1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Suriye İntifadasına Karşı İran’ın Çelişkili Tutumu

Suriye İntifadasına Karşı İran’ın Çelişkili Tutumu

Mart 2012A+A-

Suriye’de bir yıldır devam eden intifada kadar İran’ın konuyla ilgili politikaları da sorunun bir parçası haline gelmiş durumda. 18 Mart 2011’de Beşşar Esed yönetimine karşı gösteriler başladığından bu yana İran, Suriye rejiminin arkasında durdu. Kısa bir sürede biteceği ya da engelleneceği düşünülen eylemlerin daha da büyümesi ve yaygınlaşıp gelişmesi karşısında İran cephesinden muhalif harekete yönelik eleştirilerin dozajı da yükseldi. Suriye İntifadasına ilişkin İran’ın tutumu öyle bir raddeye vardı ki, dışarıdan bakan birisi rejim karşıtı muhalif eylemler sanki Suriye’de değil de İran’da yapılıyor zannedebilir. İslami hareketler ve dünya Müslümanları arasında genel anlamda İran’ın tutumu pek ‘şaşırtıcı’ bulunmaz ve çok da fazla önemsenmezken Türkiyeli Müslümanlar arasında ise ciddi hayal kırıklıklarına yol açtı.

İran devletinin yıllardır uyguladığı kimi siyasal, sosyal ve kültürel politikalar İslami hareketlerin İran’a bakışını olumsuz etkilemesine rağmen Türkiye’de bu durum daha farklı seyrediyor. Bunun en önemli sebebi Türkiye’de İslamcılığın oluşum sürecinde İran İslam Devriminin de belli oranda etkili olmasıdır. Çünkü yıllardır uygulanan mezhepsel ve ulusal çıkarlar merkezli politikalara rağmen gerçekliği görmezden gelen abartılı ve romantik bir perspektif geçmişe nispetle zayıflamasına rağmen hâlâ belli bir oranda varlığını hissettiriyordu. Afganistan ve Irak’ın işgalinde İran’ın politikaları ortada olmasına rağmen Türkiye Müslümanlarının ekserisi ümmetin maslahatları kaygısıyla bazı resimlerin gözler önüne sergilenmesine razı olmadı. Açılan kredinin de bitip tükeneceği bir sınır elbette vardı ki, bu da Suriye İntifadası sürecinde iyice belirginleşti. Bugün itibariyle Türkiye Müslümanları arasında mezhebî irtibatlı ya da fanatiklik düzeyinde İran yanlısı kişi ve çevreler dışında çok az kimse İran’ın Suriye İntifadasına ilişkin geliştirdiği politikaları haklı bulmakta.

Söz konusu kişi ve çevreler ise Suriye İntifadasının açık ve net haklı pozisyonuna rağmen sırf İran’ın politikasının taraftar bulması için her türlü yöntemi zorlamaktalar. Ama bu nahoş ve nafile çabalar ancak tarihin utanç sayfalarının doldurulmasından başka bir işe yarayacak gibi gözükmüyor. Mazlum ve Müslüman halkların izzet ve şereflerini yeniden kazanmak için ayağa kalkmaları karşısında kimin nerede durduğu elbette hatasız bir şekilde kaydedilecektir. Türkiyeli Müslümanlar olarak Suriyeli kardeşlerimizin direnişine yeterince sahip çıkamamanın, sorumluluklarımızı yerine getirememenin ezikliğini yaşamamız gerekirken bir de Suriyeli Müslümanları karalayan, değersizleştiren, onları suçlayan tezviratta bulunmak Allah’ın huzurunda vereceğimiz hesabı ağırlaştırmaktadır.

İran niçin Suriye’deki Baas rejiminin arkasında kapı gibi durmaktadır? Daha doğrusu sadece İran değil, Hizbullah, Irak’taki Maliki yönetimi ve bölgedeki Şii oluşumların tamamı niçin Baas iktidarının devrilmemesi için çaba sarf etmektedirler? Siyasal-sosyal bir olaya ilişkin geliştirilen politik tutumları tek bir nedene bağlamak şüphesiz doğru olmayacaktır. Bu bağlamda konuyla ilgili öne çıkarılan tezleri bir bütünlük içerisinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. İran, Tunus’ta başlayıp Mısır, Bahreyn, Yemen ve Libya’da devam eden süreci “Ortadoğu’daki İslami Uyanış” olarak tanımlayıp destekledi. Resmi kanallarından bu ülkelerdeki gelişmelerle örneğin Mısır’daki süreçle 1979 İran Devrimini benzer gören yayınlar yaptı. Ortadoğu İntifadası sürecinden sonra 17-18 Eylül 2011’de Tahran’da “1. İslami Uyanış Konferansı” düzenlendi. İslam dünyasının değişik bölgelerinin temsilcilerinin katıldığı bu konferansa Ayetullah Hamaney ve Ahmedinejad’ın katılması konuya verdikleri önemin derecesini gösteriyordu.

“İslami Uyanış Konferansı” İran ulusal bayraklarının gölgesinde İran milli marşının okunmasıyla başladı. Ulusal marşın İslam’a ne kadar uygun olup olmadığı ayrı bir konu ama katılımcılarının çoğunun İran dışından olduğu bir topluluğa bu marşı okutmanın ne kadar mantıklı bir eylem olduğu da ortadadır. Bu durum sorunun nerelerde olduğunu göstermesi açısından sembolik bir değere sahiptir. Aynı seremoni geçtiğimiz Şubat ayının ilk haftasında “1. İslami Uyanış Gençlik Konferansı” programının düzenlenmesiyle de tekrarlandı. Dolayısıyla İran çizgisini benimseyen bazı Müslümanların Ortadoğu İntifadası sürecinin emperyalizmin planları doğrultusunda ortaya çıktığını, emperyalizmin bölgede ılımlı İslam projesini iktidar yapmak istediği şeklindeki sol ve ulusalcı çevrelerin saçma sapan iddialarının kopyası yaklaşımları İran’ın tezine uymuyor. Çünkü İran genel manada süreci “İslami Uyanış” olarak nitelemekte. İran açısından işin rengi toplumsal muhalefet hareketleri Suriye’deki Baas rejiminin kapısına dayanınca değişti.

İran-Suriye İlişkilerinin Seyri

İran’ın Suriye İntifadasıyla ilgili ortaya koyduğu politikaların gerekçesine değinmeden evvel kısaca İran-Suriye ilişkilerinin tarihsel sürecine değinmemiz gerekiyor. İran ve Suriye münasebeti 1979 İran İslam Devriminden bugüne ittifak ilişkileri şeklinde seyretti. Devrimden önce zayıf olan ilişkiler devrimden sonra ivme kazandı. Eylül 1980’de başlayan Irak-İran Savaşı da Suriye ile İran arasındaki dostluğun güçlenmesini sağladı. Irak’a destek veren birçok Arap ülkesinin aksine Suriye yönetimi açıkça İran’a destek verdi. Irak ve Suriye’de Baas milliyetçiliği iktidar olmasına rağmen aralarındaki husumet ideolojik bağı aşarak farklı siyasetler geliştirmelerine yol açmıştı. Suriye, Doğu Bloğu menşeli silahların İran’a ulaştırılmasında aracılık ederken, İran da Suriye’ye maddi yardımda bulunuyor ve ucuz petrol veriyordu.

1982’de Hama olaylarında kıyamın İslamiliğinden dolayı İran’ın Suriye Müslümanlarına sahip çıkacağı beklentisini ittifak ilişkileri boşa çıkardı. Daha sonraki süreçte ise Lübnan’da Hizbullah’ın oluşturulmasında ve lojistik desteğin sağlanmasında Suriye yönetiminin önemli katkıları oldu. Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep ve kızı Rukiye’nin Şam’daki ‘türbeleri’nin bakım, onarım ve günlük işlerini İranlılarca yürütülmesini sağlayan ittifak ilişkileri siyasal ve ekonomik boyutu da aşarak sosyal, kültürel alanda da kendini gösterdi.

Eylemler başladığından bu yana Beşşar Esed yönetimine desteğini değişik şekillerde gösteren İran, Suriye’ye en başta diplomatik destek veriyor. Örneğin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü sürekli olarak Suriye’deki gösterilerin Batı, özellikle ABD ve Siyonist kışkırtması olduğunu ileri sürüyor ve Batılı basın yayın organlarını suçlayarak olayların abartıldığını söylüyor. İran’ın Şam’daki büyükelçisinin parlamento seçimlerinde milletvekili adayı olmak istediği için Ağustos ayında istifa etmesinden sonra yerine İran yönetimi Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu sorumlusu Muhammed Raif Şeybani’yi yeni Şam Büyükelçisi olarak atadı. Dışişlerinden üst düzey bir diplomatın derhal Şam’a gönderilmesi, İran’ın Suriye rejimine verdiği desteğin boyutunu göstermektedir. Esed yönetimine diplomatik kanallardan uluslararası destek sağlamaya çalışan İranlı liderler muhataplarını Suriye’de istikrarsızlığın bütün bölgeyi istikrarsızlaştıracağına inandırmaya çalışmaktalar. İntifadayı yükseltmeye devam eden Suriye halkı ise İran’ın Suriye’ye gösterileri bastırmak için silah verdiği ve İranlı güvenlik birimlerinin gösterilerin bastırılmasında aktif şekilde yer aldığını iddia ediyorlar. Özellikle Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Ordusunun bazı üyelerinin gösterilerin şiddetle bastırılmasında rol oynadıkları iddia ediliyor.

İran yönetim kadrolarının Suriye’nin iç işlerine karışmadıklarını beyan etmelerine karşın, İranlı istihbaratçıların Suriyeli meslektaşlarına psikolojik savaş ve istihbarat yönetimi alanlarında destek verdikleri yaygın kabul görüyor. Keza İran’ın, Esed iktidarına muhalefeti kontrol edebilmesi için sosyal medya ve iletişim teknolojilerini izleme teknikleri konusunda da yardımcı olduğu sıklıkla dile getirilmekte. Dezenformasyon amaçlı bazı haberlerin kaynağının Tahran çıkışlı olduğunun tespit edilmesine rağmen sahada İran’ın neler yaptığıyla uğraşmak çok da gerekmiyor. Neticede İran’ın bakışına göre Suriye’deki rejim protestoları ve gösteri(ci)ler özellikle ABD’nin ve İsrail’in Suriye’yi karıştırma çabalarının bir ürünü! Suriye’deki eylemlerin diğer Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi halkın meşru taleplerinden değil ABD ve Siyonizm kaynaklı kışkırtmalardan kaynaklandığı ileri sürülmekte. İran devlet kademesinin en üst düzeyinden alt düzeylerine kadar bütün birimlerinde bu bakış en yüksek sesle dillendirilmekte.

Eleştirilere rağmen İran yönetimi Esed rejiminin iktidarının süreceğine inanarak destek vermeye devam ediyor. Onlara göre Suriye’yi direniş cephesinde tutan sadece Esed yönetimi değil, Suriye halkının kendisidir. Dolayısıyla Esed yönetiminin Siyonizm’e karşı durması aynı düşünceleri paylaşan Suriye halkıyla arasında güçlü bağlar oluşmasını sağlamakta. Yani Esed’in halk desteğinin güçlü olduğuna inanan İran, bu bağ sayesinde Esed yönetiminin ayakta kalacağına inanıyor. Muhalefetin zayıf, örgütsüz ve dış destekli olduğu iddiası da Esed’in badireyi atlatacağı inancını güçlendiriyor.

Muhalif güçlerin üç farklı kesimden oluştuğuna inanan İran’a göre birinci kesim; gerçekten insan hakları alanında düzenleme talep eden, siyasi reform ve özgürlük isteyen bir halk hareketinden oluşuyor. Halkın bu meşru taleplerinin yönetim tarafından karşılanmasını isteyen İran, Esed’in ‘reform’ programını memnuniyetle karşılıyor. İkinci kesimi ise dış destekli Selefi gruplar teşkil ediyor. İran’a göre halk hareketinin içerisine sızan Selefi gruplar İhvan ile birlikte çalışarak ve Suud’dan da lojistik destek alarak ‘silahlı terör’ eylemleri yaparak Esed’i devirmeyi amaçlamaktalar. İran’ın tasnifine göre üçüncü kesim ise ABD başta olmak üzere dış destekli gruplar. Nisan 2011’de yayınlanan bir Wikileaks belgesini delil olarak gösteren İranlı yetkililer Amerikan Dışişleri Bakanlığının 2006 yılından itibaren muhaliflere gizli destek verdiğini söylüyorlar. Bu grubun eylemleriyle bir kaos ortamı oluşturup Suriye’ye dış müdahalenin yapılmasını sağlamaya çalıştıklarını iddia etmekteler. Bu değerlendirmelerin Suriye’de yaşanan vakayı ne derece doğru, adilane tahlil ettiği sorusu ayrı ama İran’ın genel olarak konuya yaklaşımı bu merkezdedir.

İran’ın Suriye İntifadasına ilişkin olumsuz politikalarının gerekçelerini 5 başlık altında toplayabiliriz. Bu başlıkların içeriğinde aynılık ya da benzerlikler olmasına rağmen tanımlamalarda farklılık içerdiği için ayrı ayrı tasniflemek gerekiyor.

1- Suriye’de Yönetim Değişikliği Yaşanırsa Sıradaki Ülkenin İran Olacağı Kaygısı: Beka krizi olarak da ifade edilebilecek bu yaklaşım özü itibariyle Ortadoğu’da olup bitenlerin ‘dışarı’dan planlandığını içermektedir. Sıranın niçin İran’a geleceği sorusuna verilecek cevaptan da bu rahatlıkla anlaşılabilinir. Emperyal güçlerin İran rejiminden hoşnut olmadığı gerçeği ortadadır. Ama rejimin halk hareketlerinin devreye sokularak değiştirileceği endişesi çelişkilidir. Bir tarafta Ortadoğu İntifadasını “İslami Uyanış” olarak nitelemek diğer taraftan da emperyalizmin plan ve yönlendiriciliğinden bahsetmek tutarlılıktan uzaktır.

Halk hareketinin gerçekleştiği bütün ülkelerin ortak özelliği, rejimlerin despotik karaktere sahip olması, İslami hareketlerin sindirilip, halkın yönetime katılımının sıfırlandığı, İslam dışı rejimlerin hâkim olduğu ülkelerde gerçekleşiyor olmasıdır. Bu bağlamda Suriye’de de benzer bir intifadanın ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir? Suriyeli Müslümanlar 2001’den bu yana Esed’in bazı zulüm uygulamalarından vazgeçeceği ve İhvan-ı Müslimin üzerindeki baskının kaldırılacağı beklentisiyle girişimlerde bulundular. Ama Esed, tipik bir diktatör tavrıyla ne verdiği reform sözünde durdu ne de halkın üzerindeki baskıyı hafifletti.

Suriyeli Müslümanlar, daha Ortadoğu İntifadası başlamadan önce haklarını talep etme anlamında sahaya çıkmanın koşullarını oluşturmaya çalışıyorlardı. Suriye’deki İslami oluşumlar ve Müslümanlarla diyalogu ve irtibatı olanlar açısından 18 Mart gösterileriyle bu kıyamın ortaya çıkması anlaşılabilir bir durumdur. Suriye rejiminin o döneme kadar açıktan kendisine yönelik en ufak bir eleştiriyi dahi faşist yöntemlerle bastırmış olması Suriyeli Müslümanların gerçekten çok zor bir işe koyulduklarını göstermektedir.

İran’ın da benzer bir akıbete uğrayacağı varsayımı ise ilginç bir paradoksu içermekte. Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde İran kendisini diğer despotik devletlerle aynı kategoriye sokmuş olmaktadır. Normal şartlarda “İslami Uyanış” olarak tanımlanan sürecin kendini Cumhur-i İslami olarak tanımlayan İran’ı güçlendirmesi gerekiyor, endişelendirmesi değil. Suriye’deki Müslüman halkın anti-emperyalist ve anti-Siyonist olduğundan kuşku duyulmuyorsa Esed sonrasından niye endişe ediliyor? İran’ın kendi iç siyasetinde, politikalarında, toplumsal yapısında, siyasal katılım, seçimler, güç dağılımı, düşünce ve ifade özgürlüğü, siyasal gruplara örgütlenme ve faaliyette bulunma özgürlüğü tanıma gibi konularda ciddi sorunların bulunduğu vakadır. Nitekim 12 Haziran 2009 seçimlerinden sonra geniş halk kitleleri günlerce süren protesto gösterileri yapmıştı. Sistemin reformcu cephede yer alan siyasal önderleri tutuklaması ve ev hapsine almasıyla ancak muhalefetin önü alınabildi. Şimdi sistem sahiplerinin böyle bir korkusunun olması Suriyeli Müslümanlara haksızlık yapılmasını meşrulaştıramaz.

İran yönetiminin diğer Müslümanlarla uğraşma yerine beka krizinden kurtulup “Acaba biz ne yapıyoruz da toplumda hâlâ bize karşı tehdit öğeleri güçlü ve bu durumu düzeltmemiz için ne yapmamız gerekiyor?” gibi sorular üzerinde düşünmeleri kendileri açısından daha doğru olacaktır. 1979 devrim sürecinde Şah’a verilen raporlarda muhaliflerin küçük gruplardan oluştuğu, protestoların zayıf olduğu ve memleketin güllük gülistan olduğu aktarılıyordu. Aynı körlük şimdi Suriye’deki gelişmelerde sergileniyor.

2- Mezhep Kaygısıyla Esed Yönetiminin Yanında Yer Almak: İran’ın Suriye iktidar elitinin Nusayri kökenli olmasından dolayı bu nüfuzu kaybetmek istemediği için Baas iktidarını desteklediği iddiaları da önemle üzerinde durmayı hak ediyor. Karşı tez olarak ise Şiilik ile Nusayriliğin birbirinden tamamen farklı olduğu dolayısıyla İran açısından mezhebî kaygının burada söz konusu olmadığı dillendiriliyor. Şiilik ve Nusayrilik teorik açıdan gerçekten de birbirinden oldukça farklıdır. Ama Şii kültür havzasında, literal düzlemde dahi Ehl-i Beyt sevgisini öne çıkaran gulat yapıların Sünni oluşumlara tercih edilmesi de bir vakadır. Bu durumu anlamak için kısa bir süreliğine dahi Şii Müslümanların arasında yaşamak yeterlidir. Kaldı ki, Musa Sadr 1973’te yayınladığı fetva ile Alevi-Nusayrilerin Şii Müslümanlar kategorisi içerisinde olduğunu ilan ederek geçmiş dönemlerdeki gulat nitelemesini iptal ediyordu. Denilebilir ki, Musa Sadr’ın bu fetvası şahsidir, bütün Şiileri bağlamaz. Ama bu fetvanın da desteğiyle Hafız Esed yönetime el koyduktan sonra Suriye Anayasasında yer alan cumhurbaşkanının Müslüman olması gerektiği hükmünü aşma imkânı elde etti.

İran’ın 1979’da gerçekleştirilen devrimden sonra İslam dünyasının değişik coğrafyalarında uyguladığı politikalarda mezhebi önceleyen tutumu göz ardı edilemez. Hatta denilebilir ki, bu mezhebî öncelikler devrim dalgasının diğer coğrafyalarda etkili olmasını engelleyen en önemli sebeplerin başında gelir. Türkiye’de dahi samimi duygularla devrime sempatiyle yaklaşan birçok insanın mezhep değişimi telkinleri sonucunda ‘hidayete erip’ ideolojik kaygıları öteleyerek mezhep için çalışma pratiğiyle yıllarca karşılaşıldı. Bir ‘iç sıkıntı’ olan bu konu yıllarca Türkiyeli Müslümanların çok da fazla dillendirmek istemedikleri bir konu olarak bünyede yer edindi. Irak’ın emperyalist güçler tarafından işgal edilmesi sonrasında Şii iktidar güçlerinin özellikle son dönemlerde giderek artan bir biçimde Sünnileri tasfiyeye yönelik politikaları maslahat gözetilerek çok fazla gündeme getirilmedi. Gündeme getirmemek ile vakayı inkâr etmek farklı şeylerdir. Bu bağlamda samimi ama safiyane duygularla hareket edip, herhangi bir bilgiye dayanmadan bu sıkıntının varlığını inkâr etmenin çok da mantıklı olmadığı açıktır.

Mezhep taassubunun içselleştiği bünye olguyu sağlıklı ve gerçekçi bir düzlemde ele alma şansını kaybeder. Suriye’de Baas iktidarıyla kurulan iyi ilişkilerin Nusayri kesimler içerisinde Şia propagandasına uygun zemin oluşumuna katkı sağladığı da bir vakadır.

İran’ın, yaygın bir şekilde mezhep değiştirmeyi teşvik etme çabaları Hafız Esed döneminde sınırlı kalmışsa da Beşşar Esed döneminde Şiileştirme faaliyetleri yoğunlaştı. Nüfuz siyaseti açısından önemsenen bu durumu kaybetmeme isteği makro plandaki siyasal gelişmelere yaklaşımda etkili olabilmekte. Bu bağlamda değişik kesimlerde dile getirilen emperyal güçlerin İslam dünyasında bir Şii Hilali projesini devreye soktukları iddiası ise çok da doğru görünmemekte. Buna göre İran, Irak, Bahreyn, Suriye, Güney Lübnan’ı içine alan Şii Hilali projesinde bu ülkeler ortak hareket edecek, hatta sınırlarını kaldırıp birleşeceklerdir. Olayları açıklamada emperyalizmi merkeze koyan her açıklamanın naifliğini üzerinde taşıyan bu yaklaşım da sorunlu bir mahiyet arz etmektedir. Şii Müslümanların hâkim ya da etkili oldukları yerlerde blok siyasetiyle davranmalarını emperyalizme bağlamak kolaycılıktır. Şiiliğin teorik yapısı, dinî jargonu, öncelikleri, propagandist yapısı zaten muhatap Sünni Müslümanın değiştirilmesi, dönüştürülmesine yöneliktir. Bunun için ayrıca bir projeye gerek de yoktur. Bugün bir blok halinde siyaset yürütmelerini kendi iç koşullarıyla açıklamak daha doğrudur.

Suriye İntifadasına ilişkin İran, Irak, Hizbullah, Türkiye Caferileri gibi kesimlerden fazla ileri gidilmemesi aksi takdirde mezhep savaşının ortaya çıkacağı yönündeki sık sık dile getirilen görüşler olayda mezhep boyutunun somut karinesi durumundadır. Oysa Suriyeli Müslümanların kıyamının mezheple ne alakası var? Neden ve niçin ısrarla mezhep savaşı tehdidinde bulunulmaktadır? Diktatörlüğü, zorbalığı, sistematik kan dökücülüğü mezhep kalkanıyla korumanın kime ne faydası var? Duyarlı, samimi insanları mezhep savaşı kalkanını öne sürerek Suriyeli Müslümanları destekleme noktasında pasif konuma düşürme amaçlı taktik ne ahlaken doğrudur ne de siyaseten.

İslam dünyasında bir mezhep sorununun olduğu bir vakadır. Ama hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun emperyalizme ve Siyonizm’e karşı gerçekten mücadele edenleri Müslüman halklar bağırlarına basmaktan imtina etmemektedir. Tıpkı Lübnan savaşında bugün kıyam eden Humus halkının, Kahire halkının Nasrallah posterlerini evlerinin duvarlarına asması örneğinde olduğu gibi güzel tablolar daha dün denilebilecek bir zaman diliminde yaşandı. Hatta Irak’ın işgalinden sonra Şii cepheden de savaşanlar var mesajı vermek için Türkiyeli Müslümanlar çok zayıf bazı çıkışlar yapmış Mukteda es-Sadr’ın resimlerini dahi eylemlerde ön plana çıkarmışlardır.

Mezhep sorununu formaliteden başka bir anlam ifade etmeyen ve hiçbir işe yaramayan resmi Dar-ut Takrib toplantılarıyla aşacaklarını zannedenler yanılmaktalar. Asıl olan Müslümanları ilgilendiren siyasal, sosyal, kültürel olaylara yaklaşım biçimidir. Müslümanlar ve İslami oluşumlarla ilişkide mezhep propagandası yerine gerçekten ümmet kardeşliğini esas alan tavırlar ortaya koymaktır.

3- Direniş Cephesinin Zayıflamaması: İran kendisi başta olmak üzere Hizbullah, Filistin (Hamas, İslami Cihad, Halk Cephesi Genel Komutanlık) ve Suriye’nin içinde olduğu bir direniş cephesi söylemini merkeze alarak bu hattın korunmasına çalışmaktadır. Yine bu hattın içerisine, üzerinde etkili olduğu yeni Irak yönetimini de eklemektedir. Esed yönetimindeki Baas iktidarı bu hattın içerisinde olduğuna göre iktidar değişimi hattın zayıflamasına yol açacaktır. Hem Suriye hattan düşmüş olacak hem de Hizbullah’a İran’dan giden lojistik desteğin bağlantı yolu kesilecektir. İlk duyuşta kulağa hoş gelen bu söylemin Suriye İntifadasını karalamak için yeterli bir karine olmadığını belirtelim.

Bu iddianın mantıksal doğruluğu ancak Suriye İntifadasını yürüten kitlelerin ve Allah’ın izniyle müstakbel iktidar sahiplerinin emperyalizm ve Siyonizm karşıtı politik tutumlarının olmamasıyla sağlanma imkânı bulabilir. O halde bu eylemleri yapan kitlelere bakalım. Suriyeli Müslümanları ve eylemleri yapan oluşumları, kişileri, çevreleri tanıyan insaf ve adalet ölçülerine sahip her Müslüman bu insanların en az mezkûr iddiayı dile getirenler kadar anti-emperyalist ve Siyonizm karşıtı olduğunu görecektir. Anti-emperyalizm ve Siyonizm karşıtlığını tekeline alan bu tutumun ahlaki zaafı olduğu gibi direniş cephesi söyleminin istemediği durumları lekelemede kullanım değeri yüksek bir operasyon aygıtı olduğu da gözden kaçmamalıdır.

Başka bir problemli alan ise Filistin sorununu sanki dünya Müslümanlarının tek sorunuymuş gibi sunma yanlışlığıdır. Elbette Filistin ve Kudüs’ün özgürlüğü merkezî bir öneme sahiptir. Ama dünya Müslümanlarını ezen diktatörlük, despotizm, tağuti yönetimler gibi hafifsenmemesi gereken önemli başka sorunlarımız da var. Hiç kimse Müslümanlara diktatörlerine boyun eğmeleri yönünde ahlaksız bir çağrıda bulunamaz. Kendini özgürleştiremeyen bir halk, Kudüs’ü nasıl özgürleştirebilir? Zorlama ve sanal gündemlerle Suriyeli Müslümanların kıyamını pasifize ve marjinalize etme kurnazlıklarını uygulayanlar amaçlarına ulaşamadılar. Yıllardır Golan işgal altında olmasına rağmen hiçbir şey yapmayan Baas iktidarı ve destekçilerinin birden Filistin sınırlarına akın etme, 3. İntifadayı ilan etme gibi manipülatif yöntemlere başvurmaları doğaldır ki dünya Müslümanları açısından hiç de inandırıcı olmadı.

Direniş cephesi söyleminde gerçekten samimi olanlar bu cephenin genişlemesi ve zayıflamamasını sağlayacak adımlar atmak durumundadırlar. Müslüman halklar nezdinde inandırıcılık ve samimiyet sorunu taşıyan eylem ve söylemler yarınlar açısından kendi bindikleri dalı kesmek anlamına gelecektir. Tunus’un ruhuyla Kahire’nin, Bingazi’nin ruhuyla Gazze’nin, Kudüs’ün, Humus’un, Hama’nın, Der’a’nın ruhu aynıdır. Lübnan savaşında imkânları ölçüsünde Hizbullah’ın yanında Siyonizm’e karşı mücadele eden Suriyeli Müslümanlar direniş cephesi içerisinde sayılmayacak da Golan için bir mermi atmamış Esed mi direnişçi sayılacak? Şairin dediği gibi; “Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa.”

Filistin’de Siyonist işgale karşı savaşın en büyük gücü Hamas, İhvan-ı Müslimin hareketinin bir kolu değil mi? Suriye’de de direnişi örgütleyenler ya İhvan çizgisinde insanlar ya da benzer çizgide bulunan İslami oluşumlar. Nasıl oluyor da bütün eylemlerin cami-mescit çıkışlı olması ve tekbirler, İslami şiarlarla sürdürülmesi sürekli iftira ve karalama kampanyası içerisinde olanlar için hâlâ bir şey ifade etmiyor?

Tahrir Meydanındaki görüntüleri 1979 İran Devrimi görüntüleriyle birlikte veren İran devlet televizyonları, Tahrir’in sadece İslami direnişçilerden mi oluştuklarını düşünüyorlardı. Ortadoğu İntifadası sürecinde muhaliflerin en fazla heterojen olduğu yer Mısır idi. Laik siyasal oluşumlardan milliyetçi hareketlere, sosyalist hareketlerden Batıcı oluşumlara, Baradey gibi Batıcı siyasal aktörler bu muhalefetin içinde yer almasına rağmen direniş cephesi söylemini dillendirenler hiç de bu ‘önemli’ çelişkiyi öne çıkarmıyorlardı. Diğer intifada süreçlerine nispetle daha fazla İslami oluşumun ağırlığına ve homojenliğine rağmen adeta Suriyeli Müslümanlar ağızlarıyla kuş tutsalar birilerine yaranamayacaklar. Varsa yoksa ‘tabansız’ Burhan Galyun’u, Radvan Ziade’yi her şeyin önüne çıkarmak ve Suriye’deki muhalefeti itibarsızlaştırma uğraşısı!

Bugün itibariyle ‘direniş cephesi’ne en büyük zararı o cephenin içinde varsayılan kişi ve çevreler vermiştir. Gerek Irak’ın işgali sonrasında yaşananlar gerekse Suriye İntifadası sürecinden sonra ‘direniş cephesi’ içinde olduğu söylenen çevrelerin söylem ve eylemleri İslam dünyasının çoğunluğunda endişe verici bulunmakta, dün beslenen sevgi ve muhabbetin yerini haklı öfke ve kızgınlık almış durumda. Siyaseten bakıldığında dahi İran, Hizbullah ve benzeri çevreler yanlış yapıyorlar. Kendilerini ahlaken ve hukuken geniş cepheden ayıran pratiklerde ısrar etmekteler. Bu durum da Allah göstermesin yarın karşılaşacakları sıkıntılı durumlarda geniş kitlelerin desteğinden mahrum olacakları ve yalnız kalacakları endişelerini haklı çıkaracak boyuta doğru gitmektedir. İstenildiği kadar dezenformasyon, karalama kampanyası yapılsın neticede Der’a’da, Humus’ta, Hama’da, Halep’te, Şam’da mazlum ve Müslümanların kanlarının akıtılmasını meşrulaştıramazlar.

4- Devlet Çıkarları Gereği Esed’i Desteklemek: İran’ın Suriye İntifadasına yaklaşımının ve Baas iktidarını desteklemesinin temelinde İran’ın devlet çıkarlarının yattığı söyleniyor. Dinî sebepler yerine İran milliyetçiliğini ve tamamen reel şartları esas alarak, devletin kâr-zarar hesabını gözeterek politikalarını belirlemesi anlamında ifade edilen bu yaklaşım esasında İran’ın birçok politikası için geçmişten beri yapılmakta. 1982 Hama, Afgan Cihadı, Körfez Savaşı, Afganistan’ın işgali, Irak’ın işgali, dünyadaki İslami hareketlerle ilişkisi gibi birçok konuda aslında İran’ın kendi devlet çıkarlarını merkeze alarak politik tutumlar aldığı yönünde eleştiriler yapılmakta. Hatta Filistin ve Kudüs sorunu da bu çerçevede değerlendirilerek, bir devletin dış politikası için gerekli olan kırmızıçizginin içerisine Filistin ve Kudüs’ü almanın İran devlet politikaları için elverişli koşullar meydana getirdiği ifade edilir. Bunlar elbette tartışılması gereken iddialar. Doğruluk ya da yanlışlığı maddi temeller, somut delillerle ispatlanmalıdır.

Ancak diyelim ki, İran, Suriye İntifadasına ilişkin politikasında tamamen devlet çıkarları merkezli hareket ediyor. Suriye’de bir rejim değişikliğinin İran’ın hem Irak hem de Lübnan’daki nüfuzuna olumsuz etki yapacağı varsayılıyor. Bu sebepten ötürü İran sonuna kadar Esed rejiminin arkasında durmayı tercih etmektedir. Bu açıdan bakılsa dahi İran yanlış yapmaktadır. Tamamen Baas iktidarı arkasında duran bir İran hem diğer İslam coğrafyasıyla ilişkisinde sıkıntı yaşayacak hem de Baas sonrası yeni iktidarla ilişkinin zeminini kaybetmiş olacaktır. Kendini kaybetmişçesine Esed’in arkasında durmak bu perspektiften bakıldığında bile mantıklı görünmemektedir.

5- Emperyalizmi Baş Çelişki Gördüğünden Dolayı Esed’i Desteklemesi: Karmaşık siyasal-sosyal bir olayın gelişme sürecinde birçok çelişmenin varlığına rağmen bunlardan bir tanesinin varlığı ve gelişimi, öteki çelişkilerin varlığını ve gelişimini etkileyip belirleyen pozisyonundadır ki bu da baş çelişkidir. Baş çelişki, temel çatışma gibi kategorilerle olayları ele almanın yanlışlığı ya da doğruluğu bir tarafa bugün itibariyle İran devleti baş çelişki olarak emperyalizmi görmektedir. İran dinî lideri Hamaney ve diğer yetkililerin açıklamaları gelişen her olayda bu kriteri esas alarak politikalarını belirlemektedirler. İran, Ortadoğu İntifadasını bu anlamda emperyalizme vurulmuş bir tokat olarak yorumladı. Lakin iş Suriye İntifadasına gelince söylem ve tavır değişti, burada emperyalizmin devreye girdiğini ve olayları yönlendirdiği iddia edilmeye başlandı.

İran’ın konuyla ilgili bakışını rehber Hamaney devletin üst düzey yöneticilerine hitap ederken, “Amerikalılar bölgede Mısır, Tunus, Yemen ve Libya'daki olayların benzerini çıkartmayı amaçlamış olup, direniş cephesindeki Suriye'yi karıştırmak peşindeler. Ancak Suriye'deki olayların mahiyeti, bölge ülkelerindeki gelişmelerden tamamen farklıdır. Bölge ülkelerindeki İslami uyanışın özü, anti-Siyonist ve anti-Amerikancı bir harekete dayanmaktadır. Ancak Suriye'deki olaylarda Amerika ve İsrail'in parmağı açıkça görülmekte olup, biz İran halkının bu bağlamdaki mantığımız ve kriterimiz şudur ki, her nerede Amerika ve Siyonizm lehine slogan atılırsa, bu hareket sapmaya uğramıştır. Elbette İran halkı ve İslam nizamının bu mantık ve kritere dayalı direnişi düşmanı öfkelendirmekte ve onların komplolarının artmasına yol açmaktadır. Ancak, dirençli İran halkı mevcut duruşunu gevşeklik göstermeksizin sürdürecektir.” şeklinde ifade etmekte. Hamaney, hangi eylemi izlemiş ya da kim ona bu bilgiyi vermişse, Suriye’de bir yıldır direnen Müslümanların Amerika ve İsrail lehine slogan attıkları iddiası asla gerçeği yansıtmıyor. En önde olan insan bu kadar kolay bir şekilde mahkûm edici ifadeler kullanıyorsa takipçisi olduklarını iddia edenlerin Suriye İntifadasını destekleyen Müslümanlara yönelik her türlü iftirayı atmaları normal oluyor.

Suriye İntifadasını emperyalistlerin planladığına yönelik İran’ın delili nedir? Hangi somut bilgi ve belgelere dayanmaktadır? Bu gibi temel sorulara verilecek ciddi cevaplardan yoksunuz. Bunun yerine delil diye, cevap diye falan strateji kurumuna ait yayın organında çıkan şu makale, filan devletin istihbaratına yakın dergide çıkan bu makale gibi ciddiyetten uzak ‘deliller’ ortaya konuluyor. Peki diyorsunuz strateji kurumuna ait derginin diğer bir makalesinde Esed iktidarının kesinlikle başta olması gerektiğini vurgulayan makale de var. Ama nafile… Haksızlık etmeyelim, İran’ın başka çok kuvvetli delilleri daha var. İran Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Basra Körfezi Genel Müdürü, Ortadoğu İntifadası sürecindeki diğer ülkelerde, rejim karşıtı protestoların başkentlerde ve büyükşehirlerde yoğunlaştığını ama Suriye’deki gösterilerin öncelikle taşrada, sınır bölgelerinde ve dağınık şekilde meydana gelmesinin gösterilerdeki yabancı etkinin varlığını gösterdiğini ileri sürebilmekte.

İran’ın Lübnan büyükelçisi ise Suriye’de göstericilerin silaha başvurduğuna işaret ederek, bu durumun göstericilerin devrimci değil dış güçlerin ajanı olduğunu gösterdiğini iddia edebilmiştir. Haklarını teslim edelim ki her devlete böyle üst düzey analiz gücüne sahip yöneticiler lazım! Bu mantıkla hareket eden yöneticiler olduğu müddetçe İran’ın sırtı yere gelmez! Sanki gösteriler ilk başta başkent Şam’da Emevi Camii’nde yapılmadı. Sanki o eylemleri Esed ve çetesi güllerle karşıladı. Tam bir vahşetle bastırılan eylemler ve Şam’ın Esed çetesi tarafından kuşatılmış olması burada eylemlerin yapılmasını zorlaştırdı. Üstelik küçük şehirlerde yabancı eli tespit çok daha kolay değil mi? Çünkü nüfus azdır ve insanlar birbirlerini tanır. Oysa büyükşehir ve başkent nüfus olarak yoğundur, şehir kontrol açısından zor olabilecek genişliktedir. Nitekim Şam’ın merkezinde eylem yapmak çok ama çok zor iken varoşlarında ve banliyösünde eylem yapabilme imkânı bulunabilmekte.

Silah iddiası da yine çok saçma. İktidarı sadece protesto ile devretmeye hazır bir Baas iktidarı vardı da insanların canı sıkıldığı için hayatlarını riske atarak silaha sarılıyorlar gibi bir hava oluşturulmak isteniyor. O zaman sormak lazım, 1979 İran Devriminden önce de Müslümanların kurduğu birçok silahlı örgüt ve bunların eylemleri vardı, peki onlar neyin nesiydi? Açık herhangi bir örgütlenmeye izin vermeyen, en tabi kitlesel eyleme dahi tahammülü olmayan kapalı, despotik, diktatoryal rejimlerde mücadele etmeyi insanlar ne zannediyorlar anlamak mümkün değil? Nitekim Suriye’ye benzer özelliklere sahip Libya’da da Müslümanlar en sonunda silahlı mücadele ile ancak Kaddafi rejimine karşı çıkabilmişlerdi.

İftira ve karalama yönteminin esas olduğu yerde iddialara tek tek cevap vermek fayda vermeyecek bir uğraştır. Çünkü habire bir şeyler üretilecektir ve üretilen şüphe oluşturucu soruların sonu da gelmeyecektir. Ama emperyalizm meselesini ciddiye ele alıp tartışmak gerekiyor. Diyelim ki, İran İslam Cumhuriyeti gerçekten de emperyalizmi baş çelişki olarak gördüğünden dış gelişmelere yaklaşımını bu politika çerçevesinde belirliyor. Çok da eskilere gitmeden hemen İran’ın komşusu iki ülkede meydana gelen gelişmelere ilişkin neden acaba aynı yaklaşımı sergilemediğini sormak gerekiyor. 2001 yılındaki Afganistan ve 2003 yılındaki Irak’ın işgalinde emperyalizm tankı, topu, uçağıyla gelip İslam topraklarını işgal ettiğinde Tahran’dan cihad için uçakların kalktığını görmedik. Öyle ya şimdi Esed ve Baas milliyetçileri için gerekirse savaşırız, canımızı veririz diyenler emperyalizme neden aynı tavrı göstermediler?

2001 yılında Afganistan emperyalistler ve NATO tarafından işgal edildiğinde iktidarda İran’ın çok da sevmediği Taliban yönetimi vardı. Dönemin İran Dışişleri Bakanı “Afganistan meselesinde Amerika ile bazı ortak noktalara sahibiz.” benzeri beyanatlar vermekten hiç de imtina etmiyordu. Kuzey İttifakı ile irtibatı zayıf olan ABD, İran’ın arabuluculuğuyla irtibata geçiyor ve işgal planlarını daha kolay devreye sokabiliyordu. Taliban devrildikten sonra, İran Aralık 2001’deki Bonn Konferansında, geçici Afgan hükümetinin kurulmasında da rol oynadı. Aynı İran iyi ilişkiler içerisinde olduğu ve Kuzey İttifakına da liderlik yapan Burhanettin Rabbani’ye, Amerika’nın desteklediği Hamid Karzai lehine adaylıktan vazgeçmesi için baskı yapabiliyordu. Bütün bunların hangi anlama geldiği çok açık değil mi?

2003 yılındaki Irak işgalinde yaşananlar ise Afganistan’ı aratacak düzeyde oldu. Uluslararası hukuk açısından haklı hiçbir gerekçe olmadan emperyalist güçlerin Irak’ı işgal etmesine karşı dünya Müslümanları arasında Irak’ta güçlü bir direniş beklentisi gelişti. Bir yanda Ayetullah Uzma Sistani, diğer tarafta Abdülaziz Hekim önderliğindeki Devrim Konseyi ve ona bağlı Bedir Tugayları, öte tarafta Mukteda es-Sadr önderliğindeki Mehdi Ordusu ve her türlü lojistik desteği sağlayacak hatta savaşacak komşu İran. Ama gelin görün ki, bütün beklentiler boşa çıktı, Şii Müslümanlar işgalcilerle ‘uzlaşarak direnme’ seçeneğini tercih ettiler. Hekim grubuna bağlı ve İran Devrim Muhafızlarının eğittiği Bedir Tugayları ise direnişçileri İçişleri Bakanlığına ait binalarda tutarak ‘misafirperverlik’lerini gösteriyordu. Oğul Ammar Hekim emperyalizmin sembolik merkezi Beyaz Saray’da ağırlanmaktan hiç ama hiç çekinmiyordu. Netice itibariyle bugün Maliki liderliğindeki Irak’ta, tartışmasız bir biçimde İran belirgin bir söz sahibidir ve emperyalizmin meydana getirdiği “yeni Irak” altın tepside İran’a sunulmuştur.

Şimdi bölge hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan aklıselim bir insan, Afganistan ve Irak gelişmelerine bakarak ABD önderliğindeki emperyal güçlerin kime hizmet ettiği sorusuna nasıl bir cevap verecektir? Ya da emperyalizmi ve büyük şeytanı dilinden düşürmeyenlerin bu işgal süreçlerine bakarak İran hakkındaki kanaati ne olacaktır? Bir düşünmeme ve düşündürtmeme şeması olan komploculukla her şeyi izah etmeye çalışanlar neden bu duruma ilişkin birkaç cümle söylememektedir? Bütün bu süreç ortada iken Suriyeli Müslümanların bir yıldır gerçekten çok zor koşullarda, ağır bedeller ödeyerek sürdürdükleri onurlu direnişi karalamanın, lekelemenin daha da ileri gidilip cephe açmanın manası nedir? Despotizme karşı verilen halk mücadelesine destek verecek İslami ve insani meziyetlerden yoksunsanız hiç olmazsa sussaydınız.

Suriye’deki Baas cuntasının anti-emperyalist duruşu konusu meselenin ayrı bir boyutudur. NATO ve Doğu Bloğu kutuplaşması sürecinde Sovyetler Birliği’nin uydusu gibi hareket eden Suriye bugün de Rus savaş gemilerini Tartus Limanında misafir etmektedir. Kargadan başka kuş, Amerika’dan başka emperyalist tanımayanlar için Rusya ve Çin model ülkeler olarak görülüyor herhalde. 11 Eylül sonrasında Baas yönetimi Amerika ile ilişkilerinde gerginliğin artmamasına özen gösterdi. Obama iktidara geldikten sonra ise Şam’a ilk defa büyükelçi atarken üst düzey ABD’li yetkililer de Suriye’ye ziyaretlerde bulunuyorlardı. Ama buna rağmen ‘terörizme’ destek verdiği iddiasıyla Suriye aleyhindeki yaptırımlar devam etti. Aynı süreç Libya’da da yaşandı. 11 Eylül’den sonra Kaddafi Amerikan karşıtı söylemini yavaş yavaş terk ederken öbür yanda da elindeki el-Kaide militanlarının listesi ve bazı militanları teslim etmekten çekinmedi. Dolayısıyla diktatörlerin anti-emperyalistliği iddiasına her zaman ihtiyatla yaklaşmakta fayda vardır.

İran’ın Suriye İntifadasına ilişkin politikalarına gerekçe olabilecek hiçbir tez, yapılan yanlışı meşrulaştırmaya yetmiyor. Mızrak çuvala sığmıyor. Çünkü tablo çok açıktır. Bütün dezenformasyon, psikolojik savaş yöntemlerine rağmen Suriyeli Müslümanların mücadelesi haklı ve meşrudur. Esed ve Baas diktasının halka tankıyla topuyla savaş açan, her türlü işkenceyi ve katliamı meşru gören politikalarını başta İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere hiç kimse paklayamaz. Eğer İran gibi İslam Cumhuriyeti iddiasındaki bir ülke dahi bunu yapsa bu ne İslami ne de cumhuridir.

“Biz de Esed’i sevmiyoruz ya da yapılanları tasvip etmiyoruz. Ama…” diye başlayan söylemler zevahiri kurtarma ve eleştirileri, tepkileri pasifize amaçlı taktiklerdir. Çünkü sözün aslı ve önemli olanı ‘ama’dan sonraki kısımdır. Politik söylem, tutum ve tavırlar o ikinci kısma göre şekillenir. Yarın çok geç olmadan inşallah İran’ın politika yürütücüleri Suriye konusunda saplanıp kaldıkları bu tarihsel bataklıktan kendilerini kurtarırlar. Bir an önce zalim Baas iktidarına verdikleri desteği çekip Müslüman halkın yanında yer alırlar. Suriye halkı Müslüman olmasaydı dahi sırf ‘Katil Esed!’, ‘Esed Seni İstemiyoruz!’ deme hakkına sahipti. Ne İslam ne de vicdan sırf bu şekilde hakkı, hukuku haykırdıkları için Suriyeli kardeşlerimizin katledilmelerine cevaz vermez. Bu temel ilke çok açık değil mi? 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR