1. YAZARLAR

  2. İslam Özkan

  3. TC'nin Bağımlı Siyaseti Krizlerini Büyütüyor

TC'nin Bağımlı Siyaseti Krizlerini Büyütüyor

Temmuz 1996A+A-

Ülkesinin diğer ülkelerle olan ilişkilerini, çatışmalarını, anlaşmazlıklarını futbol takımı tutar gibi değerlendiren insanlarla dolu bir coğrafyada yaşıyoruz. Sorun aslında sıradan insanların sığlıkları, olayların gerçek boyutlarını görememeleri değil. Problem, bu insanların Türkiye'de kamuoyunu yönlendiren, toplum ve devlet üzerinde belirleyici bir güce sahip yazar-çizer takımından kaynaklanıyor. Bir de bu insanlar dini kimlikleriyle bu işi yapıyorlarsa, problem işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. "Üstünlük ancak takvadadır" ilahi mesajını içeren bir dine mensup olma iddiasındaki insanlar, takdiri ilahi sonucu dünyaya geldikleri coğrafyayı, kendilerine inanç ve dünya görüşünü belirleyici itikadi bir kimlik olarak ediniyorlar. Bu anlayışın bir uzantısı olarak o coğrafya üzerinde yaşayan toplum ve o coğrafyaya hükmeden devletin ise, kendiliğinden bir kutsallık hâlesine bütündürülerek salt o coğrafyaya ait olma özelliği, toplum ve devletin yapıp etmelerini meşrulaştırmak için yeterli görülüyor. Yaşanılan toprak, Allah rızasına ulaşmak, vahyin bize öğrettiği inançları insanlara iletmek ve insanların ıslahı için bir araç olarak görülmesi yerine, amaç olarak algılandığında artık faşizmin o korkulu heyulasının toplumda bir salgın hastalık gibi kol gezdiğini görmek kaçınılmaz bir son oluyor. Türkiye'de çocuklar Yunanistan ve Suriye düşmanı olarak doğuyor, dünyaya gözünü açar açmaz ona Türkiye'nin dört bir tarafı düşmanlarla çevrili olduğu aşılanıyor. Milliyetçiliğin sığ ve dar görüşlülüğü aşılamadığı, dahası kan, kin ve gözyaşı üreten bir ideoloji olduğu görülemediği için insanlar, kiminle niçin savaştığını bilemeden birbirlerini kırıyor, ülke uçuruma doğru sürükleniyor. Bilinç, dini yaşamda da, siyasette de, toplumda da boy gösteremediği için, insan öldürmek kahramanlık, amaçsızca ölmek erdem, masum insanların köylerinin yakılması ise sıradan bir olay olarak algılanıyor.

Aslında tüm olup bitenlerden devleti sorumlu görmek, sorunun çok daha derinlerde yatan kökünün gözardı edilmesini sağlayacak popülist bir tutumdur. Şunu bilmeliyiz ki, devletin iç ve dış politikası bir boşluk üzerine oturmuyor, sadece yönetim mekanizmasındaki İnsanların duygu ve taleplerini yansıtmıyor. Devlet, iç siyasetindeki baskı ve zulmü, dış siyasette de emperyalizm ve Siyonizm yanlısı çizgiyi, toplumu oluşturan bireylerden güç alarak gerçekleştiriyor. Bir askerin cenaze namazında "PKK'yı siz bitiremiyorsanız, bize silah verin, biz bitirelim" diyen kitleler, devleti acımasız bir savaşa girmeye cesaretlendiriyor ve devletin yaptığı hukuk ihlallerini meşrulaştırıyor. Ya da dış siyasette Türkiye'nin güttüğü politikalara, örneğin Türkiye-İsrail anlaşmasına, halkın tepkisizliği ise bağımlı bir çizgiyi temsil eden Türk hariciyesinin siyonistlerle ilişkisini en üst düzeye çıkarırken en ufak bir rahatsızlık duymamasına neden oluyor. Toplumdaki pasiflik, güçlünün zayıfı ezmesinin meşru olduğu yolundaki anlayış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın zihniyeti, geçerli olanın ilkeler ve ahlak değil, çıkarlar olduğu anlayışı, haksızlığa ve zulme sessiz kalmak devletin işkencelerinin, insan hakları ihlallerinin ve ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmesinin altyapısını oluşturmaya, devletin baskıcı kimliğini pekiştirmeye devam ediyor.

Türkiye Dış Siyasetinde Komşuluk Anlayışı

Toplumun, devlet politikalarına karşı pasif tavrı, devletin ulusalcı yapısından, kendi kimliğini topluma dayatma ve meşruiyet krizini desteğe dönüştürme kaygısından kaynaklanan ortak düşman olgusuyla birleşince, karşımıza Türk dış siyasetinin temel yapıtaşlarını biçimlendiren unsurlar ortaya çıkıyor. Devlet düzeyinde ve diplomatik alanda TC'nin barışsever bir devlet olduğu ve komşularıyla iyi geçindiği dile getirilse de, içeride milli birlik ve bütünlüğü sağlamak endişesiyle 70'li yıllardaki en bariz düşman olan Yunanistan'a bugün İran, Irak, Suriye de eklendi. SSCB'nin dağılmasıyla kurulan Ermenistan, doğası gereği TC'nin düşman listesine girerken, Bulgaristan'la ilişkiler soğukluğunu koruyor. Kısacası Türkiye'nin komşusu olup da düşman olmayan ülke yok. Bu da Türkiye'nin egemen güçler tarafından kullanılmaya ne kadar gönüllü olduğunu ve bağımlı ülkeler içinde pazarlık gücü en düşük ülke olduğunu gösteriyor. Hiç kimse, tüm bu devletlerin niçin Türkiye'ye düşman olduğunu ve bu düşmanlığın nereden kaynaklandığını sormuyor. Tabii burada muhafazakâr ve mukaddesatçıların sesini duyar gibi oluyoruz. Onlar Türkiye'nin komşularının düşmanlık beslemesini, Türkiye'nin Osmanlı mirasını devralması ve Osmanlı'nın nüfuz bölgesinde yaşayan ülkelerin güçlü bir Türkiye istememeleri ile ilintili olarak açıklayacaklardır. Daima komplo teorileriyle ve yüzeysel bir tarihi söylemle örülü bu düşüncenin geride bıraktığı anlayış ise, herkesten ve her şeyden şüphelenmeye, başka ülkelerin niyetlerinden aşırı derecede kuşkulanmaya dayalı ve ülkeyi kuşatan düşman güçlerin sürekli kendi ülkesi aleyhine komplo kurduğuna inanan paranoyak bir tutumdur. Halbuki Türkiye'nin, SSCB döneminde NATO uçakları için bir kalkış platformu ve kapitalist ülkelerin ileri karakolu haline gelmesi, Türkiye'nin Bağdat Paktı dağıldıktan sonra Irak topraklarına girmesi, İsrail'le iyi ilişkiler geliştirmesi ve son olarak da, askeri bir anlaşma imzalaması ise, hep gözardı edilip görmezlikten gelinmiştir. Komşu devletlerin TC'ye olan düşmanlıkları, Türkiye'nin bölgede emperyalizmin en güçlü müttefiki olmasından kaynaklanmıyormuş intibaı verilmek istenmektedir. Bu durum, sanki Türkiye'nin kendi tercihi değilmiş gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti temize çıkarılmaya çalışılmaktadır.

Birinci olarak TC, kuruluş sürecinde yaptığı batılı tercih ve yönelimleriyle Ortadoğu ve Arap ülkelerinden soyutlanmayı kendisi seçmiştir, ikinci olarak da Türkiye'ye Ortadoğu'da biçilen figüran rol ve başka güçlerin politikalarının taşeronluğuna soyunma yine Türkiye'nin kendi seçimidir ve Ortadoğu ülkeleriyle arasındaki problem de buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye tam da bölgede Suriye-İsrail çekişmesinin yaşandığı, yeni dengelerin kurulmaya çalışıldığı ve çok hassas bir dönemden geçildiği sırada niçin su kozunu kullanmaya, İsrail'le stratejik askeri bir işbirliği yapmaya ihtiyaç hissetmiştir? Suriye başta olmak üzere Arap ülkeleri Türkiye'ye su ve Türkiye-İsrail anlaşması konusunda diyalog yoluyla çözüm bulma yönünde çağrılar yaparken, TC niçin bu çağrılara kulak tıkayarak ve krizi tırmandırarak cevap veriyor?

Kimse, özellikle de müslüman olduğunu iddia eden hiç kimse bize devletlerin dış politikalarında ilkeler ve ahlak kurallarının geçerli olmadığını, geçerli olanın çıkarlar ve maslahatlar olduğunu söyleyerek cevap vermesin. Çünkü bu anlayış, kapitalistlerin ve liberalizmin birey ve toplumun dünyasından ahlakı, yardımseverliği ve ezilenden yana olmayı kovmak isteyen zihniyetinin ürünüdür ve bu zihniyet sözü geçen ahlak anlayışını dış politika, ekonomi ve iç politika şeklinde kategorize etmemektedir. Çıkarcı, pragmatist anlayış bu ideolojiye göre hayatin her alanını kuşatmalı ve birey-toplum ilişkilerinde temel belirleyici olmalıdır. Öyleyse kapitalist devlet anlayışında iç ve dış politika şeklinde bir ayrım yoktur. Bir devlet, iç ve dış siyasetinde ya dini, ya ideolojiyi ya da herhangi bir ilkeler bütününü, veya çıkarlarını, güçlünün yanında yer almayı ve ilkesizliği kendine ilke edinecektir. Dış politikada ilkesizliğin ve bağımlılığın âbidesi haline gelmiş TC de kısa vadeli çıkarlarını Amerika'nın maşası olmakta görmekte, rakiplerinin zaaflarından yararlanarak, Ortadoğu'dan dışlanmak ve piyon ülke görünmek pahasına su kozunu, İsrail'le yaptığı anlaşmayı, Suriye'yi köşeye sıkıştırmak için bir araç olarak görmektedir. Türkiye yıllardır gücü ve kudreti olmadığı için gerçekleştiremediği ve yıllardır gözlemekte olduğu tarihi fırsatı yakalamanın verdiği cesaretle, bölgede kendine biçilmiş misyonu yerine getiriyor.

Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye'ye Biçilen Rol:

Aslında Yeni Dünya Düzeni'ni ihdas edenler, Türkiye'ye yeni dengeler içerisinde önemli fakat o denli de riskli bir yer ayırmış bulunuyor. Bu riskli misyonun uzantısı olan Türkiye-İsrail anlaşması, Yeni Dünya Düzeni sahiplerinin Türkiye'nin global olarak gerçekleştireceği rolü yerine getirmesi için ürettiği bir stratejidir. Türkiye kendisine verilen bu rolle bölgedeki dengeleri egemenler için düzenleyici ve statükoyu koruyucu bir boşluğu dolduruyor. Örneğin İran ve Suriye'ye karşı Türkiye'nin izlediği politika bu global rolünü, daha doğru bir ifadeyle büyük misyonunu ifade ediyor. Yunanistan'la olan geçimsizliği ve PKK'yla olan çatışması ise Türkiye'nin bölgesel politikalarını temsil ediyor. Türkiye kendisine biçilen misyon içinde bölgesel politikalarındaki görece bağımsızlığı global rolünü yerine getirirken gösteremez. Türkiye'nin İsrail'le olan antlaşması PKK'yla olan mücadelesi ya da Yunanistan'la olan kötü ilişkileri gibi değildir. Bölgedeki dengeler içerisinde, her yeni dönüm noktasını oluşturan dönemlerden sonra yeni bir düzenleme yapılır. Bölgenin geleceğini ve gelecekteki ilişkilerini belirleyen bu düzenleme içerisinde kimin kiminle iyi ya da kötü ilişkiler içerisinde olacağı belirlenmiştir. Bu yalnız bölgede global etkilere sahip ilişkiler için geçerlidir. Bölgesel ya da sınırlı etkilere sahip ilişkiler değiştirilebilir, yeniden düzenlenebilir.

Bu söylediklerimizi somutlaştıralım. Türkiye'nin soğuk savaş döneminde kendisine biçilmiş bir rolü vardı. TC, Sovyetler Birliği'nin temsil ettiği bloğun karşısında kapitalist ittifakın ileri karakolu ve sınır bekçisiydi. Türkiye'nin Ortadoğu siyaseti de iki kutuplu dünyanın bölgeye yansıma biçimine göre şekilleniyordu. Türkiye ve Yunanistan aralarında savaş boyutuna ulaşan gerginliklerine rağmen kendileri için dünya dengeleri içinde belirlenen NATO üyesi olma rolünü hiç bir zaman yadsımamışlardı. Dikkat edilirse buradaki sınırlı etkileri olan bir anlaşmazlık büyük misyonun yerine getirilmesine engel olmuyor.

Tüm dünyada dönüm noktası olan Sovyetlerin yıkılışı ve Yeni Dünya Düzeni ile birlikte kağıtlar tamamen karıştırılarak roller yeniden dağıtıldı, İran İslam Devrimi'nin de dünyada rolleri dağıtanların insiyatifi dışında ve onlara rağmen gerçekleşmesi bölgede jandarma rolünü oynayacak otoritenin değişmesini gerektiriyordu. 1979 İran İslam Devrimi öncesi İsrail'in bölgedeki en büyük müttefiki İran'ın, İslam Devrimi'yle emperyalizmin boyunduruğundan kurtulması, bölgede İsrail'e başka bir güçlü müttefik bulunmasını beraberinde getiriyordu. İşte Türkiye'nin Yeni Dünya Düzeni ve Körfez krizi ile birlikte Ortadoğu'daki ağırlığının artması, İsrail'le ilişkilerin gün be gün gelişerek bugünkü bulunduğu noktaya gelmesi, Türkiye'nin dış politika anlayışında herhangi bir değişiklik olmadığı halde, Türkiye'nin rolündeki bu değişikliği izah ediyor.

Son günlerin en sıcak gelişmeleri olan Türkiye-Suriye sınırında yaşanan gerginlik, Suriye'deki patlamalar ve İran'ın sınır kenti olan Urumiye'nin batısındaki bazı köylerin bombalandığı yolundaki haberler yan yana getirildiğinde, Türkiye-İsrail antlaşmasının ciddiyeti ve tehlikesinin boyutları ve Türkiye'ye biçilen rol görülecektir.

Bölgede Amerika'nın başı çektiği emperyalist bloğun kuşatması sürüyor ve bu güçlere direnen Suriye ve İran'a yönelik çember daralıyor. Bu kuşatma harekatı çerçevesinde, Türkiye hem kendi halkını çok büyük tehlikelerin kucağına atıyor, hem de tüm bölgeyi saracak olan bir ateşin ilk kıvılcımlarını çakarak hem kendini hem de bölgeyi belirsiz bir geleceğe sürüklüyor!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR