Sivas'ı Doğru Yorumlamak
Sivas'ta 2 Temmuz günü yaşananların yol açtığı sarsıntı kolay unutulacağa benzemiyor. Her kesim kendi bakış açısından olayı yorumlamakta. Kimilerine göre olayın püf noktası "irticanın gözüdönmüşlüğü" kavramında yatarken, kimilerine göre "provokasyon", bir başkalarına göre ise "dış tahrik" kavramları olayın temel açıklayıcısını oluşturuyor. Burada dikkati çeken bir husus, Sivas olayını değerlendiren farklı farklı çevrelerin hemen tümünün olayı yalnızca 37 kişinin ölümü boyutuna sıkıştırarak ele almasının eksik ve zaaflı bir yaklaşım doğurmasıdır. Halbuki Sivas olayının belirleyici özelliğinin, olayın gayri ihtiyari sonuçlarına bağlı olarak değil, olayın bütününden kalkılarak değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Bu çerçevede Sivas olayı, öz itibariyle; "Şeytan Ayetleri" isimli emperyalist bir saldırının yerli uzantısı olan Aziz Nesin ile laik diktatörlüğün yerel uzantısı Sivas Valisi'nin şahıslarında simgelenen İslam düşmanlığına karşı, Müslüman halkın kitlesel tepkisinin coşkulu bir şekilde kabarması olarak tanımlayabiliriz. Emperyalizmin uşağı Selman Rüşdi'nin rolüne soyunan Aziz Nesin'in temel hedef olarak seçildiği bu eyleme Amerikan bayrağının yakılarak başlanması, yerli işbirlikçilerin İslam'a saldırıları ile emperyalizm ilişkisi üzerine Müslüman halkın ulaştığı düşünce berraklığını yansıtan bir gösterge olmuştur.
Bu noktanın altını çizmek gerekir. Aziz Nesin ile Amerikan emperyalizminin ilişkisini vurgulamak kimileri için aşırı zorlama bir yorum, ya da komploculuk olarak görülebilir. Fakat İslam dünyasının bütününde yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında bu yorumun hiç de abartılı olmadığı açığa çıkacaktır. Bugün tüm dünya üzerinde Amerikan emperyalizmi İslam'a ve Müslümanlara karşı yoğun bir komplo, saldırı ve katliam kampanyası sürdürmektedir. Mısır'da, Cezayir'de idam edilen mücahitler, Bosna'da tecavüze uğrayan bacılar, Irak'ta, Somali'de bombardıman edilen, Filistin'de, Hindistan'da ve ABD'de çeşitli işkence, baskı ve komplolara uğrayan Müslümanlar emperyalizmin topyekun saldırısının örneklerini oluşturmaktadırlar. İşte bu noktada Aziz Nesin fitnesi, tam da emperyalizmin İslam ile savaş kampanyasına denk düşmektedir. Elbette bunun için Aziz Nesin'in ille de ABD'den maaş ya da direktif alması gerekmez ama gördüğü fonksiyon tam yerini bulmakta ve kendisini emperyalist uşağı konumuna oturtmaktadır.
Sivas olayını değerlendirirken üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, halkın tepkisini ortaya koyuş biçiminin rejimin güvenlik güçlerini etkisiz kılmasıdır. (Hakikaten de) 2 Temmuz günü Sivas'ta kontrol tam anlamıyla rejimin denetiminden çıkmış halkın eline geçmiştir. Gittikçe artan bir yoğunlukla halkın İslami duyarlılığını sokağa dökmesi karşısında hem polis hem de askeri güçler etkisiz kalmışlardır. Laik Kemalist rejimin biricik dayanağı ordunun -geçici de olsa-yaşadığı bu acziyet o noktadadır ki, olaydan bir gün sonra Genelkurmayın Şefi Sivas'a giderek bir gövde gösterisinde bulunma ihtiyacını hissetmiştir.
Kararlı bir halk hareketi karşısında rejim güçlerinin açmazını sergileyen bu olayı bazı çevrelerin "devletin gericilere taviz vermesi" şeklinde sunmaya çalışması saptırmacadan başka bir şey değildir. Bu çevreler Sivas halkının bu eylemini, olaylardan iki gün sonra Alevilerin yoğun olarak oturduğu Sivas'ın Alibaba mahallesinde, üstelik sokağa çıkma yasağı da varken, askerin icazeti* ile yapılan karşı gösteri ile karıştırıyorlar herhalde. Belki de Sivas'ta ölenlerden iki kişinin İstanbul'da yapılan cenaze töreninde, İstanbul Emniyetince tüm resmi polislerin geri çekilerek, yürüyüşçülerin "kafalarına göre" yürüyebilmeleri için uygun zemin oluşturulması ile karıştırıyorlardır, kimbilir! Ne gariptir ki bu yürüyüş sırasında çeşitli kuruluşlar yanında, muhtemelen yalnızca tabelasında yazılı "İslam" kelimesi yüzünden Bağlarbaşı'ndaki İslam Ansiklopedisi binasına bile saldırılmıştır. Fakat bu tür kuruluşlara yapılan saldırılardan çok daha düşündürücü olan şey, Ankara'daki cenaze töreninde olduğu gibi, İstanbul'da da yoldan geçmekte olan sakallı erkeklerin ve örtülü hanımların hakaret ve tartaklamalara maruz kalmasıdır. Tam bir azgınlığın ifadesi olan bu davranışlar temelde laik çevrelerin içinde bulunduğu panik halini yansıtmaktadır.
Gerçekten de, Sivas olayı ile birlikte Türkiye'de egemen laik çevrelerin içinde bulundukları panik halinin kronikleşmekte ve derinleşmekte olduğu gerçeği daha bir belirginleşmiştir. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin ardından ortaya konulan devlet yönlendirmeli laik tepkisellikte olduğu gibi, Sivas olayı üzerine de kaçınılmaz sona gidişin verdiği endişe ile laik cazgırlık ortalığı toza dumana katmaya çabalamıştır. Sivas'ta meydana gelen koca bir toplumsal vakıa basının da çanak tutması ile belli çevrelerce yalnızca otel yangınında 37 kişinin ölmesi konusuna sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Böylelikle bir yandan olayın asıl görülmesi gereken yönü gözden uzak tutulmaya çalışılırken; öte yandan da olayın tek bir boyutu abartılı ve sahte bir duygusallıkla çerçevelenmiş biçimde öne çıkartılmıştır. Böylece konunun, Türkiye'de her geçen gün büyüyen bir tehlike olarak görülen İslami gelişimin önünü tıkamak için bir nevi barikat olarak kullanılması hedeflenmiştir.
Sivas olayına karşı ortaya konulan laik tepkilerin bütünü incelendiğinde temel saikin iddia edildiği gibi "öfke" değil, "korku" olduğu görülecektir. Ve sanıldığı gibi bu korkunun altında yatan şey de "gözünü kan bürümüş irtica saldırganlığı" değil, Türkiye'de İslami gelişimin yol aldığı tespitidir. Bu açıdan sürekli canlı tutulmaya çalışılan "37 kişiyi cayır cayır yaktılar", "katliam", "vahşet" vurgusu asıl korkuları gizlemek için kullanılan bir malzeme, bir tür duygu sömürüsü işlevi görmektedir.
Sivas'ın Müslüman halkının eyleminin otelde ölen 37 kişiye yönelik olmadığı gibi, otelin yakılmasının da amaçlanan bir hareket olmayıp, tepkinin yoğunlaşması ve kontrolden çıkması üzerine gayri-i ihtiyari gelişen bir durum olarak ortaya çıktığı art niyetsiz herkesin rahatlıkla görebileceği bir gerçektir. Bu olayı "yobazların masum insanları düşünceleri yüzünden yakması" şeklinde sunan laik çevrelerin yaklaşımı ise tam anlamıyla "fırsat yoksulu" bir mantığı ve cenaze sömürüsünü yansıtmaktadır.
Bu çevrelerin iddialarının aksine, Sivas'ta otel yangınında insanların ölmesi planlı bir yelem değildir, fakat Türkiye aynı günlerde bu olay çevresinde gelişen oldukça planlı eylemlere sahne olmuştur. Örneğin Erzincan'ın Başbağlar Köyü'nde Sivas olayının intikamını almak amacıyla gerçekleştirildiği bildirilen son derece vahşice ve kalleşçe bir katliam yaşanmıştır. Dindarlıklarıyla tanınan bir köy halkı cami önünde bir araya toplanarak hunharca katledilmiş ve köyün tümü yakılıp yıkılmıştır. Sivas olayı nedeniyle Alevi topluluğunun büyük bir zulüm ve eziklik içinde olduğu propagandasının, özellikle hükümet ortağı SHP ve diğer sol çevreler ile basının da özel katkılarıyla sürekli işlenmesi sonucunda muhtemelen Alevilerin intikam duygularını okşamak amacıyla gerçekleştirilen bu katliam karşısında, sivas olayına dört elle sarılan aynı laik çevreler ne hikmetse dut yemiş bülbüle dönmüşlerdir. Devletin Sivas'taki olaya niçin zamanında müdahale etmediğini (niçin binlerce kişiyi kurşuna dizmediğini) sürekli sorgulayanlar nedense Başbağlar Köyü'ndeki katliamdan ancak saatlerce sonra haber alınmış olmasını, katliamdan günlerce sonra bile enkaza dönmüş köyde çaresizlik içinde bekleyen mağdurlara tek bir çadır veya yiyecek ulaştırılmamasını, olaylar hakkında bilgi almak için Sivas'a birbiri ardına üşüşen etkili ve yetkili zevattan hiç kimsenin kalanlara geçmiş olsun demek için bile Başbağlar'a gitmeyişini hiç sorgulama ihtiyacı duymamışlardır.
İster PKK, ister TİKKO tarafından (ya da birlikte) gerçekleştirilmiş olsa da, Başbağlar katliamında, Sivas bahanesiyle Müslüman halka kin ve nefretlerini kusan egemen laik çevrelerin katkıları göz ardı edilemez. Bu katliam aynı zamanda PKK ve solun "İslam düşmanı", "halk düşmanı" kimliklerini bir kez daha açığa çıkartmış, her fırsatta tekrarladıkları "yaşasın halkların kardeşliği" sloganının nasıl bir koca yalan olduğu gerçeğinin altını çizmiştir. Yine Başbağlar olayı ile birlikte, sürekli olarak TC'nin baskı ve asimilasyon politikasıyla Kürt halkını Türkleştirme siyasetini eleştirenlerin, katliamlar yoluyla Türk köylülerini bölgeden göçe zorlamakla temelde laik TC diktatörlüğünden farksız oldukları açıkça görülmüştür.
Sivas olayı ertesinde ortaya çıkan tabloya bakıldığında, bu konuyla ilgili olarak Müslüman çevrelerin son derece kötü bir sınav verdiklerini söylemek de yanlış olmaz. Egemen güçlerin propaganda ve şarlatanlıklarıyla olaya ilişkin tepkilerin İslam'a ve Müslümanlara karşı bir saldırı kampanyasına dönüştürülmesi karşısında adeta bir suçluluk psikolojisi içine girilerek, edilgen ve olumsuz bir tutum izlenmiştir. Sağcı-muhafazakar anlayışların etkisinden bir türlü sıyrılamayan belli kesimlerin komplo teorileri yine beyinleri bulandırmaya devam etmiştir. "Darbe geliyor", "sokağa çekilmek isteniyoruz", "karanlık kişiler" gibi vesveselerle pasifizme övgüler yağdırılmıştır. Bu durum ister istemez bu insanların malum çevrelerce, Müslümanların rejime yönelik her ciddi tepki ve girişimini klasik darbe korkutmaları ile sindirmekle mi görevlendirildikleri sorusunu akla getiriyor.
Genelde Müslüman çevreler pasifist, kendine güvensiz, egemenlerin saldırısı karşısında kolaylıkla gerileyebilen bir tutum takınmakla Sivas'ta ortaya çıkan İslami duyarlılığı yankılamak ve egemen güçlerin uğradığı sarsıntıyı derinleştirmek şöyle dursun, uğranılan mağduriyetleri dahi gündeme getirmekte zorlanmışlardır. Sivas'ta gösteri yapan halktan iki kişinin asker ve polis kurşunlarıyla katledilmesi ve yirmiden fazla kişinin de yaralanmasını devletin örtbas etmeye çalışması ve laik çevrelerin de görmezden gelmesini anlamak mümkündür. Fakat bu konuya genelde Müslüman çevrelerin de geçiştirir bir tavırla yaklaşmasını anlamak ise mümkün değildir.
Yine aynı geri tutumun bir başka örneği de Sivas belediye meclis üyesi Cafer Erçakmak ile ilgili yaklaşımda görülmüştür. Basının ve devletin ithamlarının da yoğun etkisiyle, mensubu bulunduğu parti de dahil olmak üzere bazı Müslüman çevreler Erçakmak'ı suçlama eğilimi içine girmişler ve adalete teslim olması gerektiğini ısrarla belirtmişlerdir. Ne acıdır ki, Aziz Nesin'e yumruk atmak gibi bir davranışı nedeniyle bir Müslüman, Müslümanlar (!) tarafından eleştirilebilmekte ve "şüpheli" biri olarak görülebilmekte, yine işkencecilerden kaçmak gibi son derece doğal bir tavır "adalete teslim olmamak" olarak nitelenebilmektedir.
Sivas olayı Türkiye'de halkın İslami duyarlılığının dikkate değer bir örneğini oluşturmuştur. Sivas ile birlikte, İslami canlılığın güçlü, sarsıcı bir potansiyele sahip olduğu bir kez daha ispatlanmıştır. Bununla birlikte şu da bir gerçektir ki; etkili, dinamik ve devrimci bir örgütlülüğün eksikliği en olumlu eylemlerin bile kalıcı başarılara dönüştürülmesini imkansız kılar. Nitekim Türkiye'de İslam adına mevcut bulunan hakim anlayış ve yapılanmaların statükocu ve pasifist kimliği, Sivas olayını egemen sisteme karşı kullanmak bir yana, Sivas gerçeğinin doğru bir biçimde anlaşılması önünde bile büyük bir engel teşkil etmektedir.
*- Bu eyleme ilişkin ayrıntıları 5 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinin "Aleviler asker istiyor" başlıklı haberinden okumak ilginç olabilir.
- Sunuş
- Sivas'ı Doğru Yorumlamak
- Pakistan İslami Talebe Cemiyeti
- İslamcı Meydan Okuyuş: Tunus'da Reform Başarısızlığı
- Karışıklık İçindeki Cezayir: İslam, Demokrasi ve Devlet
- Dirilişçi İslam ve Demokrasi: Cezayir Sorunu
- İslami Hareket ve Demokrasi: Ürdün Deneyimi
- Yemen'de Siyasi Durum
- Hiam Tutuklama Kampı Raporu
- Sudan'da İslamizasyon ve İran Devrimi
- Sudan'daki Güney Sorunu Sömürgeciliğin Mirasıdır
- Takiyüddin el-Nebhani ve Hizbu't-Tahriri'l-İslami
- İran İslam Devrimi'ne İlişkin Literatür Hakkında Bir Değerlendirme