Sünneti Doğru Anlamak
Dini doğru anlama ve yaşama hususunda çok temel engeller, yanlış anlayış ve yönelimlerle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Sahih çizgiden uzaklaşma anlamına gelen bu sapmalar gelenekçilik ve modernizm şeklinde iki ana eksende karşımıza çıkar.
Taklidi esas alan gelenekçi tutumun sahih bir zemine oturup oturmadığına bakmaksızın ve herhangi bir sorgulamaya da tâbi tutmaksızın mevcut bilgi yığınını olduğu gibi aldığı malumdur. Bu şekilde bidat ve hurafeler dine katılmak suretiyle İslam’a zulmedilmektedir. Diğer tarafta ise modernist tutumun aklı merkeze alarak dini içinde bulunulan ortama, ihtiyaçlara, dayatmalara göre şekillendirme yanlışı ile karşılaşırız. Her ikisine karşı da teyakkuzda olmak gerektiği açık olmakla birlikte çok yoğun bir şekilde bizi kuşatan Batı kültürünün beraberinde getirdiği düşünme ve yaşama biçimi içinde bulunduğumuz ortamda bizi bilhassa modern sapmalar hususunda daha dikkatli olmaya sevk etmelidir.
Sünnet ve Hadise Kuşkucu Yaklaşım
Soyut aklı esas alan ve dini yaşanılan hayata uyumlu kılmaya yönelik bir çaba içeren modernist anlayışın etkisinin en net biçimde göründüğü alanların başında Sünnet’e kuşkucu, muğlak yaklaşım gelmektedir. Sünnet’i tümüyle belirsiz, sorunlu bir alan şeklinde resmeden bu anlayışın etkisiyle kimi çevrelerde Sünnet’in hücciyeti yani delil teşkil etme hususiyeti, bağlayıcılığı tartışmaya açılmış, bu bağlamda Resulullah’ın (s) örnekliğini bize taşıyan Kur’an’dan sonra en temel bilgi kaynağımız olan hadislere yönelik olarak da yoğun bir şüphe atmosferi üretilmiştir.
Oysa net biçimde görülmesi gereken gerçek şudur ki Sünnet’e başvurmadan, Resul’ün ve ashabının örnekliğine tâbi olmadan Kur’an doğru anlaşılamaz. Ve yine aynı şekilde hadislere müracaat etmeden Sünnet’i doğru biçimde tespit etmek, kavramak mümkün değildir.
Açıktır ki vahyi yaşanılan ortamın belirlemelerine, taleplerine göre şekillendirme, Kur’an’ı arzu edilen istikamette tevil etme önünde en temel engel bizzat Kur’an’ın yaşanmışlığıdır, yani Allah Resulü ve ashabının sünnetidir. Nitekim bu konuda değerli âlim Muhammed Gazali’nin şu tespiti çok isabetlidir: “Şayet bu kavlî ve amelî sünnet olmamış olsaydı, Kur’an hayal âleminde yaşanan felsefi nazariyelere benzerdi.”1
İlmî Geleneği Yok Saymak
Tam bu noktada modernist tutumun kuşkucu-inkârcı tarzının öne çıktığını ve rivayet malzemesinin tümüyle şüpheli addedilip güvenilmezlikle yaftalandığını görürüz. Bu yaklaşım netice itibariyle Kur’an’ı alabildiğine müphem ve karmaşık algılara açık hale getirirken, ilahi emir ve nehiyleri de göreceliliğe mahkûm etmektedir.
Müslümanların düşünce tarzı, ilmî geleneği açısından bu çok dikkat çekici bir yaklaşım tarzı farklılığıdır. İslami ilim geleneğinde nesilden nesile aktarılan rivayet malzemesi, elbette içinde yanlışlar, ayıklanması gereken gayrı sahih bilgiler, aktarımlar da içermekle birlikte geneli itibariyle ulaşılması ve dikkate alınması gereken dinî bilgiyi yansıtan bir birikim, temel bir kaynak olarak kabul edilmekteydi. Modern dönemde ise aynı malzeme, içinde kimi zaman ihtiyaç duyulan bazı doğrular da bulunan ama geneli itibariyle çürük ve uydurma bir yığın olarak yorumlanmaktadır. İşte bu çok temel bir yaklaşım farklılığı, köklü bir ayrımdır.
Şüphesiz Müslümanların ilim geleneğinde gerek rivayetler gerekse ravilerle ilgili olarak yoğun bir kritik etme, teste tâbi tutma çabası mevcuttur. Bu kaygıyla muhakkik âlimler kendilerine ulaşan haberleri, rivayetleri, serdedilen görüşleri ellerinden geldiğince değerlendirmiş, yorumlamış, kritik etmiş ve ciddi bir ayıklamaya tâbi tutmuşlardır. Bazılarının zannettiği gibi hiçbir kriter gözetmeksizin ne varsa alınmamıştır. Bu bağlamda hadis külliyatının ne kadar yoğun bir cerh ve tadil çabası neticesinde şekillendiği ve nesilden nesile aktarıldığı araştıran ve açık aramayı değil de samimiyetle öğrenmeyi hedefleyen herkes tarafından rahatlıkla görülebilmektedir.
Bununla birlikte elbette bize ulaşan eserlerin ve bilgilerin tümüyle denetimden geçmiş, sıhhati hususunda hiçbir şüphe taşımayan, Kitab-ı Kerim gibi içinde asla yanlış barındırmayan kaynaklar olduğu söylenemez. Bu hususta aşırı davranan ve isnadı hususunda güvenilirlik testinden geçtiği için sahih adı verilen eserlerde yer alan rivayetlerin tümünü kesin doğru kabul edip metin tenkidine asla rıza göstermeyen yaklaşım tarzı da dolaylı biçimde reddiyeci tutuma destek olmakta, bir anlamda tüm hadisleri tartışmaya açan anlayışı beslemektedir.2
Oysa Allah Teâlâ’nın korunmuş kitabından başka Müslümanların dokunulmaz, eleştirilmez vasıflar atfettiği bir kitap ve bilgi kaynağı yoktur. Şüphesiz insanlara ait her söz, değerlendirme, yorum gibi beşerî çabanın ürünü olan her eser de tartışılabilir, eleştirilebilir; şer’i delili, gerekçesi ortaya konulmak suretiyle reddedilebilir.
Nitekim muhakkik İslam âlimleri de ellerinden geldiğince hep bu çaba içinde olmuş, delili esas almak suretiyle yanlışlara dikkat çekmiş, temelsiz ve yanlış şeylerin İslami bilgi birikimine sızmasını engellemeye çalışmışlardır. Bizzat bazı muhaddislerin eserlerine aldıkları rivayetlerin sıhhati hususunda emin olmadıklarında şerh düştükleri, ulaştıkları rivayeti bir bilgi malzemesi olarak yok saymamakla birlikte Resul’e nispetinin kesin olmadığı hususunda uyarıda bulundukları da bilinmektedir.
Ayrıca rivayet malzemesine ilişen uydurmalar üzerine hadis ilmiyle uğraşan âlimlerin çabalarıyla ‘mevzuat’ adı verilen yoğun bir külliyatın ortaya çıktığı da bilinen bir husustur.
Yine başta Ebu Hanife olmak üzere pek çok fakihin rivayet malzemesini ayrıntılı biçimde kritiğe tâbi tuttukları tarihî bir vakıadır. Bu bağlamda Ebu Hanife’nin Kur’an’a aykırılığı dolayısıyla bazı rivayetleri tenkit ettiği ve bunu yaparken de “Allah’ın Resulü Allah’ın kitabına muhalefet etmez.” dediği, yani Resulullah’ın hadisini değil, nakleden ravilerin sözlerini reddettiğini ifade ettiği bilinmektedir.3
Ne var ki bu, bazılarının zannettiği gibi söz konusu âlimlerin günümüzde çokça rastladığımız türden akılcı/rasyonalist bir tutum içinde olduğunu göstermez. Onlar haber-i vahidlerin ancak Kitab, Sünnet, umumi belva ve sahabe ittifakına aykırılığı durumunda terk edilmesi gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir.4
Islah ve İstifade Etmek Yerine İmhaya Kalkışmak
Çeşitli ravilerce iletilen ve muhaddislerce nakledilen kimi rivayetlerin sorgulanması, tenkit usulü çerçevesinde gözden geçirilmesi Müslümanların ilmî geleneğidir. Ve bu çaba bitmiş, tümüyle tamamlanmış bir uğraş olarak da görülemez. Bugün de gündemleşen kimi tartışmalar, araştırmalar göz önünde bulundurularak sıhhati hususunda şüphe uyandıran bazı rivayetlerle ilgili aynı çaba usul çerçevesinde sürdürülebilir, sürdürülmelidir. Nitekim tahkik gayretleri ilim ve basiret sahibi âlimlerce halen ciddiyetle devam ettirilmektedir.5
Ne var ki modern dönemde gelişen kimi eğilimlerin çok dikkatli olmayı, titiz davranmayı gerektirdiği açıktır. Sünnet’i bize ileten rivayet malzemesine yönelik giderek daha yoğun biçimde karşılaştığımız eleştirel yaklaşım mantığının çok temel bazı zaaflar ve tehlikeler içerdiği görülmek zorundadır. Maalesef çoğu durumda “Nasıl anlamalıyız?” sorusu yerine “Nasıl reddederiz?” yaklaşımı öne çıkartılmaktadır.
Burada öncelikle dikkat edilmesi gereken husus tartışmanın çoğu zaman bazı rivayetlerin sıhhati ya da ravilerin sika olup olmadığı ile sınırlı kalmayıp bunun çok ötesine taşındığıdır. Öyle ki hadis rivayetlerine yönelik eleştiri ve itirazların tek tek rivayetlerden öteye geçip tüm hadis külliyatına yönelik bir kuşku atmosferini beslediği görülmektedir.
Sonuç itibariyle sınırlı sayıda rivayeti sürekli gündemde tutarak ve birtakım şüpheli, tartışmalı veriyi öne çıkartarak kaynağın tümünü şaibeli, güvenilmez addetme ve bu şekilde elden çıkartmaya, yok saymaya kalkma tutumu sergilenmektedir. Bu şekilde yapılan şey adeta pirincin içinden taşları ayıklamak değil, pirinç çuvalını taş yığını şeklinde resmetmektir ki bu tutum ölçüsüzdür, haksızdır ve sonuçları itibariyle de gayet tehlikelidir.
Hangi Akıl?
Bu yaklaşım tarzını benimseyen çevreler nezdinde hadislerin sahih olup olmadığına dair ileri sürülen kriterlerin belirsizliği, keyfiliği dikkat çekicidir. ‘Akla uygun olup olmama’ iddia ya da itirazının zaman zaman alabildiğine bir görecelilik içerdiği sabittir. Evet, Rabbu’l-Âlemin Yunus Suresi’nin 100. ayetinde “Akıllarını güzelce kullanmayanları Allah pislik içinde bırakır!” buyurarak aklın önemini, değerini, zorunluluğunu hatırlatmıştır. Ama vahye tâbi olmayan aklın ancak hevayı ilah edinmeyi beraberinde getireceği de açıktır.
Bu yüzden iletilen haberlerin değerlendirilmesinde ‘kimin aklına’, ‘hangi akla’ sorusunu sormadan ‘akla uygunluk ya da uygunsuzluk’ iddiasında bulunmak doğru bir tutum olamaz. Çünkü vahye tâbi olması gereken akıl yani aklıselim ile Batı kültüründen, cahilî hayat tarzından etkilenmiş modern aklın aynı şey olmadıkları ve dolayısıyla da aynı sonuca varamayacakları açıktır.
Ve yine bu şekilde soyut akıl kriterinin esas alınmasının sadece hadis rivayetlerinin tartışılıp geçersiz sayılmasıyla sonuçlanacağını varsaymak da yanıltıcı olur. Aynı yaklaşımla Kur’an ayetlerinin pek çoğunun da teste tâbi tutulup reddedilmesi mümkündür. Örneğin salih kul ile Musa’nın haberinde olduğu gibi, kıssalarla ilgili pek çok ayet aynı mantıkla izah edilemez bulunabilir.6
Reddetmeden Önce Kavramaya Çalışmak
Öyleyse ölçülü olmak zorundayız. Aklımızı tek belirleyici, hakem konumuna oturtmamalı, öncelikle aklımızın sahih, muhkem nasslara tâbi olduğu hususunda net olmalıyız. Ayetlerle ilgili olduğu gibi hadislerle ilgili olarak da “aklımıza uymadı” diye önce reddetme yoluna gitmek yerine “Acaba bu rivayetin ayetlerle ya da diğer rivayetlerle izahı, başka türlü tevili mümkün müdür?” sorusunu öne çıkartmalıyız.
Nasıl ki bazı ayetleri daha net kavramak, doğru anlamak ancak o hükmün sebeb-i nüzulünü bilmeyi gerektiriyorsa bazı hadis rivayetleri de ancak sebeb-i vüruduna vakıf olmakla anlaşılabilmektedir. Bu manada bir rivayetin hangi ortamda, kime, ne maksatla söylendiği bilgisine sahip olmak o hadisin mahiyetini doğru biçimde kavramak için elzem olabilir.7
Sahabe ve ilk nesiller Kur’an’ın tefsiri hususunda olduğu üzere Resulullah’tan gelen haberlere ilişkin olarak da sadece kendi reyleriyle karşı çıkma, reddetme yoluna gitmemişler, gelen bilgileri bir usul dairesinde değerlendirmişlerdir. Sünnete ittiba hususunda şüpheden uzak bir yaklaşımla net bir tavır içinde olmuşlardır. İslami emir ve nehiyleri anlama hususunda akli birtakım çıkarımlar, mantık temelinde yorum ya da itirazlar söz konusu olduğunda bunları sahih ölçülerle değerlendirerek hükme bağlamışlardır. Bu bağlamda Şatıbi’nin İ’tisam adlı eserinde aktardığı şu rivayet çok dikkat çekicidir:
İmam Malik’e birisi “İhrama nereden gireyim?” diye sorar, o da sünnet olan mahalli tavsiye eder ve Resulullah’ın (s) ihrama girdiği yer olan Zulhuleyfe’den girmesini söyler. Ancak o kimse ısrarla Mescid-i Nebevi’den ihrama girmek istediğini söyleyince, İmam Malik: “Yapma, senin fitneye düşmenden korkarım.” der. Soru soran şahıs: “Fitne bunun neresinde? Ben daha uzak mesafe ekliyorum.” deyince de İmam Malik: “Resulullah’ın eksik bıraktığı bir fazilete ulaştığını düşünmenden daha büyük fitne mi olur? Allah Teâlâ: ‘Onun emrine aykırı davrananlar başlarına bir bela gelmesinden veya çok elimli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.’ (Nur, 24/63) buyuruyor.” diyerek şahsı azarlar.8
İmam Malik’in uyarısında da görüldüğü üzere din en temelde teslimiyettir. Dini anlama ve tatbik etme mükellefiyeti öncelikle Kitab’a ve Sünnet’e tam bir bağlılığı gerektirir. Sahih ölçüleri aşan bir çaba, velev ki dindarlık, takva, hayır ve ecir elde etme adına dahi olsa bâtıldır, geçersizdir. Bu noktada akıl ancak sahih ölçülere tâbi kılınmalıdır.
Sünnet’i Hayatlaştırmak
Açıktır ki Batı karşısında iki asırlık yenilgi olgusu ve bunun doğurduğu zihinsel kaos ve krizler yaşanan sıkıntıları, gerilimleri, açmazları tümüyle geleneğe ve akla aykırılıkla itham edilen rivayetlere bağlama yaklaşımını getirmiştir. Bu tutum ise hem ayetlerin keyfî biçimde tevil edilmesi ve kimi zaman da Sünnet’in ve Sünnet’i bize ileten rivayet malzemesinin toptan yok sayılması eğilimini beslemiştir.9
Bu tutum ümmete hiçbir şey kazandırmamış, bilakis dini doğru anlama önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Pek çoklarının hayatına birebir yansıdığı şekliyle, dini modern cahilî kültürün yönlendirdiği hayat tarzının ve düşünme biçiminin gölgesinde kalmaya itmiş, marjinal bir alana hapsetmiştir.
Kabul etmeliyiz ki yoğun biçimde cahilî bir hayat tarzı ile muhatabız ve her yerde derin sorunlarla yüz yüzeyiz. Evimizde, işimizde, akrabalık, komşuluk, arkadaşlık ilişkilerimizde sorunlar var. Küresel bir dayatmaya dönüşen cahilî hayat tarzı düşünme biçimimizden davranışlarımıza, ilişkilerimize, alışkanlıklarımızdan zevklerimize, kaygılarımıza kadar her alana etki etmekte. Boşluk bıraktığımız her zerreye bir biçimde sirayet etmekte. Tam bu noktada arınmamızın, uyanıp dirilmemizin ancak Sünnet’i kendimiz ve yakınlarımız için kuşatıcı bir hayat tarzına dönüştürmekle mümkün olduğunu görmeliyiz.
Sünnet’i hayat tarzı edinmek aile bireylerimizle münasebetlerimizden inkârcılara ve zalimlere karşı tavrımıza; hayata ilişkin beklentilerimizi tespitten tüketim alışkanlıklarımızı şekillendirmeye dek her alana yansımalıdır. İşte bu çaba bizi ulusçuluk zindanından ümmete hicret etmeye; muhacirlere gerçek manada ensar olmaya; cimrilik ve açgözlülüğü terk edip infakı azık edinmeye; ihsanı, ihlası, takvayı eylemlerimizde temel ölçü edinmeye; sıradanlaşıp âdete dönüşen ibadetlerimizi canlandırmaya, özetle Kur’an’ı ahlak edinip Rabbimize en güzel şekilde kulluğa yöneltecektir.
Kuşkusuz muhlis ve muttaki bir tarzda Kitabullah’a yönelme ve İslam’ı yaşama çabası Sünnet’in hayatlaşmasıyla mümkündür. Sünnet’in hayatlaşması ise Resulullah (s) ve ashabının örnekliğini bize taşıyan hadis kültürü ve külliyatıyla kapsamlı ve dinamik bir teması zorunlu kılar.
Dipnotlar:
1- Muhammed Gazali, Nebevi Sünnet, Ekin Yayınları, 8. Baskı, Şubat 2020, s. 248.
2- Soner Duman, Usul Yazıları, Beka Yayıncılık, 2017, s. 209.
3- Fatih Tok, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Kur’an Anlayışı, Kuramer, 2017, s. 241.
4- İsmail Hakkı Ünal, Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2012, s. 171.
5- Enbiya Yıldırım, Hadisler ve Zihinlerdeki Sorunlar-Büyük Muhaddis Şuayp Arnavut’la Söyleşi, Rağbet Yayınları, 2011, s. 133.
6- Enbiya Yıldırım, Hadislere Gerek Yok Söylemi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2020, s. 138.
7- Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisi Anlama Kılavuzu, Otto Yayınları, 2020, s. 222.
8- Aynur Uraler, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2016, s. 115.
9- Mustafa Akman, Hadis-Sünnet İlişkisi ve Toplumun Algısı, Çıra Yayınları, 2011, s. 124.
- Bir Musibetten Bin Nasihat Çıkarmak
- Sünneti Doğru Anlamak
- Kardeşlik Isıtır
- İslami İlke ve Değerler Politik Tartışmalara Malzeme Edilmemeli!
- Günümüze de Yansıyan Yönleriyle Peygamberimizin (s) Sünneti
- Aktüel Fikrî-Siyasi Yorumlarımızdan Önce…
- Cemaat Tercih mi Zorunluluk mu?
- İyiliğin Örgütlü Gücü Olarak Ümmet
- Bir Hesapsız Verme Eylemi: İnfak Etmek
- İmtihan Anındaki Tercihimiz Hazırlığımıza Bağlıdır
- Modern Epistemolojik Tuzağa Karşı, Nebevi Epistemolojiye Sarılmak
- Laik Düzende Devlet ile İlişki
- Özgürlük Meşalesi Hâlâ Yanıyor
- Sisi’nin Varlığı 2011 Devriminin Anılarının Silinmesine mi Bağlı?
- Hz. Peygamber’in (s) Kalbinde Olana Biat Etmek
- Dosdoğru Yaşamak İçin Dini Doğru Anlamak
- Güneşin Türküsü