1. YAZARLAR

  2. Haşim Ay

  3. -Sudan’daki Olaylar Bağlamında- İslam Dünyasındaki Gelişmelere Yaklaşımda Perspektif Sorunu

-Sudan’daki Olaylar Bağlamında- İslam Dünyasındaki Gelişmelere Yaklaşımda Perspektif Sorunu

Mayıs 2019A+A-

Türkiye’de gündemin iç siyasete kilitlendiği son birkaç ayda İslam coğrafyasında sıcak gelişmeler yaşandı. Cezayir’de ve Sudan’da yaşanan gelişmeler bu meyanda zikre değer. Her iki ülkede bir süredir patlak veren halk intifadaları nihayet otoriter sistemlerin iki önemli isminin saltanatlarının yıkılmasıyla sonuçlandı.

Sudan’da yaşanan ve Ömer el-Beşir iktidarının düşmesi ile sonuçlanan gelişmeler İslam coğrafyasını okuma noktasında Türkiye’de bir süredir giderek daha belirginleşen komplocu yaklaşım hastalığını bir kez daha gözler önüne serdi. İktidarla kendisini şu veya bu şekilde özdeşleştiren, ona angaje olmayı içselleştiren Müslümanların önemli bir kısmını da etkisi altına alan bu yaklaşım yakın-uzak hemen her gelişmeyi alakalı-alakasız şekilde Türkiye’nin ulusal güvenliğini ve birlik-bütünlüğünü merkeze alarak okuyor. Fransa’daki Sarı Yelekliler ve Venezuela’daki gelişmeler örneğinde olduğu gibi Sudan’daki olaylar da bu cihetten okundu, devletin resmî söylemi doğrultusunda konumlanıldı.

İktidarla her alanda bütünleşmeyi ve onun çizdiği çerçeveyi her ne pahasına olursa olsun asla aşmamayı içselleştirmiş yapıların durumu belki anlaşılabilir ama aynı olumsuz tutum ve yaklaşımın iktidara şu veya bu şekilde destek veren camia ve şahsiyetlerin önemli bir kısmını da iyiden iyiye etkisi altına almaya başlaması, hem iktidar partisini hem de etki alanındaki kitleyi giderek daha bir paranoyaklaştıran “beka” ve “tehdit” retoriğinin gerilim hattına çekmesi düşündürücü.

Somuta indirgediğimizde sonuçta Müslüman halklar arasında heyecan uyandıran ve onların maslahatı lehine gayretler içerisinde olma noktasındaki duyarlılığını belirli ölçüde halen de sürdüren bir AK Parti’yle ille de ayrışmanın, zıtlaşmanın elbette anlamı yok. Ama her alanda kendini AK Parti hükümetinde temsil karşılığı bulan devletin resmî söylem ve icraatlarına boyun eğmek zorunda hissetmenin de ciddi riskleri yok mu? Farklılaşmanın zorunlu hale geldiği ve üçüncü bir tercihe açık kapının kalmadığı noktalarda i’tizal edilmeli değil mi? Mesela Suriye siyasetini düşünelim; Rusya ile girilen ilişkiler sonucunda HTŞ, terör örgütü ilan edildi. Şimdi AK Parti’nin temsil ettiği devletin resmî söylemi ile bununla çakışan adil şahitlik misyonu arasındaki imtihanda camianın geneli nerede duruyor?

Bu gibi sorular bizi zorunlu olarak ümmet coğrafyasındaki siyasal-toplumsal gelişmeleri okuma ve tavır geliştirme noktasında devletlerin ulusal çıkarı eksene alan resmî söylemlerini aşmanın zorunluluğu meselesine getiriyor. Sudan’daki gelişmeler belki bir de “siyasal-toplumsal gelişmeleri İslami hareket yerine devletlerin ulusal çıkarcı resmî söylemi ekseninden okuma hastalığı” olarak ifade edilebilecek bu boyuttan okunabilir.

Sudan’daki Olayların Arap Dünyasında Okunuşu:

‘Arap Baharı’nda İkinci Dalga

Sudan’da 19 Aralık 2018’de başlayan ve nihayet 11 Nisan 2019’da Ömer el-Beşir iktidarının bitmesiyle sonuçlanan olaylar başından itibaren Arap dünyasında yoğun ilgiyle gözlendi. BAE ve Suudi’nin önderlik ettiği Körfez yönetimlerinin ve onların etkisi altındaki bazı Afrika ülkelerinin ABD ve İsrail’in yönlendirmesiyle süreçte patronaj işlevi gördüğü iddia edilse de ne bunu ne de gösterilerde ana aktör olarak rol alan güçlerin bu bloğa yaslandığı hususu nesnel verilere dayanmıyor. Nitekim Ömer el-Beşir’in de Suudi Arabistan’dan BAE’ye ve Suriye diktatörü Beşşar Esed’e değin bir dizi diplomatik ziyaretleri söz konusu olmuştu. Bu süreçte Beşir’in attığı kayda değer son ciddi adımı 23 Şubat 2019’da demokratik kurumların tamamına yakınını feshetmesi hamlesi olmuştu. Değişimci kitleyi ve sürecin aktörlerini ikna edemeyen Beşir, son çareyi olayları bastırmakta bulmuştu. Bu süreçte daha çok izleyici pozisyonda kalan Batılı ülkelerin önemli bir kısmı Ömer el-Beşir ve göstericiler karşıtı açık bir pozisyon almazken Katar, Afrika Birliği ve Türkiye gibi Suudi-BAE ekseninin dışındaki bölge ülkeleri gösterilere dair değerlendirmelerinde halkın ekonomik taleplerini meşru gösterirken aynı zamanda temkinli-çekimser bir dil kullandılar. Siyasal planda gösterilerin yönetim karşıtı bir raddeye varmasının kabul edilemez olduğunu belirterek Ömer el-Beşir yönetiminin lehine beyanlarda bulunmayı tercih ettiler. Hatta Türkiye’de iktidar partisinin çeşitli bürokratları ve iktidara yakın medya gösterileri yer yer komplocu tezlerle açıklamış, olayların arkasında İsrail ve ABD gibi “dış mihraklar”ın bulunduğunu ifade ederek asıl amacın Türkiye’nin Sudan ve Afrika’da önünü kesmek olduğu yönünde bir retorik üretme yolunu seçmişlerdi. Süreç içerisinde Ömer el-Beşir’in gidici olduğu anlaşılmaya başlayınca Türkiye’de iktidar partisine mensup bazı bürokratlar ve yakın medya kesimlerinin ürettiği bu retorikte değişimler gözlendi.

Türkiye’de genel olarak medya ve siyaset çevrelerinde pek karşılık bulmayan ve aynı şekilde İslami kesimler arasında da kayda değer düzeyde gündem olmayan Sudan’daki gelişmeler Müslüman coğrafyanın Arap havzasına mensup muhalif yazar ve aktivistleri nezdinde ise bir hayli ilgiye mazhar oldu. Olaylar sosyal medya ve Arap basınında özellikle de Mısırlı muhalif yazar ve aydınlar arasında heyecan uyandırdı.

Çoğu kendisini ancak sosyal medya üzerinden ifade edebilen Mısırlı muhalif yazar ve aktivistlerin ilgi alanında sadece Sudan değil, yanı sıra Cezayir de son zamanlarda gündemdeydi. Cezayir’de ülkenin dört bir yanında Buteflika’nın 5. dönemine karşı gösteriler düzenleyen Cezayirlilerin, bir umut arayışı içerisindeki Mısırlı muhalifleri heyecanlandırması doğaldı. Hatırlanacağı üzere 2013 yılında geçirdiği beyin kanaması sonucunda tekerlekli sandalyeye mahkûm olan 81 yaşındaki Buteflika’nın sağlık durumu ve ilerleyen yaşı, ülke gündemini diğer sorunlardan daha fazla meşgul ediyor ve görevi artık bırakması gerektiğini düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Tüm bunlara karşı hiçbir şey yokmuş gibi davranan Buteflika 2014 yılında yeniden aday olmayı tercih etmiş ve şaibeli seçimler sonucunda koltuğunu korumuştu.

Yıl artık 2019 ve Buteflika ülkeyi yönetemeyecek kadar yaşlı ve hasta. Bundan ötürü Cezayir’de beşinci dönemde aday olmaması için gösteriler yapıldı. Sudan’daki tepkileri de temel olarak (her ne kadar son olayları baz alarak ekonomik faktörleri temel belirleyen olarak öne çıkarmak isteyenler yoğunlukta olsa da) Ömer el-Beşir’in kaç kuşaktır sürgit devam eden ve giderek otoriterleşen iktidarına duyulan nefretle açıklayan Arap yazar ve aktivistler iki ülkedeki bu kitlesel gösterileri Mısır, Yemen, Libya ve Suriye’de tıkanan ‘Arap Baharı’nın yeniden canlanması ve değişim iradesinin sürdüğünün göstergesi olarak okuma eğiliminde oldular. Nitekim bu durumu “Arap Baharında 2. Dalga”olarak tanımladılar.

Örneğin Mısırlı muhalif ve siyaset bilimi profesörü Dr. Hassan Nafaa 23 Şubat 2019 tarihinde Twitter hesabından bu paralelde paylaşımlar yaptı. Cezayir ve Sudan’daki gelişmelerin muhalif Arap yazar ve aktivistler üzerinde oluşturduğu etkinin tipik bir örneği olan Nafaa’ya göre iki ülkede başlayan bu olaylar “Arap Baharında ikinci dalga”yı oluşturmaktaydı.  Nafaa, şunları söylüyordu: “Arap Baharı devrimlerinin ikinci dalgası çoktan başladı; ancak bu sefer Sudan'dan geldi. Cezayir hareket etmeye hazırlanıyor ve diğer Arap ülkelerinin de bunu takip etmesi muhtemel. Arap halklarının tiranlığa ve sosyal adaletsizliğe teslim olmadığı ve olmayacağı açıktır."

Nafaa’nın Sudan’daki gösterilere dair çizdiği iyimser tablo her ne kadar aynı günün (23 Şubat) ilerleyen saatlerinde Beşir’in hamlesiyle dağıldığı görülse de sürecin nihayetinde Nafaa’nın iyimser öngörüsünü haklı çıkardığı anlaşıldı. Ömer el-Beşir, iktidar gücüyle elinde topladığı tüm imkânlara rağmen değişim talebiyle ayaklanan kitlenin direnişini önleyemedi ve uzun zamandır yakalandığı tek adamcılık ve bunun sürüklediği otoriterlik eğiliminin hastalığına yenik düştü. Uğradığı akıbet “Arap Baharında ikinci dalga” ve “halkların sinmeyen değişim iradesi” yorumlarının gerçekliğini teyit etti.

Sudan’daki Olayların Türkiye’de(n) Okunuşu:

İktidar ve Medyasının Manşetleri Bir Telden, Yazarları Başka Bir Telden Çalıyor!

Yaklaşık dört ay süren Sudan’daki olaylar Ömer el-Beşir’in tutuklanması ile sonuçlanan ve “darbe” olarak nitelendirilen son sürece kadar Türkiye’de medya ve siyaset çevrelerinde çok da ilgi görmedi. Ümmet bilinci dairesi içerisinde öteden beri İslam coğrafyasındaki gelişmelere duyarlılığıyla öne çıkmış camiaların önemli bir kısmında da heyecan uyandırmadı. Muhtemelen bunda diğer birçok nedenin yanında özellikle iki sebebin payı büyüktü: Birincisi Sudan’daki gelişmeler karşısında hükümet göstericilerin lehine ve Beşir yönetiminin aleyhine açık bir pozisyon edinmedi. Bağlı olarak olaylar hükümete yakın medyada pek gündem olmadı. Yer yer gündem olduysa da manşetler hükümetin ürettiği retorikle uyumlu olarak kâh temkinli kâh komplocu düzeyde kaldı. Hal böyle olunca muhafazakâr kitle ve İslami camianın kahir ekseriyetinde de karşılık bulmadı. İkinci olarak ise İslam coğrafyasının genelinde Ortadoğu intifadalarıyla başlayan sürecin Mısır’da akamete uğraması, Suriye’de ise belirsiz bir sürece sürüklenmesi Müslüman camia ve tabanlarının geneli nezdinde anlaşıldığı kadarıyla heyecan ruhunu zayıflatmış ve karamsar kötümser bir ruh halinin baskın çıkmasını sağlamış/tı.

“Dış parmak” gösterme hastalığı ve Sudan’dan Türkiye hükümeti namına tehdit kotarmak, göstericileri ABD ve İsrail işbirlikçisi olarak lanse etmek gibi Sudan gerçeklerine yabancı, sahadan ve İslami hareket kaygısından kopuk garip değerlendirmeler yazık ki bu süreçte öne çıktı. Mesela AK Partili Cevdet Bingöl ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dostu olduğu belirtilen Sudan kökenli Bosna gazisi Dr. Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif gibi şahsiyetlerin bu bağlamdaki değerlendirmeleri garipti. Bununla birlikte Anadolu Ajansı’nın başından beri bölgeden aktardığı haberler ve analizlerinde genel olarak nesnelliğin gözlendiği de burada kaydedilmeli… Sağda solda “bölge uzmanı” sıfatıyla konuşan ve yazanların önemli bir kısmının birçok olayda olduğu gibi yine Sudan olayında da sergilediği çapsızlık ve ufuksuzluk ise İslam dünyasındaki gelişmeleri devletlerin resmî görüşünün ötesinde İslami hareket perspektifinden okumanın gerekliliğini bir kez daha ortaya koydu. Bu süreçte iktidar namına istenen doğrultuda söylem üreten sahaya yabancı sözüm ona “Ortadoğu uzmanları”nın İslam coğrafyası analizi noktasında İslami hareket mensubu tecrübeli şahsiyetlerle boy ölçüşemeyeceği bir kez daha anlaşılmış olsa gerek.

Bu noktada köşe yazıları düzeyinde analizde bulunup perspektif geliştirmeye çalışan ve iktidar partisine mensup bazı bürokratlar ile yakın medya kesimlerinin ve sözüm ona “Ortadoğu uzmanları”nın üretmeye çalıştığı haksız, komplocu retoriği düzeltmeye azmeden az sayıdaki insanın çabaları takdire şayandı. Haksöz-Haber sitesinin Sudan ve Yorum-Analiz kategorilerinde tamamına yakınının arşiv olarak bulunabileceği bu yazıların çoğunda Sudan gerçeği tarihsel arka planıyla gözler önüne seriliyor, Ömer el-Beşir’in devrime ihanet anlamına gelen ve ne zamandır süren diktatörlüğe meyyal özelliğine dikkat çekiliyor ve muhaliflerin haklılığının altı çiziliyordu. Bu bağlamda özellikle de Yeni Akit’ten Ahmet Varol’un hakkaniyeti gözeten yazılarının olduğu kaydedilmeli.

SUDAN’DAKİ OLAYLARIN ANLAMI

Sudan ve Cezayir’de baş gösteren olaylar Türkiye’de birkaç istisna dışında genel olarak ilgi çekmedi. Müslüman kamuoyu ve İslami kesimlerin geneli açısından düşünüldüğünde Arap Baharı’nın Mısır ve Suriye’de siyasal düzlemde beklenen sonucu vermemesinin yol açtığı moral bozukluğu ve heyecan kaybının bunda temel belirleyici olduğu söylenebilir. Ek olarak Cezayir’de Buteflika ve Sudan’da Beşir’in devrilmesini getiren yeni sonuçları açısından bakıldığında ise gelişmelerin Türkiye’de yukarıda adı geçen kesimlerde yeterince gündem olmayışında rol oynayan temel faktörün yerel seçimler sonrası gündemin fazlasıyla iç siyasete kilitlenmiş olmasıdır.

Gerek Cezayir gerek Sudan’daki gelişmeleri takip eden ve değerlendiren kişi-kesimler bazında bakıldığında ise özellikle de Sudan’a ilişkin kaygılı bir ruh halinin oluştuğu ve sürecin nasıl bir seyir izleyeceğine dair süren belirsizliğin bunda rol oynadığı gözlemleniyor.

Bu bağlamda Sudan’daki olaylarda rol oynayan aktörlerin kimlik ve gelecek tasarımı, Ömer el-Beşir’in Hasan Turabi ile birlikte çıktığı yolda neden süreç içerisinde raydan çıkıp devrimi berhava ettiği, sürecin bundan sonrasına ilişkin tedavüldeki senaryolar ve geleceğin muhtemelen ne yönde şekilleneceği gibi hususları başka bir yazıya bırakarak gelinen noktanın anlam ve değeri bağlamında birkaç noktayı vurgulamakla iktifa edelim:

‘Bir Despotun Gitmesi Her Şey Değil’

Doğru Ama Bu ‘Hiçbir Şey’ Demek midir?

Ortadoğu intifadalarına başından beri ilkesel olarak destek veren Türkiye’nin Sudan’daki olayları okumada son sürece değin halkların iradesini öteleyen ve kurulu düzeni önceleyen tutumu garipsenecek bir durumdu.

Sudan ve Venezuela’da şahit olunan gelişmeler karşısında Türkiye’nin hükümet düzeyinde yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Şüphesiz hemen her uluslararası gelişmede ABD ve Batı emperyalizminden yana konum belirleyen “Eski Türkiye”nin tutumuna kıyasla bugün ABD’ye rağmen belirlenmeye çalışılan tutum temelde değerli. Türkiye’nin Sudan olaylarında “dış mihraklar”a karşı temkin vurgusu ve Venezuela’daki gelişme karşısında darbe karşıtı tutum takınması bu bağlamda edindiği yeni dış politika vizyonu açısından anlaşılabilir ve belki de kendi içinde tutarlı bulunabilir bir durum. Ama ümmet coğrafyasındaki gelişmeler ve uluslararası ilişkiler zeminine İslami hareket perspektifini merkeze alarak bakması gereken Müslümanların da her dış gelişme karşısında Türkiye hükümetinin diplomatik düzeyde edindiği resmî yaklaşıma giderek angaje olan görüntüsü hiç de hayra alamet gözükmemekte. Bu durumun yol açtığı kusurlu yaklaşım ve konumlanışlara özellikle de Sudan, Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemi ve Venezuela’daki gelişmelerin okunması ve yorumlanmasında tanık olundu. Sudan’daki olayları Türkiye hükümeti uzun süre boyunca dolaylı veya dolaysız olarak “dış mihraklar”ın kışkırtmasına; İsrail, Körfez monarşileri ve ABD oyununa indirgedi, parti tabanı ve camianın geneli de bu görüntüyü verdi. Venezuela için R. Tayyip Erdoğan, Maduro ile dayanışma ilan etti, öyle ki bazılarımızın bir tek seferberlik ilan etmediği kaldı!

Oysa Sudan ve Venezuela’da öyle iddia edildiği gibi hiç de kendileriyle dayanışma ilişkisine girilecek, sahiplenilecek yönetimler yoktu. Ömer el-Beşir denilen adam büyük devrime ihanet etmiş, Sudan’da saltanat kurmuş ve ne pahasına olursa olsun iktidar koltuğunu korumak için bütün ülkeyi ateşe vermeyi göze almış bir diktatörden başkası değildi. Maduro denilen adam ise halkını açlığa mahkûm etmiş ve bunda da kendisinde asla kabahat görmeyen, varsa yoksa ülkedeki tüm sorunları “dış mihrak”la, emperyalizmle açıklayan bir diktatörden öte bir şey değildi! Aynı ismin Suriye’de de sonuna kadar Esed canisinin savunucusu ve Suriye halkının adalet ve özgürlük mücadelesinin düşmanı olduğu gerçeği örtüldü.

Dolayısıyla şunun altını bir kez daha çizmekte fayda var:Elbette emperyalistlerin dünyanın herhangi bir bölgesinde diktatörlüğü bahane ederek giriştiği darbe girişimlerini destekleyecek değiliz ama emperyalizme olan karşıtlığımız bizi despot diktatörler etrafında kenetlenmeye de götürmemeli. Tam aksine emperyalizme karşı olduğumuz kadar aynı şekilde despotların, diktatörlerin de karşısında olduğumuzu haykırmalıyız. Ortada hem emperyalizme hem despotizme eş zamanlı tavır almış bir cephe yok iken koltukları tehlikeye giren diktatörleri hak cephe zannedip etrafında saf tutmak yakışık almaz!

Bazıları da “Sudan’da ve Cezayir’de despotlar gitti de ne oldu!?” havasında. Despotların yerini kimlerin dolduracağı ve sürecin bundan sonra nasıl bir seyir izleyeceği elbette önemli ama sonucun belirsizliği üzerine büsbütün karamsarlığın oturtulması ve bedel ödeyen halkların iradesinin tahfif edilmesi adil mi? Hele olayları salt “dış mihraklar”la, nam-ı diğer “üst akıl”la, Amerika’yla, İsrail’le izah etmenin çok basit ve adaletsiz bir yaklaşım olduğu ortada değil mi? Evet, Sudan’da ve Cezayir’de iki despotun alaşağı edilmesi her şey demek değil ama ülkede saltanat kurmuş, halklarının sorunlarına ve öz değerlerine yabancılaşmış, gücünü zorbalıktan alan despotların devrilmesi az bir şey mi?

Hasan et-Turabi, Sürecin Bu Noktaya Geleceğine Dair Ömer el-Beşir’i Defalarca Uyarmıştı

Sudan’da bugün yaşanan durumu anlamlandırmak aslında ümmet coğrafyasındaki gelişmelere duyarlı Müslümanlar için bu kadar zor olmasa gerektir. Bunun için ümmet coğrafyasının birçok havzasında olduğu gibi Türkiye’de de İslami hareket duyarlılığına sahip çoğu Müslüman kişi ve camiayı olumlu yönde etkileyen rahmetli Dr. Hasan et-Turabi’nin tanıklığı bir karine olarak yeter de artar bile.

Nitekim Turabi, Beşir’in bu akıbetini çok önceden öngörmüştü ama Beşir uzun bir süre beraber yürüdüğü bu samimi yol arkadaşını dinlemek yerine onu cezalandırmayı yeğlemişti.

Turabi’nin 2000’li yılların başında ekarte edilmesiyle despotizme yönelen Beşir zaten büyük Sudan rüyasını kâbusa döndürmüştü ama Turabi’nin varlığı ve mücadelesi yine de büyük bir imkândı. Sağ olduğu zaman Beşir’in despotik yönetiminden ziyade Turabi’nin ıslah mücadelesinin akıbetinin ne olacağı daha çok merak ediliyordu. Ne var ki Turabi’nin ölümünü müteakip geleceğe ilişkin bu ümit ışığı da sönmüş ve Sudan zaten belirsiz bir geleceğe doğru yelken açmaya başlamıştı. Beşir’in zaten uzun süre tutunamayacağı belliydi ve nitekim öyle de oldu. Sudan’da muhalefetin Beşir’i koltuğu bırakmaya mecbur etmesi bölgemizde ezilmeye, örselenmeye çalışılan adalet ve özgürlük iradesinin hayatiyeti açısından güzel bir gelişme ama Sudan’da sürecin bundan sonra nasıl seyredeceğine dair içimizin rahat olmamasında da bir hayli haklı sebeplerimiz mevcut.

Öncelikle Sudan’da muhalefetin ana unsurları siyaseten çok da becerikli bir profile sahip değiller. Ordudan sonra en önemli güç aşiretler ve bunların siyasal uzantısı olan ana muhalefet partileri Ensar ve Ümmet de bu aşiretler arası tarihî rekabet ve nüfuz mücadelesini temsil etmekteler. Geçmişte Turabi’nin yoğun mücadelesi ve çabası sonucunda bu hareketlerin gençlik tabanları harekete geçirilerek gerek ülkede belli bir güce karşılık olan sol-komünist cenah gerekse askerî cunta yönetimlerine karşı başarılı devrimlere imza atmışlardır. Özellikle Numeyri’ye karşı yapılan devrim bu bağlamda kayda değer ciddi bir başarı olmuştu. Ancak her devrim sonrasında tesis edilen kısmi demokrasi/sivil yönetimlerde ortaya konulan icraatlar çok da becerikli bir tablo ortaya koyamamış olacak ki ülkede siyasi istikrar bir türlü oluşamamıştı. Bunun tek istisnası ise Ömer el-Beşir ve Hasan et-Turabi’nin önderliğinde gerçekleştirilen ‘Milli Selamet Devrimi’dir. Ekonomiden siyasete, kültürden eğitime, toplumsal yapıdan uluslararası ilişkilere değin birçok alanda ülkenin İslami değerler ışığında yeniden yapılandırılmasını öngören bu çok yönlü ıslah projesi de kısmen Darfur ve Güney Sudan sorunu, kısmen uluslararası istikbarın ambargoları ama daha çok da Ömer el-Beşir’in tekadamcılığa meyletmesi sonucunda kadük kalmıştır. Bugün Beşir’e karşı sokağı örgütleyen ana akımlar ise Turabi’nin başarısını çoğu zaman kıskanmış ve grupçuluk mantığıyla davranmıştı. Bu yüzden kâh İran’dan kâh Suudi Arabistan’dan destek devşirerek etkili olmaya çalışan Ensar ve Ümmet’in yanı sıra nicelik olarak az ama nitelik olarak ciddi bir dinamiğe tekabül eden seküler kesimler de Rusya ve Amerika gibi dış güçlere dayanarak sistemde etkili olmaya çalışmışlar.

Bugün Beşir’e karşı sokağı örgütleyen ve nihayet onun devrilmesini sağlayan unsurlar arasında ise zamanında Turabi’yi yalnız bırakan İhvan davar; Turabi’nin partisi var. Süreçte iktidar dışında Sudan’ın neredeyse tüm sosyal-siyasal dinamikleri müdahil pozisyondalar. Haliyle mevcut durum ve soruna ilişkin bu konsensüsün taraflarının çözüm algısı ve gelecek tasarımında farklılıklar olacaktır. Yanı sıra ülkenin yeniden inşası sürecinde her unsurun bölgesel ve küresel ölçekte kaynak ve destek arayışı içerisinde olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu süreç değişim cephesinin tüm tarafları için olmasa da bazı unsurları açısından hem ABD hem Rusya ve hem de Körfez monarşilerinden destek almıştır. Bu bağlamda sürecin sonrasına ilişkin Suudi–BAE öncülüğünde şekillenen İsrail ve ABD işbirlikçisi İhvanofobik cephenin inisiyatif alma ihtimali haklı olarak endişe duyulması gereken bir durumdur. Doğru olması durumunda bunun ekonomik ve diplomatik bağlamda ülkeyi zamanla rahatlatma ihtimali bulunmakla birlikte özellikle de İhvan’da somutlaşan antiemperyalist ve despotizm karşıtı İslami hareket çizgisinin ve dış politikada bu çizgiye patronaj işlevi gören Türkiye’nin aleyhine olacağı izahtan vareste bir durumdur. Meselenin bu boyutlarını ilerleyen süreçlerde yaşanması muhtemel gelişmeler bağlamında tekrar tekrar muhasebe etmek gerekecektir.

HAYAT YENİ SANCILARA GEBE

Sadece Sudan’da mı? Hayır. Mısır’da, Cezayir’de, Yemen’de; yaralı ümmet coğrafyasının birçok yöresinde… Daha düne kadar Ortadoğu’da Batılı efendilerinden aldıkları güce yaslanarak halkların değişim talebini zorbalıkla bastıran nice despot artık bu yörelerde suların durulduğu, mevcut durumun bir daha asla değişmeyeceği zehabına kapılmıştı. Öyle ki direngenliğini daima korumuş Filistin dışında bu yöre halklarının kaderinin değişmeyeceğine, kaba deyimle “bizden bir halt olmazcılık” itikadına genel bir teslimiyet durumu söz konusuydu. Ama Ortadoğu intifadası ile başlayan süreçte İslami hareketlerin, değişim talep eden yoksul kitlelerin, despotizmden bıkmış toplumsal kesimlerin ortaya koyduğu direnç bu itikat sahiplerini fena halde çarptı. Ne Batılı siyaset ve sosyoloji kürsüleri ne de umudunu kaybetmiş “İslamcılar”ın genel çoğunluğu bunu öngörememişti.

Ortadoğu intifadalarının tabii olarak nasıl bir süreç izleyeceğini ve yakın gelecekte nasıl şekilleneceğini öngörmek zordu. Keza bu devasa ölçekteki çok yönlü değişim dalgası küresel sistemi de alt üst eden özellikteydi. Bu nedenle bölge üzerine hesabı olan her güç odağı süreci kontrol altında tutma, kendi lehine çevirme hesabı yaptı. Bu durum doğaldı. Sonuçta herkesin yekdiğeri ile örtüşen veya ayrışan bir ajandası var/dı. Ama bu durum asla değişim iradesini kuşanan, ölümüne öne atılan ve nice bedeller ödeyen halk kitlelerinin ve İslami hareketlerin bu ısmarlama ajandalara angaje olduğu anlamına gelmiyordu. Nitekim olayı böyle okuyanlar yanıldı. Mısır’da yanıldılar ve Suriye’de yanılmaya devam ediyorlar!

Emperyalizmin sağı ve solunun, küresel sistemin jandarmaları Amerika ve Rusya’nın Mısır’da başka bir aktör üzerinden klasik statükoyu ikame etmekte görece başarılı olmuşluğu ve Suriye’de intifada ırmağını kurutmaya mebni çabaları çoğu kişi-kesimi aldatmış görünüyor. Mısır’da değişim iradesi görünürde duruldu ve Suriye’de alabildiğine marjinalize edildi ve nitekim bu durum çoğu kişi-kesimi yanılttı. Ama Sudan ve Cezayir’de bugün baş gösteren olaylar bir kez daha gösterdi ki ‘Arap Baharı’ sürecinde bu coğrafyada başlayan değişim iradesi hâlâ capcanlı. Müslüman Ortadoğu zorba ulus-devletlerin inşası sürecinde uzun bir süre genel bir uykuya daldı. Bölgedeki bu genel olumsuzluğa karşın İslami hareketlerin merkezinde olduğu uyanış çabaları her ne kadar ağır bedellerle bastırılsa da ortalık hiçbir zaman emperyalistlerin ve despotların çoğumuzu inandırmaya çalıştığı şekilde durulmadı. Statüko hiçbir zaman istikrar sağlamadı. Ortadoğu uluslaşma sürecinden bu yana hep bir geçiş sürecini yaşadı.

‘Arap Baharı’yla birlikte ağırlıklı olarak İslami hareketler ve onların etrafında saf tutmuş inanan kitleler yeni bir geçiş süreci için güçlü bir kıvılcım tutuşturdular. Emperyalistler ve işbirlikçisi yeni despotlar Mısır örneğinde olduğu gibi ağır bedeller ödeterek süreci durdurduklarını zannettiler ama Cezayir ve Sudan’daki olaylar gösterdi ki değişim ve geçiş süreci hâlâ devam etmekte. Sular durulmadı, aksine önüne çıkarılan engebelere rağmen bu su (intifada veya değişim iradesi) yatağını buluncaya değin akmaya devam edecek.

Cezayir’de zorba bir cuntanın kuklası bir despotu ve Sudan’da otoriterliğe, tek adamcılığa meylederek büyük Sudan devrimine yeterince ihanet etmiş olan Ömer el-Beşir’i alaşağı eden kitleler tüm dünyaya şunu mesajı veriyorlar: Değişim kaçınılmaz ve bunun önünde kimse duramaz! Despotizme meyledenler şu veya bu şekilde zorba iktidarlarını uzatabilirler ama ilelebet asla payitaht olamazlar! Despotizmin kaynağını tek hamlede kurutmak kolay değil ama bir despotu tarihin çöp kutusuna göndermek de az şey değil!

Hâsılı kelam Sudan ve Cezayir’de sürecin bundan sonra neler getireceğini şimdiden öngörmek zor ama açık olan bir  şey var: Adalet ve özgürlük talebi belki bastırılabilir, uluslararası ve bölgesel güçlerin manipülasyonlarıyla bir despotun yerini başka bir despot alabilir ama değişim iradesini kuşanan, direne direne kendini var etmeye devam eden halkların mücadelesi bitmeyecektir!

Sudan ve Cezayir’de hayat yeni sancılara gebe ve dolayısıyla Mısır’da, Suriye’de, Libya’da ümmet coğrafyasının yaralı birçok yöresinde henüz hiçbir şey bitmiş değil!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR