‘Süleymaniye Kürsüsünde’ki Mehmet Akif
Safahat'ın ikinci cildini oluşturan Süleymaniye Kürsüsünde, 1912 yılında yayımlanır.
Bu uzun şiirin temel izleği, Osmanlı aydınının halkla ilişkisidir. Şiir iki çizgide açımlanır ki birincisi kimi aydınların, okumuşların halka yabancılaşarak taklitçi, güdük ve sapkın bir anlayışa sahip olmasıdır. İkincisi de halkın / İslam dünyasının dağınıklık ve perişanlığı, miskinlik ve cehaletidir. Sorunun asıl kaynağına işaret eden aşağıdaki dizeler, söylediklerimize bağlı olarak şiirin özetini verir gibidir:
Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası,
Pek açık. İşte budur bence vücudun yarası.
Şiirde, Doğu Türklerinden olan ve bir yolcu olarak İstanbul'a da uğrayıp Süleymaniye'de bir vaaz veren Abdürreşid İbrahim konuşuyor görünse de dizelere renk, heyecan ve düşünceleri akseden ses kuşkusuz ki Âkif'le bütünleşmektedir.
Âkif'in şiirinin hayatla bütünleştiği, şiirle toplumsal hayatın iç içe geçtiği birçok yorumcu tarafından sıklıkla dile getirilmiştir. Mehmet Kaplan, Safahat'ı belirli bir bakış açısıyla tasvirler sunan ve yaşadığı dönemi bütün ayrıntıları ile gören ve gösteren manzum bir romana benzetir. Saray, cami, meyhane, sokak, ev, kulübe, şehir, köy, fakir, zengin, dindar, dinsiz, korkak, kahraman, yüksek tabaka, cahil, aydın, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, savaş, barış, mazi, hayal, hakikat hemen her şey Âkif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. O, bütün bunları anlatırken şiirine bir vüs'at kazandırmaya çalışır; edebiyatın şiir dışındaki anlatım olanaklarını da devreye sokar: Hikâyeler anlatır, fıkralara yer verir, betimlemeler yapar, portreler çizer, konuşma ve vaazlardan yararlanır. Komik, trajik, didaktik, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Estetizme koşullanmayan ve her halükârda bir misyon üstlenen, sosyal bir gerekçesi olan bu şiir edebiyatla hatta hayatla bütünleşerek konuşur. Kendi içinde yer yer çoksesliliği barındırsa da duruş ve kimlik sahibi olan, "şehre varıp feryad u figan koparan" ya da "şehrin bir ucundan gelip konuşan mümin bir adam"ın şiiridir bu.
Süleymaniye Kürsüsünde, tek ve uzun bir şiir. Aslında olmadığı halde, Safahat'ın 1950'de yapılan üçüncü baskısından itibaren, bu uzun şiire 24 ara başlık konduğunu görmekteyiz.
Şiirde Doğu İslam âlemine bir seyahat anlatılmaktadır. Galata Köprüsü olduğunu tahmin ettiğimiz bir köprüden geçişle başlar anlatılanlar. Yeni Cami'de bir nebze soluklandıktan sonra Süleymaniye'ye yönelir yolcumuz. Bahçe duvarlarını aşıp içeriye girer. Kürsüde vaaz vermek üzere oturan nuranî yüzlü bir adam vardır artık. Kürsüdeki bu şahıs, yalnızca yüzüyle değil, zihni ve kalbiyle de temiz birisidir. Bu zat Doğu Türklerinden Abdürreşid İbrahim midir? Yoksa Afganlı Cemaleddin yahut Tatar Musa Carullah mıdır karşımızda vaaz veren? Eğer Âkif değilse bu kişi; şu rahatlıkla söylenebilir ki Âkif'in gerçekten önemsediği, imrenerek dinlediği bir kişidir.
Kürsüde konuşan bu adam; alışılagelmiş hocalara benzememektedir. Bilgili, donanımlı, duyarlı ve cesurdur. Klasik fıkıh, tasavvuf ya da bireysel iman konularından söz etmeyeceğini belirterek başlar konuşmasına:
Bana siz âlem-i İslâm'ı sorun, söyliyeyim
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim
Bir zamanlar yine İstanbul'da bulunduğunu söyleyen vaiz, sonra Rusya'ya geçmiştir. İstanbul'a ilk gelişindeki izlenimlerini aktarır dinleyenlere: Din ve saltanat adına bin türlü maskaralık yapılmaktadır. Başta bir kukla vardır, milletin geleceği iki üç kuklacının keyfine bırakılmıştır. Halkın hâli yürekler acısıdır, yoksulluk ve çaresizlik insanları kuşatmıştır. İlmiye sınıfı, adeta ana karnından icazetli cahiller koğuşuna dönmüştür. Beşikte sultan olanlar mı dersin, beşikte âlim olanlar mı? Vekiller birbirlerini jurnalleyen, müzevir ve adi kişilerdir. Askerin terbiyesi bozulmuştur. Aydınları, yöneticileri sefil olan bir toplumun kendisi de temiz ve günahsız değildir elbette. Ahali son derece vurdumduymaz bir konumdadır; neredeyse İsrafil'in sura üfleyeceği güne kadar uyuklamaya niyetlidirler.
İstanbul'un her yönden içler acısı bu hâline tanık olduktan sonra Rusya'ya gider yolcumuz. Rusya'da da o tarihlerde büyük bir baskı ve zulüm vardır. Burada gizlice bir matbaa kurarak insanları irşada koyulur vaizimiz. Devir, Avrupa'da tahsil modasının öne çıktığı devirdir. Doğu dünyası, yetenekli evlatlarını Batı'daki okullara göndermekte, dönüşlerinde de mevcut izmihlaline çareler aramaktadır. Ancak Avrupa'ya gidenlerin bazıları yabancılaşmakta, Batının gönüllü yeniçerilerine dönüşmektedir:
Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sade bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan
Onu ikmal ediverdik mi, bizimdir meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne…
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: "Kızlara mektep lâzım.
Şu kadar vermelisin." kahrolaydım kaçmazdım.
Kurduğu matbaa ve yayın çalışmalarıyla siyasileri, devrin yöneticilerini rahatsız eden vaizimiz, polis tehdidiyle karşılaşır. Rusya'dan ayrılarak soluğu Türkistan'da alır. Matbaası basılıp tarumar edilir. Türkistan'a ulaştığında içini büyük bir heyecan kaplar. Taşkent, Buhara, Semerkant gibi bir zamanların ilim, fen ve sanat alanında ün salmış beldelerindedir artık. Lakin hayal kırıklığına uğrayacaktır. Müslümanların yaşadığı her yer aynı ıstırapla kavrulmaktadır. Vaktiyle büyük insanlar yetiştiren o iklim, zilletin kucağına düşmüştür:
O rasadhane-i dünya, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mazisiyle:
Ay tutulmuş, "Kovalım şeytanı kalkın!" diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!
Bu bölgelerde kirlenmiş bir itikat mı vardır yalnız? Hayır! Üzülerek, yürek yırtılarak gözlemlenen şudur ki, ahlâk da son derece düşüktür. Fuhuş alabildiğine yaygınlaşmış, alkol tüketimi başını alıp gitmiştir. Bu ortamda, dindarlığın basit bir şekilciliğe dönüştüğü, mintanının yenleri yerlerde sürünen hocaların da milletin hayrı için hiçbir şey yapmadıkları, yapılanlara da bid'at diye karşı çıktıkları dile getirilir. Medreselerde okutulup belletilenler, beş para etmeyen bilgilerdir. Hele edebiyatları daha büyük maskaralıklar, rezillikler içermektedir:
Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen şair.
Yalınız, şi'rine mevzu iki şeyden biridir:
Koca millet! Edebiyatı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i emare hizasında henüz duyguları!
Sonra tenkîde giriş: hepsi tasavvufla dolu
Var mı sofiyyede bilmem ki ibahiye kolu?
İçilir, türlü şenâatler olur, bî-pervâ,
Hâfız'ın ortada divanı Kitâbü'l-Fetvâ!
Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!
Urefâ mesleği; âlâ, hem ucuz, hem de şeker!
Mehmet Âkif, adını bizzat anarak tasavvufu eleştirmektedir ki belki de o dönemde bunu yapan ilk ve tek kişi odur. Fars şairi Hafız'ın kitabını, din kitabı yerine koyarak "fetva kitabı" makamına çıkaran bir halkın telakkisi elbette sağlıklı olmayacaktır. Tarih boyunca birçok tasavvuf dergâhında, halka belletilen tutum, onlarda oluşturulan zihniyet gerçekten de "Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!" dizesinde anlatılmak istenenden pek farklı değildir.
Süleymaniye'de konuşan adam, Türkistan'dan Çin ve Mançurya'ya geçtiğini anlatarak sözlerine devam eder. Oralarda da manzara aynıdır. Din sadece bir görenek konumuna indirgenmiştir, Müslümanlar geri ve cahildir. Üstelik herkes "atalar dini"ni öne çıkarmakta; "Böyle gördük dedemizden!" diyerek kendini savunmaktadır. Çin Seddi'nin dibinde uzanıp yatan da Mağrib-i Aksa'da dolaşan da hep dinen merdut olan bu mazerete sığınmaktadır. Âkif, bu noktada, konuşan vaiz aracılığıyla dikkatleri Kur'an'a yöneltir ve şu ünlü dizeleri söyler:
Ya açar nazm-ı celîlin, bakarız yaprağına;
Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için!
Vaiz, Japonya'ya da geçer. Japonlarda eksik olan tek şeyin "tevhid" olduğunu belirtir. Bunun dışında ahlâk ve davranışları neredeyse birçok Müslüman topluluktan daha ileridedir. Hindistan ziyareti ise, Mehmet Âkif'in dönemi içerisinde mevcut bütün Müslüman mektep ve meşreplerden ne ölçüde haberdar olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Şiirde oradaki uyanış hareketlerinden, Kur'an'a yöneliş çabalarından da söz edilir. İşin ilginç ve hazin tarafı, bu seyahatler esnasında, Osmanlı memleketinden gelmiş bu zata, yöre insanlarının gösterdiği ilgi ve saygıdır. Neredeyse onun boynuna sarılarak Sultan'dan haber almaya çalışmaları etkileyicidir. Zira buradaki inananlar, o kadar iletişimsiz kalmış ve dünyadan o kadar kopmuşlardır ki, henüz hiçbir şeyin farkında değildirler. Oysa Osmanlı, ölüm döşeğindedir.
Şiirin dikkat çekici bölümlerinden biri de Kanun-u Esasi başlığı altında verilen dizelerdir. Bu dizelerden hareketle, Âkif'in cumhuriyetçi bir anlayışa sahip olduğunu, saltanata sıcak bakmadığını çıkarabiliriz. Bunu Hindistan'dayken öğrenen ve toplumsal bir müjde gibi değerlendiren vaiz, yöre halkının sevincini paylaşır. Seyahatini yarım bırakarak, bir İstanbul hülyası kurar kendine. Bu hülya içerisinde yeni bir hayatın kapıları artık ardına kadar açılmıştır. İnsanlar cıvıl cıvıldır. Herkes bir işin ucundan tutmuştur. Fabrikalar ve matbaalar çalışmakta, herkes okumaktadır. İmar ve inşa faaliyetleri memleketi sarmıştır. Gemiler yükün ağırlığından limanlara yaklaşamaz haldedir. İşin aslının öyle olmadığı, İstanbul'a dönüşle birlikte, çok geçmeden anlaşılacaktır:
Kör çıban neşterin altında nasıl parlarsa
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli.
Bu dizeler, memleketin ahvalini, o tuhaf inkılâpları, Batı taklitçiliğini ve özentisini özetleyivermektedir. Hürriyetin en çok teşhir edilen boyutu, evvela dine sövmek, sonra da birbirine sövmek şeklinde tezahür etmektedir. Bir de yine basit ve sığ kavmiyet kavgası ön plandadır. Şu dizeler, Âkif'in o dönemde kavmiyetçilik düşüncesine nasıl baktığını açıkça ortaya koymakta ve şiirin Türkçülük cereyanının güçlendiği bir dönemde yazılmış olduğu düşünüldüğünde daha bir önem kazanmaktadır:
Fikr-i kavmiyeti şeytan mı sokan zihnimize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı
Aynı milliyetin altında tutan İslâm'ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
Gerçekçi bir tablo gibi görünmesine karşın, Âkif'in kürsüdeki vaiz aracılığıyla resmettiği manzara karşısında tarafsız kalmadığı, heyecanlı bir tavır aldığı anlaşılmaktadır. Hiddet, hiciv ve alay; dizelerde daha bir öne çıkmaktadır artık. Şiir, "sosyal bir satir" boyutu kazanmaktadır adeta.
"1908 hürriyeti"nin ihtirasları nasıl başıboş bıraktığını ve toplumu nasıl korkunç bir anarşiye sürüklediğini okuyoruz bu dizelerde. Galeyanı hürriyet sananlar, sarhoş veya deli gibi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Akıl ve mantığı boşlayan kalabalık, sokaklara dökülüyor. Neyin takdir olunduğu bilinmeyen bir alkıştır gidiyor. Bilinçsizlik, toplumun en hayati sahalarına, hükümet dairelerine, okullara kadar yayılıyor. Basın, sosyal birliği parçalamaktan çekinmiyor. Cinsel duygular istismar ediliyor. Dine hücum etmek, vicdan hürriyeti sayılıyor. Eğlenmek için borç alarak Avrupa'ya koşuluyor. Bu duruma kızan vaiz, halkın davranışlarını kötü ve gülünç gösteriyor. Şiir, bir tezattan beslenerek güçleniyor bu bölümde. Hürriyet, aslında yüksek bir değerdir. Zira o, insanın aşağı bir seviyeden yukarıya çıkması demektir. Bu şiirde insanlar, yüksek zannettikleri bir şey yüzünden aşağı seviyeye düşüyorlar. Bilinçsiz, abes, mihaniki hareketler yapıyorlar. İnsanların bu hale gelişi, bizi de hem güldürüyor hem kızdırıyor. Genellikle ciddi, ağırbaşlı, işinde gücünde gördüğümüz halk, yedisinden yetmişine kadar zurnaların peşine takılmış, dört keçeli, eli bayraklı alaylar halinde yürüyor. Niçin? Ortada belli bir amaç ve bilinç yok. Bir nizama kavuşması gereken okullar, bu esnada kapatılıyor. Eskiden dalkavukça kasideler yazan şairler, şimdi dalkavukluk zamanı değil diye ana avrat sövüyorlar. Bütün bunlar tuhaf ve gülünç yönleriyle veriliyor şiirde. Yetişkin üç kızını Allah'a havale ederek, "analık ilmi" öğretmek için baldızını Paris'e gönderenlerin akıl almaz tutum ve davranışları da trajikomik bir görünüm kazanıyor. Hürriyete kavuştuğunu sanan kalabalığın bu tür hareketleri, tımarhaneyi yıkan delilerin zincirden boşanmasına; köşe başında nutuk söyleyen hatipler dilli düdüğe, düzen ve uyum içinde bulunması gereken şehir Çamlıbel'e benzetiliyor.
Bu gülünç unsurların yanında, şairin hiddetini ağır sözlerle dile getirdiği hiciv unsurları da var. Herkesin bilinçsizce konuşması, kör çıbanın neşterle patlamasına, gazetelerin birbiriyle çelişen görüşler neşretmesi ayrılık tohumları ekmeye, fuhuş yapanların durumu itlerin çiftleşmesine benzetiliyor. Bu tahlillere devam eden vaiz bir ara dinleyicilerinin ümitsizliğe düştüğünü görünce şu ihtarda bulunuyor:
Ye'se düşmiyecek zerrece imanı olan,
Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.
Âkif'in şiir boyunca kullanmış olduğu dil ve üslup da amacına ve şiirin içeriğine uygundur. Şair / vaiz kalabalığa sesleniyor. Kalabalığa seslenmek için onun dilini, duygu ve düşüncelerini bilmek gerekir. Akif, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da halkın dilini, zevkini, zihniyetini yakalamayı biliyor. Deyimlere, benzetmelere, yer yer halk argosuna (dilli düdük, hödük) başvurarak, konuşma dilini bütün zenginliğiyle kullanmaya çalışıyor.
Vaiz konuşmaya devam etmektedir. Üç bin civarında dinleyicisi vardır. Kısa bir tarihçe bahsinin ardından, milletin bugünkü durumunu betimlemeye kalkışınca, insanlar kendilerini değiştirmeye yönelmek yerine hüngür hüngür ağlamayı tercih ederler. Binlerce insanın aynı anda ağlaması, görülmeye değer bir manzaradır şüphesiz. Ancak bu iniltileri görüp işiten vaiz, sesini cemaate karşı daha da yükseltir. Ağlamanın bir çözüm olmadığını söyler. Mütefekkir geçinenlere, aydınlara yüklenir. Taklitçilik ve yozlaşmayı eleştirirken bağnazlık ve asabiyeti de reddeder. Dinin terakkiye engel olmadığını belirtir. Her yönden Batılılaşmayı savunanların ve kavmiyetçilik fikrine saplananların yanlışları dile getirilir.
Şiir, vaizin duasıyla sona erer.
Kaynakça
Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul 1977
Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 1, Dergâh Yayınları, İstanbul 1988
Metin Önal Mengüşoğlu, Müstesnâ Şair Mehmed Âkif, Pınar Yayınları, İstanbul 2007
- Ergenekon Cumhuriyeti’nde Töre Hukuku İşliyor
- Laik Kemalist Oligarşinin Başörtüsü Düşmanlığı Sınır Tanımıyor!
- ‘Sivil İslam’ ve Kentli Cemaat Alternatif Bir Model Üretebilir mi?
- Söz Konusu Olan Müslümanlarsa, Tutarsızlık Sorun Sayılmaz!
- Merkez Medyanın Başörtüsüne Karşı Kamuoyu Oyunları
- 32. Gün ve Üniversitelerde Laik-Kemalist Sefalet!
- Liberallerin Başörtüsüyle Ateşten İmtihanı
- Başörtüsü Unutkanlığı
- Rablerinin Emrettiği Şekilde Dosdoğru Olamayanlar Düzene Kul Olurlar!
- Kara Harekâtı: Kürt Sorununda Çözümsüzlüğe Devam
- Yıldızlara Yürümek
- Ergenekon’dan Ne Zaman Çıkarız Hocam?
- Tersanede Ölüm Var (D)uyuyor musunuz?
- Kosova’ya Amerikan Özgürlüğü!
- Muğniye Suikastı: İsrail’le Savaşın Yeni Aşaması
- Siyonist Ablukaya Karşı Gazze Dayanışması
- Ayrım Duvarını Yıkın!
- Mısır Parlamentosu El-Ezher’de Gösteri Yapılmasını Yasaklıyor!
- Tevekkül ve Sabır Abidesi Bir Muhacir: Hz. Hacer
- Tebliğde Sabır ve Süreklilik
- Egemen Söyleme Karşı Eleştirel Tanıklığın Şairi: Nizâr Kabbânî
- ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ki Mehmet Akif
- Zilha Günü: Teslim Alınmış Ablaların Hikayeleri
- Bekleyiş
- Hüzün İklimleri