1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Sistem Hukuksuz Olduktan Sonra, Cumhurbaşkanının Hukukçu Olması Neyi Değiştirecek?

Sistem Hukuksuz Olduktan Sonra, Cumhurbaşkanının Hukukçu Olması Neyi Değiştirecek?

Mayıs 2000A+A-

Türkiye'de siyasi sistemin vitrininde meydana gelen her değişiklikte söz konusu olduğu gibi cumhurbaşkanlığı seçimleri de son derece abartılı ve hayali tartışmalara, değerlendirmelere, beklentilere konu olmakta. Sistemi bütünlüğü içinde tanımayı ve tanımlamayı bir türlü beceremeyenler yeni bir avunma vesilesi ile meşguliyetin tadını çıkartmaktalar. Gördükleri yerine görmek istedikleri üzerinden geleceğe dönük iyimser tablolar çizmekteler. Egemen politikanın ise hedefi belli: Devasa sorunlar sarmalında boğulan halkı içi boş vaatlerle avutmayı sürdürmek. Bu politika medyanın gündem oluşturma sevdası ile de birleşince ortalığa adeta sihirli formüller demeti saçılmakta.

İlkin Demirel'in yeniden seçilmesine bağlıydı her şey. Bu uğurda bir müddet sonra uyduranların bile dozunun kaçtığını itiraf ettikleri kuyruklu yalanlar üretildi. Demirel adı ekonomide, siyasette, dış ilişkilerde, velhasıl her alanda istikrar ile özdeşleştirilmişti. Oluşturulan havaya bakılırsa, Türkiye yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmiş, bütün sorunlar çözüm menziline girmişti. Gereken tek şey Demirel'in beş yıl daha aynı konumunu sürdürmesiydi. İlkin tüm hesaplar bu formüle göre düzenlenmekteydi. Mamafih evdeki hesap çarşıya uymayınca istikrar formülü yerini bu kez Ahmet Necdet Sezer'in şahsında değişim formülüne bıraktı. Yine alabildiğine abartılı ve inandırıcılıktan uzak biçimde.

Meclisteki bütün partilerin mutabakatıyla cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Ahmet Necdet Sezer'in pek tanınmamışlığı da abartma imkanını artırmakta. Laik Kemalist duyarlılığın sembol şahsiyeti olmaktan, 28 Şubat sürecinin defterini kapatacak hukukçu olmaya kadar birbiriyle çelişik pek çok vasıf değişik çevrelerce kendisine atfedilebiliyor. Her zaman yapıldığı gibi ucuz vaatler kumpanyasının gayretleriyle şimdi A. Necdet Sezer ismi bir dizi beklentinin odağına yerleştiriliyor. Türkiye'nin bir hukuk devleti olmasından tutun, Avrupa Birliği ile ilişkilerde yaşanan sorunların aşılmasına, yolsuzluk ve istismar olaylarına son verilmesine kadar sayısız kilidi açacak anahtar olarak sunuluyor.

Hatta burada abartının abartı olmaktan çıkıp düpedüz ikiyüzlülüğe dönüşmesi vakıası ile yüz yüze geliyoruz. Günlerdir özellikle hükümet çevreleri ve medya tarafından A. Necdet Sezer'in 'üstün vasıfları' sayılıp dökülüyor; elbirlik alkışlanıyor. Siyasi partilerin herhangi birine yakınlığının bulunmaması, eş dost ve çevresinin akçalı işlere bulaşmamışlığı, sadeliğe ve tasarrufa önem vermesi, az konuşması vs. vs. Dikkat edilirse bu sayılanların neredeyse tamamı Demirel'in sahip olduğunun tam tersi özellikler. Hatta açıkça olumlu portrenin bizzat Demirel baz alınarak -tabii ki olumsuzlamak suretiyle- çizildiği ortada. Yani dün Demirel'i yere göğe konduramayan aynı çevreler Demirel'in zıttını temsil eden özelliklere sahip olduğu için bugün de A. Necdet Sezer'e övgüler yağdırabiliyorlar.

Bu Yoğun Hukuk Vurgusu Hukuksuzluk Halinin İtirafıdır!

Sezer'in en fazla öne çıkartılan özelliği hukukçu olması. Devletin tepesinde hukukçu bir zatın mevcudiyetinin hukuk devleti olma yolunu açacağına dair yorumlar revaçta. Aslında bir bakıma buradan yola çıkarak ortaya konulan beklentiler açıkça sistemin hukuksuzluğa batmış olduğunun da bir itirafı sayılmalı. Bu kadar çok hukuk vurgusu, hukuka susamışlık görüntüsü Türkiye'nin hukuk açısından nerede bulunduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Bununla birlikte asıl önemli husus ise hukuksuzluk sorununun şahısların niyet ve temennileriyle çözülemeyecek boyutta köklü bir sistem sorunu olduğudur. Sistemin sahiplerinin hukuksuzluktan söz etmeye hakları yok. Zaten şikayetlerinde samimi de değiller; yaptıkları sadece görüntü vermek. Mağdurlar açısından ise boş hayallere kapılmanın sınırı yok. Umut bugün bu dağın ardında, yarın öbürünün!

Bir hukukçunun devletin tepesine getirilmesini ülkede cari hukuk sorununu aşmanın yolu olarak değerlendirmek siyasal-toplumsal sorunlara dair şaşılığın tipik bir örneği. Türkiye'de devletten topluma doğru yaygınlaştırılan bu bakış açısı her konuya sinmiş halde. Böylelikle en temel sorunlar basitleştiriliyor, daha doğrusu sığ yaklaşımlara hapsediliyor. Bugün hukuk sorununun çözümünü bir hukukçunun cumhurbaşkanlığına bağlayan mantık, hatırlanacak olursa dün de iktisatçı kimliğinden dolayı Tansu Çiller'i iktisadi sorunları çözecek kişi olarak hararetle sunmaktaydı. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın; Tansu Çiller ekonomide neyi başardıysa, Sezer'de hukuk açısından onu başaracaktır!

Bir hukukçuyu devletin başına getirmekle hukuk devleti olma arasında doğrusal bir ilişki olamayacağını anlamak için gelişmelerin seyrini beklemek gerekmez. Bu tür bir beklenti saflık ile birlikte, aynı zamanda propaganda mekanizmalarının işleyişini kavramaktan uzaklığın da bir göstergesidir. Propaganda mekanizması çift yönlü çalışmaktadır: İnsanlar bir yandan hayali beklentiler içine sokulmakta, köklü sorunların birtakım vitrin düzenlemeleriyle kısa vadede çözülebileceği umutlarıyla avutulmakta; bir yandan da sistemin seçmen iradesi ve seçilmişleri yok sayan kurumsal yapısı ve işleyişi gözlerden saklanmaktadır.

Mevzuubahis olan şey sistemin özüne ilişkin ise sistemin bütünlüğünün göz ardı edilmemesi zorunluluktur. Resmi ideoloji; bundan neşet eden hukuki ve siyasi mekanizma ve gerektiğinde ülkeyi kurtarma misyonunu üstlenmiş askeri bürokratik vesayet bir duvar oluşturmaktadır. Bu kalın duvar karşısında ne halk iradesinden, ne de bu iradenin yansıması olarak seçilmiş birtakım şahısların gücünden söz edilemez. Üstelik kendisinden bunca şeyler beklenen kişinin sistemin genel işleyişi ile hiçbir ciddi sorununun mevcut olmadığı, bilakis müşahhas icraatlarıyla gidişata omuz verdiği bilinmekte. Dolayısıyla, sistemin içinde sistemle barışık bir hukukçu kimliğiyle yer alan bir şahsın sistemin tepesine çıktığında ya da çıkartıldığında yapacağı şey de muhtemelen hukuksuzluk olgusuna hukuki form kazandırmaktan başka bir şey olmayacaktır.

Sezer'in ismi etrafında oluşturulan beklentiler iyimserlik sınırlarını zorluyor. Aslında neredeyse bütünüyle varsayımlardan hareket edildiği söylenilebilir. Ortada umut pompalama adına dayanak alınan bir iki nutuktan başkaca bir şey gözükmüyor. Üstelik bu nutuklarda hukuk devleti olma yönünde yapılan çağrılar soyut çerçeveyi aşmıyor. Aynı şekilde hukuk dışılıklara ilişkin vurgular da tali noktalar olmanın ötesine geçmiyor. Devlet gerçeği karşısında sözün asla bir bağlayıcılığının bulunmadığı, bazılarının zannettiği şekliyle taahhüt kabul edilmesinin anlamsızlığı, geçersizliği yaşanan sayısız tecrübe ile sabit. İş lafa, söze, konuşmaya kalsa Demirel'in eline kimse su bile dökemez. İcraat ise ortada!

Kurumsal ve Sistematik İşleyiş Kişisel Temennilerle Değişmez!

Tekrar altı çizilmesi gereken husus diğer yansımalar gibi hukuksuzluğun da sistemin asli kimliğinden kaynaklanan ve yapısal bir özelliği olmasıdır. Sistemin kendisine referans aldığı ideolojik ve siyasi kimliği hukuksuzluğu; hukukdışı uygulamalar da tekrardan baskıcı, jakoben ideolojik ve siyasi mekanizmayı beslemektedir. Bu yüzden sistemin temel referanslarını sahiplenip, bunları yaşatmak için sergilenen hukukdışılıklara karşı olduğunu söylemek tutarlı da değildir, inandırıcı da!

Bu derin çelişki gözardı edilse dahi sonuçta değişen bir şey yine yok. A. N. Sezer'in Anayasa Mahkemesinin son iki kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmaların içtenlikle dile getirilmiş görüşlerini yansıttığını varsayalım. En nihayetinde kişisel temenniler olmaktan ibaret kalacaktır. Burada hemen bir parantez açıp etkili yetkili zevatın bu anlamda fikir beyanında bulunmasının hiçbir anlam taşımadığı düşüncesinde olmadığımızı da belirtmekte yarar var. Elbette ağzını açanın diktatörlüğü haklı çıkartmaya çalıştığı, ona meşruiyet kazandırmaya yönelik gerekçeler sıraladığı, demogojik cambazlıklara giriştiği, hatta bilhassa asker ya da sivil yüksek bürokrat kimliği ile konuşanların açıkça tehditler yağdırdığı bir ortamda aynı kürsüden birilerinin hukuktan, insan haklarından, fikir özgürlüğünden bahsetmesini küçümsememek gerektiğini biliyoruz. Toplumun da bu tür çıkışları çölde bir vaha gibi değerlendirmesinin ardında bu cenderenin içinden çıkma, en azından bir soluklanma insiyakıyla davrandığı görülüyor.

Mamafih bizim dikkat çekmeye çalıştığımız husus sistemin kuşatıcılığı gözardı edilerek yapılan değerlendirmelerin yanıltıcı olduğudur. Yani vaha ile karşılaşmayı umanlar çok geçmeden serap gördüklerini farkettiklerinde hayal kırıklığına hazır olmalıdırlar. Kişiler adına serdedilen görüşlerin, hatta irade beyanlarının sistemin kalın duvarlarına çarptığında ayakta kalma şansının bulunmadığı defalarca görüldü. Yani görüşler içtenlik taşısa da 'Türkiye'nin gerçekleri' ile yüzyüze geldiklerinde hizaya girecekleri belli.

Kaldı ki Sezer'in dillendirdiği ve kendisinin geniş bir çevre tarafından demokrasi ve özgürlük kahramanı ilan edilmesine dayanak kılınan görüşlerinin yukarıda söylendiği gibi soyut çerçeve olmaktan öteye gitmediği de çok açık. Türkiye'de zaten asker sınıfı ile birlikte Vural Savaş, Coşkun Kırca, Emin Çölaşan gibi az sayıda köktenci Kemalist dışında açıkça düşünce özgürlüğüne karşı çıkan kimse gözükmüyor. Herkes düşünce özgürlüğünden dem vuruyor, herkes demokratik kurum ve kuralların işletilmesinin gerekliliğinden, öneminden sözediyor; lakin bu savunulanların pratikte ne anlam ifade ettiği ise asla gündeme gelmiyor, bilakis aynı zevat pratikte alabildiğine baskıcı, diktatörlük yanlısı tutumları ile sırıtıyorlar. Düşünce özgürlüğünü sürekli dile getirenlerle, insanların en temel haklarını çiğneyenler; demokrasi lafını ağzından düşürmeyenlerle, zerre miktarınca utanmaksızın darbeden yana tavır takınanlar, darbecilere gerekçe üretenler aynı kişiler olabiliyor.

Herkes Özgürlükçü; Öyleyse Bu Yasaklar Nasıl Varoluyor?

Türkiye'de düşünce özgürlüğünü savunmak bir prestij meselesi olarak algılanmakta. Bu yüzden baskıcı, yasakçı sistemin yürütücüleri ve onların yardakçılığını yapan yazar çizer takımı başta olmak üzere herkes düşünce özgürlüğünden yana! Bu insanların düşünce özgürlüğü adına neyi savundukları ise belli değil. Hiç şüphe edilmesin ki, yazılarında, konuşmalarında bir kalıp olarak sürekli tekrarlaya geldikleri düşünce özgürlüğünden ne anladıkları kendilerine sorulsa kem küm etmekten başka yapacakları bir şey yok.

Örneğin düşünce özgürlüğünün yılmaz müdafii olarak sunulan taze cumhurbaşkanına "düşüncenin önünde neleri engel olarak görüyorsunuz, hangi yasakların kaldırılmasını talep ediyorsunuz" diye sorulsa verebileceği karşılık var mıdır? Öyle ya, anayasa ve yasalarda muhalif düşüncelerin ifade edilmesi ve örgütlenmesi önündeki sayısız engeller mevcut. Devletin resmi ideolojisinden kaynaklanan ve tüm toplumu Kemalist, laik ve ulusalcı bir üniformayı giymeye zorlayan, bunun dışında kalanlara kendi asli kimliğiyle var olma hakkı tanımayan, yok sayan, cezalandıran, daha da ileri gittiğinde imha etmeye yönelen bir anlayış yasal kurumsal düzeyde yerleşik. Bu zorbalıkla bir alıp veremediği olmayan; bilakis bu anlayışın en üst kurumsal düzeyde savunuculuğu misyonunu üstlenmiş kişilerin düşünce özgürlüğünden söz etmeleri hiç anlamlı gelmiyor.

Başörtüsü diyorsunuz; siyasi üniforma karşılığı alıyorsunuz. 312. madde diyorsunuz; irticaya karşı devletin korunması için zorunlu deniyor. Çocuklarımıza dini eğitim vermek istiyoruz diyorsunuz; tevhidi tedrisata aykırılık gerekçesi ile reddediliyor. Örgütlenme özgürlüğü diyorsunuz; siyasi partilerden, derneklere, vakıflara kadar her düzeyde Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılaplarına bağlılık şablonuna uymak zorunluluğu karşınıza çıkartılıyor. Siyasi hayatın her zerresine sinmiş sayısız yasaklarla inancınız, düşünceniz, kimliğiniz, ana diliniz sürekli bir kuşatma altında tutuluyor. Bu ülkede iş o kadar akıldışı bir noktaya vardırılmış ki, devletin kaderleriyle başbaşa bıraktığı mağdur insanlara devletten bağımsız yardım yapmanız dahi yasak; parasını verip kestiğiniz kurbanın derisi bile gaspedilmekte.

Tablo ortada. Acaba Sezer bu tabloda neyin değiştirilmesi gerektiğini düşünüyor olabilir? Muhtemelen hiçbir şeyin! Zaten Anayasa Mahkemesi üyesi olarak bugüne dek altına imza attığı kararlar sistemin özgürleştirilmesi değil, daha da daraltılması yönünde bir eğilim taşıdığının göstergeleri olsa gerek. Yaptığı bir kaç konuşmada dile getirdiği görüşler ise somut zeminlerden uzaklığı dolayısıyla fazlaca ciddiye alınmayı hak etmiyor. Hepsinin olsa olsa bir kaç brifinglik ömrü var! Muhtemelen Milli Güvenlik Kurulu'nun düzenli, intizamlı toplantılarına bile gerek kalmadan gerekli hassasiyetleri kavrayacak; 'Türkiye'nin nevi şahsına münhasır şartları ve yüzyüze olduğu büyük tehlikelere' vakıf kılınınca o da üslubunu gözden geçirmekte gecikmeyecektir.

Israrlı olsa ne olur? Örneğin demokratlığının karinelerinden biri olarak kabul edilen Yüksek Askeri Şura kararlarının yargı denetimine açılması gerektiğine dair düşüncesinde ısrar ettiğini varsayalım. Gerçi şimdiden bu görüşlerinin tashih işlemine konu olduğu görülmeye başlanmıştır. Üniformalı zevattan evvel devletin sivil bekçilerinden başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli gerekli uyarıyı seslendirmiştir. Ama diyelim ki hukukçu duyarlılığı galip geldi ve YAŞ kararlarının yargı denetiminin dışında tutulması şeklindeki hukuki dayanaktan yoksun,   insan haklarına aykırı ve garip ayrıcalık kaldırıldı. Bu durumda YAŞ kararlarıyla ordudan atılanlar mahkemeler nezdinde itirazda bulunabilecekler. Peki, hangi mahkemeler nezdinde: Askeri mahkemeler. Askeri mahkemelerin yapısı, işleyişi bilinmekte. Bu durumda çok büyük bir ihtimalle sonuç YAŞ kararlarına hukuki form kazandırılmasından başka bir şey olmayacaktır.

Kaldı ki sadece askeri mahkemeler değil, bütün bir yargı mekanizmasının işleyişi ortada. Yani sistemli bir nitelik kazandığı gayet belirgin olan hukuksuzluk ortamı devam ettiği, yargı mekanizması muhalif anlayış ve eylemleri tasfiye aracı olarak hizmete koşulduğu müddetçe bu tür düzenlemelerin toplumun önünü açacak, ona nefes aldıracak adımlar olma ihtimali bulunmamaktadır.

Çankaya Kaynaklı Değişim Çankaya'nın İhtiyaçlarına Yöneliktir!

Tekrarlayacak olursak, asıl üzerinde durulması gereken hususun sistemin yapısı ve işleyişi olduğu gözardı edilmemelidir. Belirleyici olan şu ya da bu şahsın kişisel görüşleri, eğilim ve arzuları değil, kurumsallaşmış iktidar mekanizması ve dolayısıyla onu oluşturan iç ve dış egemen çevreler koalisyonudur. Geçmişte ortaya koyduğu performans gözönünde bulundurulduğunda A. Necdet Sezer'in de bu mekanizmaya fazla zorlanmadan uyum sağlayacağı görülebiliyor. Lakin herşeye rağmen Sezer döneminin Demirel döneminden daha kötü olamayacağına inandığımızı da burada belirtelim.  Politikacı kurnazlığı ile ölçü tanımaz pragmatizmini 28 Şubat sürecinin dayatmalarıyla gayet başarıyla tevhid ederek ortaya tam bir kabus çıkartan ve üstelik bunu doğallaştırma, süreklileştirme yönünde bir hayli mesafe kaydeden Demirel becerisini Sezer istese de yakalayamaz.

Muhtemeldir ki, baskıcı, dayatmacı yapının Demirel örneğinde olduğu gibi demogojik bir maharetle savunulmasında karşılaşılabilecek güçlük beraberinde kimi açılımlara gitmeyi zorunlu kılabilir. Bununla birlikte haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi ve benzeri toplumsal beklentiler açısından uluslararası konjonktürün de etkisiyle atılabilecek bu tür adımlar simgesel olmaktan fazla bir anlam taşımayacaktır. Bu tür adımların simgesel olmaktan öteye geçip, sahici bir nitelik arzetmesinin yolu bellidir. Bu ancak toplumsal beklentilerin pasif bekleme halinden çıkıp, toplumsal taleplere, somut irade ve eyleme dönüşmesi ile mümkündür. Bu yol ise Çankaya'dan değil, sahici muhalefet olmaktan geçer.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR