘taciz’ feryatlarıyla ortalığa sahte bir ‘özsaygı’ kokusu salmayı da ihmal etmiyorlar.

Hatırlanacaktır, bu tiplerin birçoğu korona hadisesinde virüsten korunma adına başkalarının taktıkları maskelerin ağız ve burunlarını ne ölçüde kapatıp kapatmadığını teftiş etmeye kendilerinde hak görmekteydiler. Aynı tiplerin bugün ise alabildiğine edepsizce bir tavırla ortalığı haramlarla, günahlarla ifsad etmeyi kendileri için hak görmeleri ve üstelik de bu durumdan rahatsızlık duyanları ‘özel hayatlarına müdahaleye kalkışmak’ ile itham etmeleri ilginç değil mi?

Laik Ahlak Anlayışının Çürütücülüğü

Bireysel yaşantılarında sergiledikleri tutumun genel manada ahlaki ölçülerle bağdaştırılamazlığı çok net olmakla beraber laik hayat tarzı savunucularının kendine özgü bir ahlak anlayışına sahip oldukları söylenebilir. Ben ve haz merkezli bu anlayışı laik ahlak olarak tanımlamak mümkün. Laik ahlak anlayışının en belirgin özelliği ise ilahi bir referans sistemine dayanmaması, hatta onun tam karşı kutbunda yer almasıdır.

Bu zihin yapısı çok enteresan temayüller geliştiriyor. Bu çevrelerde abartılı bir hayvan severlik manzarası ile çok yaygın biçimde karşılaşıyoruz. Neredeyse fetişizme vardırılan bu hayvan severlik halinin öte yandan kendisine benzemeyen insanlara karşı ise alabildiğine bir nefret duygusuyla iç içeliği dikkatlerden kaçmıyor. Kediler, köpekler için her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bu tipler nezdinde mülteciler, muhacirler bir şekilde kendilerinden kurtulmak gereken zararlı varlıklar şeklinde algılanıyor.

Hayat tarzı farklılaşmasının burada da asıl belirleyici faktör olduğu görülüyor. Alanya’daki Almanlar, Fethiye’deki İngilizler, Antalya’daki Ruslar çok sevimli ama vahşi bir rejimin katliamlarından kaçarak bu ülkeye sığınmış Suriyeliler çok korkutucu! Çünkü onlar simalarıyla, kıyafetleriyle, dilleriyle laik hayat tarzının tam da görünmez kılmak istediği kimliği temsil ediyorlar. 

Laik ahlak sisteminin pek çok yansıması olmakla beraber son dönemlerde iki hususun fazlasıyla öne çıktığı görülüyor. İlki, iletişim araçlarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasına bağlı olarak hiçbir otokontrol, sansür, filtre ihtiyacı hissetmeksizin medya araçlarının kullanımı eğiliminin öne çıkması şeklinde belirginleşiyor. Diğeri ise cinsî sapkınlığın normal, hatta saygın bir tercih şeklinde dayatılması olarak karşımıza çıkıyor.

Laik Totem Düzeni ve Özgürlüğün Sınırı

Laik ahlak anlayışı medya araçlarının kullanımında hiçbir sınırlama olmaması gerektiği kanaatinde. Toplumsal değerlerin, inançlara bağlılık ve hürmetin, muhatapların hassasiyetlerinin hiçbir belirleyiciliği yok. İster siyasi-ideolojik saiklerle isterse de tümüyle bireysel tatmin amacıyla tahkir, aşağılama, hakaret gibi fiillerin herhangi bir yaptırıma tâbi olmaması gerektiği güya düşünce özgürlüğü adına savunulabiliyor.

Nitekim bu alanda yapılmak istenen her düzenleme anında sansürcülük, fikir özgürlüğünün kısıtlanması, muhalefeti susturma çabası vb. ithamlarla püskürtülmeye çalışılıyor. Ama öte yandan kendi ürettikleri putlara, ilahlarına yönelik bir aykırılık, bir karşı çıkış gördüklerinde ya da hayat tarzlarına yönelik bir kısıtlama söz konusu olduğunda ise alabildiğine haşin tavırlar sergilemekte bir beis görmüyor, sert yaptırımlar uygulanmasını talep etmekten çekinmiyorlar. Çünkü onlar çağdaşlığı, gelişmeyi, aydınlık Türkiye’yi temsil ediyorlar!

Kendi anlayışları doğrultusunda toplumsal yapıyı dönüştürme çabası içindeki laik hayat tarzı savunucularının dönem dönem öne çıkarttıkları ve kritik eşik muamelesi yaptıkları gündemler vardı. Örneğin imam hatip karşıtlığı, başörtüsü düşmanlığı, Kemalist şablonlara uygun eğitim düzeni, alkol serbestisi vs. Bunlar çeşitli dönemlerde kendilerini var etmek, varlıklarını hissettirmek ya da zenci muamelesi yaptıkları kesimleri sindirmek için öne çıkarttıkları talepler olmuştur. Bu gündemler üzerinden kendilerini tanımladıklarını ve karşıtlarını da konumlandırdıklarını biliyoruz. 

Laik Ahlak Felsefesinin Kaçınılmaz Sonucu: Sapkınlığın İçselleştirilmesi

İşte son yıllarda cinsî sapkınlığın normalleştirilmesinin de laik ahlak felsefesini benimseyen kesimler için adeta temel bir düstur olarak öne çıkartıldığına; siyasiler, aydınlar, akademisyenler ve tüm toplumun sapkınlığı normalleştirme temelinde bir tür insan hakları testine tâbi tutulduğuna şahit oluyoruz. Sapkınlığı benimseyen, hoş gören, destekleyenler uygar, çağdaş, insancıl kabul edilirken, sapkınlığa karşı çıkanlara çeşitli olumsuz sıfatlar yakıştırılıyor. Temel dayanak noktalarından biri bireysel tercih ve özel hayat vurgusu. Her türlü rezillik, ifsad, yozluk bu kavramların ardına saklanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. 

Küresel ifsad şebekesinin tüm gücü ve ağırlığıyla bu çirkinliği, fahşayı yaygınlaştırma, kabul ettirme kampanyası yürüttüğü gerçeği asla inkâr edilemeyecek, görmezden gelinemeyecek bir olgu olarak karşımızda duruyor. Amerikan Elçiliğinin duvarına asılan bayraktan film sektörü aracılığıyla sapıklığı normalleştirme kampanyasına, küresel çapta faaliyet gösteren Batılı şirketlerin sapkın örgütlerle dayanışma mesajlarına kadar aklımıza gelebilecek, gözümüzün görebileceği her alanda müthiş bir propaganda savaşına muhatabız.

Öyle ki yer yer bu yoğun propaganda kampanyasından etkilenen yığınlar sanki kendi akıllarıyla değerlendirmiş ve özgür iradeleriyle karar vermiş gibi cinsî sapkınlık tehdidini hafif görme, hatta normalleştirme eğilimine kapılabiliyorlar. Örneğin dindar-muhafazakâr bir çevrede yetişmiş, aile bağları güçlü bir üniversite veya lise öğrencisinin hiç farkında olmadan okul ortamında süregelen propagandaların, sosyal medya üzerinden boca edilen yönlendirmelerin etkisi altında kalarak sapkınlığı ‘saygı duyulması, en azından karşı çıkılmaması gereken kişisel bir tercih’ olarak görmeye başlaması asla kendiliğinden gelişen bir süreç olmuyor. Bilakis bu tür ortamların tamamını tahakkümü altında tutan küresel ifsad şebekesinin açık, doğrudan bir yönlendirmesi söz konusu.

Ne var ki bilhassa gençler çoğu kez maruz kaldıkları bu şartlandırmayı fark edemiyor ve edindikleri kanaatlerin kendi özgün değerlendirmeleri neticesinde ulaştıkları sonuçlar olduğunu zannediyorlar. Aynen modacıların belirleyip pazarladıkları kıyafetleri kendilerinin seçip beğendiğini sanan ve tercihlerinde özgür olduklarını zanneden saf müşteriler gibiler. Ne tür bir dayatmaya muhatap bulunduklarının farkında olmadıklarından yönlendirilmiş beğenileri kendi tercihleri sanıyorlar. Hatta aynı şeytani propagandanın etkisiyle zihinlerinin küresel yönlendirmeyle alabildiğine şekillendirildiği gerçeğini unutup İslami ve ahlaki ilkeler ve maruf örf zemininde benimsenmiş kabullerinse dayatma olduğu zehabına kapılıyorlar. Bu zihinsel karmaşa ise kaçınılmaz biçimde zaaflı, edilgen tutumlara ve kendini inkâra yol açıyor.

Münkere Karşı Tavır Almadan Felah Bulunmaz!

Tam bu noktada İslami hassasiyet sahibi çevrelerin, yapıların, şahısların daha net ve atak bir tutum geliştirmelerinin önemini, lüzumunu anlamak, görmek gerekiyor. Gerektiği anda, gereken biçimde müdahale edilmeyen, doldurulamayan her alan ifsadın yayılması için terk edilen zemine dönüşmektedir. Hakkın haykırılmasında sergilenen her türlü eksiklik batılın sirayetine alan açmakta; kimliğimize ve düşüncelerimize sahip çıkma, güvenme hususunda gösterdiğimiz her türlü zaaf bizi zayıflatırken, zulmü ve şirki takviye edip azgınlaşmasına vesile olmaktadır.

Alışkanlıklar, beklentiler, güç dengesi, yeterlilik, sınırlılık ve daha pek çok unsur uzun uzadıya tartışmalara konu olabilecek hususlardır. Elbette her durumda vakıaya uygun tutumlar geliştirmekle mükellefiz. Buna uygun yaklaşımlar geliştirmek, adımlarımızı bu hassasiyete paralel biçimde atmak durumundayız. Mamafih acil bir tutum alış ve öncelikle yüklenmemiz gereken bir sorumluluk olarak toplumsal yapıyı eriten, çürüten gidişat karşısında teyakkuzda olmaya ve emrolunduğumuz doğrultuda müstakim davranmaya mecburuz.

Müthiş bir ifsad dalgasının havamızı, suyumuzu kirlettiği, zihnimizi bulandırdığı, nesillerimizi tehdit ettiği bir ortamda içe kapanmak sel suları karşısında kapımızı kapatmaya benzer. Kapısını sıkıca kilitleyen kişi belki hırsızdan, hırsızlıktan korunur ama yükselen sudan, atmosfere yayılan dumandan, komşu binayı saran ateşten korunamaz. Bu tür durumlarda yapmanız gereken başka şeyler vardır. Ve hiç kuşkusuz maruftan yana tavır almayan, münkere karşı çıkmayan bir hayat İslam’ın belirlediği bir hayat olamaz. Marufun yaygınlaşması ve münkerin ise önünün kesilmesi, engellenmesi için gayret etmeyen, fedakârlıkta bulunmayan, mücadele etmeyen kişi de mümin olamaz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR