Sunuş
Üçüncü sayımızın ağırlıklı konusunu Güney Doğu Asya'da İslami hareketler oluşturuyor. Moro direnişine ilişkin kısmi bir bilgilenmeyi dışarıda tutacak olursak, Türkiyeli Müslüman okuyucu, genel olarak, Güney Doğu Asya Müslümanları hakkında hemen hemen yok denecek kadar az bir malumata sahip. Sanırız Endonezya, Filipinler ve Malezya'daki İslami yapılanmalar hakkında bu sayımızda yer alan makaleler -bir makale boyutuyla sınırlı kalsa da- bu ülkelerdeki İslami oluşumları tanıma noktasında daha ciddi çabalara bir basamak teşkil eder. Kitap bölümünde yer alan Endonezya ve Filipinler konulu makalelerin yazarlarının kitaplarına ilişkin tanıtım yazılarına da aynı amaçla yer vermiş bulunuyoruz.
İslam'ı ve Müslümanları konu alan çalışmalar, araştırmalar özellikle Batılı iletişim araçlarında -ve onun bir yansıması olarak da yerli medyada- dolu dizgin devam ediyor. Bu konunun önemine ilişkin görüşlerimizi çıkış yazımızda belirtmiştik. Geçen sayımızda da, yine bu çerçevede, bir arkadaşımızın, konunun Batı ve Batılılarla olan ilişkisini ortaya koymaya çalışan bir yazısını yayınlamıştık. Bu kez, konuyu yöntem bazında ele alan tanınmış Batılı İslamolog J. Piscatori'nin bir çalışmasını yayınlayarak, konuya bu sayımızda da devam ediyoruz. Bu konuyu çok önemli gördüğümüzü tekrar vurgulamamız yerinde olur. Şöyle ki, Müslümanların kendilerini bu düzlemde oluşturulan anlayışlardan, yaklaşımlardan soyutlayabilmeleri çok zor. Örneğin Cezayir'de yaşanan son gelişmeleri ele alalım. Cezayir olayı hakkında bildiklerimiz, Batılı iletişim tekellerinin bize aktardıklarını ne kadar aşabiliyor? Cezayir'deki İslami hareket olgusu hakkında kafamızda oluşan yargılara bir bakalım, hemen tamamı Batılı süzgeçlerden süzülerek gelen yargılar. En temelde Cezayir'deki İslam olgusunun açıklanma biçimini hatırlayalım: FLN'nin ekonomik politikalarının başarısızlığının doğurduğu genç issizlik; Batılı kültür karşısında hissedilen kimlik krizi vb... Bu açıklama biçimleri en temelde Batılı tahlilcilerin bakış açılarını yansıtıyor. Dahası, çok yönlü bir etkileşim çerçevesinde bunlar bize kadar ulaşıyor ve bir noktadan sonra Müslümanlarda olayı (veya olayları) aynı perspektiften değerlendirmeye başlıyorlar. Burada yapılması gereken iki şey var; Bir, egemen paradigmanın sorgulanması; iki, kendimize ait (İslami) açıklama biçiminin ortaya konulması. Bunların yapılabilmesi için ise önce egemen bakış açısının, kalıbının etraflıca kavranması bir zorunluluk. İşte bu noktada konunun önemi ve ciddiyeti kendini hissettiriyor. Bu arada Piscatori'nin bu sayıda yayınladığımız makalesini değerlendiren bir çalışmayı önümüzdeki sayımızda yayınlayacağımızı duyuralım.
Bu sayıda yayınladığımız M. Demirhan'ın kitle iletişimi konulu çalışmasının da doğrudan olmasa da, dolaylı bir biçimde aynı konuya tekabül ettiği söylenebilir. Bu konuya ilişkin olarak arkadaşımızın ileride daha ayrıntılı ve kapsamlı çalışmalarını sunabileceğimizi umuyoruz.
Geçtiğimiz Nisan ayında yitirdiğimiz değerli hocamız Said Ertürk'ü konu alan bir çalışmayı, rahmetli hocamızın oğlunun kaleminden sunuyoruz. Ahmet Ertürk'ün bu çalışması bir anma, yad etme gayretinin bir yansıması olarak algılanmamalı. Daha çok içinde bulunduğu zaman ve mekanı, her şeyden öte bir Müslüman sorumluluğu ile idrak etmeye çalışan mücadele dolu bir hayatı, mücadele zeminini oluşturan toplumsal boyutları ile birlikte değerlendirme gayreti olarak algılanması sanırız daha yerinde olacaktır. Bu vesileyle değerli hocamıza Allah'tan mağfiret dileriz.
Bu sayımızda röportaj başlığı altında, yıldönümü münasebetiyle yer verdiğimiz bir röportajdan söz etmek istiyoruz biraz da. Aslında Müslüman olmanın bir anlamı da hayatı bir bütünlük, bir süreklilik içinde yorumlayabilmek. Bu meyanda Müslümanların mücadele bilincini canlı tutacak tarihsel veya aktüel olguların sürekli olarak hatırlanması gerektiği çok açık. Bununla birlikte toplumsal hafızanın da ancak belli uyarıcılarla harekete geçebildiği de bir gerçeklik. İşte, yıldönümleri en genelde bu tür uyarıcılar arasında en yaygın kullanım alanına sahip araçlar olarak ortaya çıkıyor. Bu itibarla 1987 yılında yaşanan Kanlı Hac olaylarını konu alan bir röportajı sunarken, bu konunun yıldan yıla hatırlanmaya başlayacak şekilde tarihselleşmeye doğru itilmesinin ızdırabını duyduğumuzu belirtelim. Farsça'dan çevirisini sunduğumuz röportajın başlığı aslında pek iyi oturmuyor. Bu konuda söylenmemiş bir şey kaldı mı, diye sorulabilir. Aslında söylenmeyi gerektiren bir şey mi var ki, diye de koyabiliriz soruyu.Gerçekten de insanı dilsiz kılacak kadar açık, yalın ve korkunç bir olay Kanlı Hac. Ama yine de unutmamalıyız ki, hakikatin şahitleri misyonunu yüklenmiş Müslümanlar olarak her halükarda susmamak ve acıyla da olsa, vahşeti haykırmalıyız.
Bu sayımızın tekabül ettiği bir başka acı olay da, İslam Devrimi'nin aziz İmamı'nın vefatının (3 Haziran 1989) 1. yıldönümüne rastlamasıdır. Yalnızca İslam dünyasında değil, küfr dünyasında da çok derin sarsıntılara yol açan İslam Devrimi'nin lideri olarak İmam'ın mücadeleci kişiliğini ve tarihsel rolünü konu alan kapsamlı çalışmaların eksikliğini duyuyor ve ileri ki sayılarımızda bu konudaki çalışmaları yayınlayabilmeyi umuyoruz. Bu arada bu konuyla ilgili olarak önemli gördüğümüz bir takım noktalara dikkat çekmek istiyoruz. İmam'ın değerlendirilmesi ile ilgili olarak Türkiyeli Müslümanlar arasında iki uç yanlış göze çarpıyor. Birinci durumda, bilinç altında taşınan örtük mezhebi kaygılar veya yetersiz bilgilenmenin getirdiği umarsızlık nedeniyle İmam'ın tarihsel konumunu yeterince anlayamamanın neden olduğu bir küçümseme, bir yok sayma söz konusu iken; ikinci durumda ise adete bir 'kişi kültü' oluşmasına yol açacak şekilde İmam'ı neredeyse masum bir pozisyona oturtmak yanlışı ile karşılaşılabiliyor. Burada özellikle ikinci tür yanlışa yol açan yaklaşımdan söz etmek istiyoruz. Bu yaklaşım kolaylıkla iki temel sapmaya yol açabilir. Bir, imamı cemaat veya lider/devrim ilişkisinde imamın, liderin konumunu gerektiğinden fazla ön plana çıkartmak, devrimi adeta liderin şahsıyla açıklamak yanlışını getirir ki bu, halkları tercihte bulunmaktan aciz, bilinçsiz yığınlar şeklinde algılamaya götürür. Halbuki 'bir topluluğun nefislerinde olanı değiştirmesi' sonucunda gerçekleşen devrim olgusunda, ne kadar önemli olursa olsun, liderliğin asıl belirleyici olarak görülmesi sünnetullaha aykırıdır.
Bu yaklaşımın yol açtığı diğer bir sapma da ölçülerin kişilerle yer değiştirmesidir. Özellikle İmam'ın Gorbaçov'a mektubunda serdettiği bir takım görüşlerinin ortaya konulmasından sonra, kimi devrimci Müslümanlar arasında yeniden tartışılmaya başlanan tasavvuf ve mutasavvıflar konusuna ilişkin olarak takınılan kimi tavırlar bu sapma tehlikesinin işaretlerini vermektedir.
Ölçü alınabilmesi için, Rasul(s)'e atfedilen sözlerin dahi Kur'an'a uygunluğunun araştırılmasını emreden bir dinin izleyicilerinin, imam Humeyni'ye atfedilen veya İmam'ın söylediği-yazdığı bir takım görüşlerini tartışılmaz kabuller şeklinde algılamaları ve önceden sahip olunan ölçülerin bir çırpıda yok sayılması İslami bir tavır olamaz. Olayın en üzücü tarafı da, kitleselleşememe, halkla iletişim kurmada zorluk çekme gibi Türkiyeli Müslümanların karşılaştığı pratik zorlukları aşma telaşının sözü geçen eğilimi besleyen önemli bir faktör olarak bu noktada devreye girmesi ve tasavvuf ve tarikatlar konusunda önceden ulaşılan sahih anlayış ve tavırların terk edilmesiyle, kitleselleşmenin önündeki önemli bir engelin kalkmış olacağı hesabının yapılmasıdır. Ayakları yere basmak gibi süslü kavramlarla ifade edilen bu tavırlar en ucuzundan bir oportünizmden başka bir şey değildir.
Unutmamalı ki, hedefini ve yöntemini pratik koşulların dayatmasına göre belirleyen bir hareket İslamilik vasfını yitirmiş demektir, İslami harekette aslolan olguların, olayların ve kişilerin ilkelere göre değerlendirilmesidir; ilkelerin olgulara, olaylara ve kişilere göre çarpıtılması değil. Aksi halde pragmatizm tehlikesiyle yüz yüze gelinmiş demektir.
İmam devasa kalıpları, kemikleşmiş anlayışları sorgulayarak, eleştirerek, yıkarak devrime önderlik etti. -Zaten sorgulama yoksa devrim de yoktur,- İmam'dan öğrendiğimiz bir çok şeyden biri de 'sorgulayıcı bakışaçısı'dır. Öyleyse aynı sorgulayıcı bakışaçısıyla İmam'ın görüşlerini ve eylemlerini de sorgulayabilmeliyiz. Elbette bir insan olarak İmam'ın da bir takım hatalı görüşleri bulunabilir ve vardır da. Bunları görmemek, görmemeye çalışmak ise Türkiyeli Müslümanların geçmişten miras aldıkları ve bilinçaltlarında çok derinden yer etmiş olan 'kişileri putlaştırma' yanlışının yeni bir tezahürü olmaktan başka bir şey değildir. Hele bu yanlış 'çağın putkırıcısı'nın şahsında yapılıyorsa, çok daha trajik bir durumla karşı karşıyayız demektir.
Bu sayımızın Tartışma Bölümü'nde Ahmet Ertürk'ün Türkiye'deki İslami hareketin yakın tarihini inceleyen bir çalışması yer alıyor. Hem arkadaşımızın bu konu üzerinde sürdüreceğini umduğumuz ileriki çalışmalarını, hem de bu yazı çerçevesinde bize ulaşacak olan eleştiri ve değinilen önümüzdeki sayılarımızda yayınlamayı düşündüğümüzü duyuralım.
Bu vesileyle, İslam Ümmeti'nin Kurban Bayramı'nı tebrik ederiz.
Dördüncü sayımızda buluşmak ümidiyle...
- Sunuş
- Endonezya Müslümanları ve Devlet; Uzlaşma mı, İsyan mı?
- Filipinler'de Moro Mücadelesi
- Malezya İslami Uyanışının Siyaseti
- İslamiyetin Siyasete İlişkin Tavırlarının İncelenmesi
- Kitle İletişim ve İktidar
- Türkiye'de İslami Hareketin Gelişim Süreci
- Pakistan Şii Hareketi
- 1987 Kanlı Hac Hakkında Söylenmemiş Olanlar
- İslami Hareket Üzerine
- Said Hoca: Bilgi ile Hayatın Eşsiz Uyumu
- 10 Yıllık İran Devrimi Araştırmaları Üzerine
- Afganistan'da Direniş ve İslam Üzerine
- Endonezya: Müslümanlar Yargılanıyor
- Filipinler'de Çağdaş İslami Hareket
- İran'da Din ve Siyaset