1. YAZARLAR

  2. Ahmet Kalkan

  3. Şirkle "Uzlaşma" "Yozlaşma"nın Ana Sebebidir

Şirkle "Uzlaşma" "Yozlaşma"nın Ana Sebebidir

Haziran 2007A+A-

İnsanlık hüsranın tüm boyutlarını yaşıyor. Şirkin zulmü globalleşiyor. Çağ imaj, kandırma, vitrin, reklam, tüketme ve tükenme çağı. Çılgınlık, azgınlık ve isyan hiçbir sınır tanımıyor. Nice insan, İslâm'ı mükemmel yaşayanlara şahit olamadığı için İslâm'ın dışında kalıyor; hatta görmediğine, bilmediğine düşman oluyor. Müslümanların da önemli bir kesimi Müslümanlığı bilmiyor. Bilenlerin de yapabileceklerinin tümünü yaptıklarını iddia etmek zor. Bu ortamda, teknik imkânlarla donanan, devle(tle)şen, küreselleşen fitne, sadece yapanları değil; tüm insanlığı kemiriyor. Ülkeler, sokaklar, evler, beyinler, gönüller işgale uğramış durumda. Müslüman olduğunu iddia edenlerin de büyük bölümü bilinçsizce şirkin kucağına atılıyor, kurtuluşu zâlimlerin safında arayıp ifsadı ıslah zannediyor.

Batılı bâtılın şoförlüğünde helake doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanının tek umudu kalmıştır. O da Müslümanların Müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp Müslümanca yaşayan Müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.

Giderek belirginleşen toplumsal yozlaşma olgusunu ortaya çıkaran faktörleri ana hatlarıyla üçe ayırarak değerlendirebiliriz:

1- Tarihten gelen problemler. Miras alınan din anlayışında yer yer geleneksel sapma ve yozlaşmalardan dolayı, din adına sahip çıkılan değerler ve yaşanılan hayat, Kitap ve Sünnet'in istediği İslâm'la her noktada çakışmadığından bu konuları hakkıyla araştırmayan Müslümanların iyi niyetle de olsa bid'at, hurafe ve hatta şirk unsurlarına İslâm diye sarılmaları...

2- Modernizmin ve modern hayatın problemleri. Çağdaş ideolojilerin ve Müslümanları da çepeçevre kuşatan, bazı konularda dine müdâhale edip yönlendiren veya gerçek dinin sosyal hayata, kamusal alana yönelik yansımalarını yasaklayan devlet düzenlerinin problemi. Batı kafasıyla, müsteşrik zihniyetiyle İslâm'a bakan, geleneksel çizgiye karşı çıkarken yerine ondan daha beter tezler öneren biraz laik, biraz demokrat, biraz özgürlükçü, biraz düzenci, biraz kolaylaştırıcı, biraz diyalogçu, biraz pragmatist din anlayışı. Teknolojinin, medyanın, eğitim kurumlarının, israfa dayalı modern yaşama biçiminin, dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin, aşırı özgürlükçü yaklaşımın, bireyselliğin Müslümanlara sıçrattığı olumsuz etkiler.

3- Çok sağlam ve köklü bir imana sahip ol(a)mamanın etkisiyle, bedel isteyen konular başta olmak üzere dinden tâviz vermek, görevlerini ihmal etmek, ibâdetlerde gevşek davranmak, ahlâkî dejenerasyondan kurtulamamak, cemaatleşememek, ümmet bilincinden uzak olmak, cihad ruhunu kaybetmek gibi Müslümanların dahilî problemleri.

Bütün bu üç problemin özünde, dinin özü olan tevhidin geri planlara itilmesi sorunu göze çarpmaktadır. O öz kaybolunca veya en azından gölgelenip ihmal edilince ondan boşalan yeri bu üç maddedeki olumsuzlukların tümü ya da bir kısmının doldurması hiç de sürpriz olmayacaktır. O öz kaybolduğu için "Kitabım!" dediği Kur'an'la ilişkisini sıfıra yaklaştıran ve Kur'an'dan daha fazla başka kitapların veya Kitap'sızların yönlendirmesine razı olan bir Müslüman tipi oluşmuş, haramlardan, hatta şirkten daha fazla yasal yasaktan veya ayıptan korkan, ama "Elhamdülillah Müslümanım!" demeye devam eden bir karakter ortaya çıkmıştır.

Toplumu yozlaştıran farklı faktörlerin en önemlisi, tevhidi anlayışın bozulması, yozlaşması ve şirk kültürleriyle sentezlenmesidir. Bazı Müslümanımsı tipler de birlikte oldukları müşriklerden yararlanabilmek için akılları sıra "takıyye" yapmaktadırlar. Düşmanlarını kazanamadıkları gibi, gerçek dostlarını da kaybeden bu tipler, Kur'an'ın cevaz verdiği takiyye ile tâviz ve uzlaşmayı ayır(a)mamış ve netice olarak hak ile bâtılı birbirine karıştırmışlardır.

Bugünkü yozlaşmada en önemli etken, siyasî zulümdür. Tâğûtî zihniyetler, tarih boyunca hak dini kendi çıkarlarına düşman gördüklerinden onunla ya savaşarak veya onu içten etkisizleştirerek kendi egemenliklerini sürdürmek istemişlerdir. Her çeşit inkarcı ve müşrikler tâğut yolunda savaşırlarken, mü'minlerin Allah yolunda savaşma görevinden (bak. 4/Nisâ, 76) uzaklaşması bugünkü zillet ve yozlaşmayı neticelendirmiştir. Bir örnek verirsek, vahyi reddederek Allah'ı bilime karıştırmayan günümüz câhiliye eğitim sistemleri, bilimi putlaştırmış ve câhil/müşrik insan yetiştirmeyi ana hedef görmüştür. Bugün okullarda öğretilen mecburî Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ile ve camilerden halka empoze edilmeye çalışılan anlayışla resmî ve sahte bir din dayatılmak isteniyor. Bu sahte dinle, insanlar ancak gerçek dine, tevhide düşman olabilir. Bugün Hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV'den, kimi tâğutların, bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.

Amaç, devletle uyumlu yeni bir Müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk Müslümanının standartlarını düzen ve Kemalist ilkelerle tespit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine "irtica" damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak, terörize etmek. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan Müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek. Bu amaca büyük oranda ulaşılmadı demek zor.

Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Dinin tâğutî bir devlete uyması, ona yardımcı olması için kuşa benzetilmesi, tahrif edilmesi gerekiyordu. Bu da, geleneğin hurâfeci katkısı, rejimin resmî görevlileri ve düzenin ilke ve yasalarıyla yerine getirilmişti. Atmalar ve katmalarla din, Allah'ın bizim için seçip razı olduğu İslâm'ın özünden tümüyle farklı olsa da, halk için bu kadarı da yeter görülüyor, halkın çoğu, sofra duasında bile "devâm-ı devlet" diye dua ediyor ve fırsat bulduğu her an, "Allah devlete zeval vermesin!" diyordu. Bu duaların dışında, fiilî dua olarak düzenin devamı için ne gerekiyorsa onu yapıyor; oy gerekiyorsa oy veriyor, kan ve can gerekiyorsa onu da vermekten kaçınmıyordu. Dilipak'ın da dediği gibi, Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur'an'ın da İncil'e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için... Yani, hıristiyan gibi, hatta dinsiz gibi yaşayacak, yine de Müslüman gibi ölüp törenle Müslümanca gömülecektiniz... Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; ama yaşarken Sezarlara, tâğut adlı sahte tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.

"Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaati ve olumlu anlamda isyanı olmayan, Allah'a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah'ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik Müslümanlık(!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah'a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah'a inanan ve isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek isteniyor.

Kelime-i tevhid, "lâ" ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan anlamı ve eylemi vardır tevhid mesajında. Yani, Allah'a isyan edenlere isyan! Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. "Andolsun ki Biz, 'Allah'a kulluk edin ve tâğuttan (Allah'ın hükmüne isyan edip azgınlaşan ve insanları Hakk'a isyana zorlayan egemen şahıs ve anlayışlardan) kaçının diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik." (16/Nahl, 36)

Ulemâ ve ümerânın gaflet veya dalâletlerinden kaynaklanan uyarı, yönlendirme ve tavsiyenin (emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker) yetersizliği, hatta tümden terk edilmesinin bu cinayetlerin sergilenmesinde büyük katkısı vardır.

Bir taraftan geçim sıkıntısı ve bunu gidermeyi en önemli dert olarak görmenin; diğer yandan dünyevîleşme, lüks ve rahata düşkünlüğün de Müslümanların yozlaşmasında büyük katkısı vardır.

İlâhî emir ve yasakları önemsemeyiş, tekliflerden kaçınma, "Nasıl olsa Allah bizi affeder; iman ayrı, amel ayrı; amelleri terk eden nasıl olsa kâfir olmaz!" deyip modern mürcie anlayışını savunmak, ittiba şirkini fark etmemek.

Tasavvuf felsefesi, kabuğuna çekilip pasif tepki tarzında mistik yaşayış, eski Türk dinlerinin kalıntı ve mirası, câhili örf ve âdetler, Kur'an kavramlarının zorlama tevillerle tahrif ve dejenere edilmesi de bu hususta hemen söylenebilecek problemler.

Mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.

Çevre şartlarının bozukluğu. Görsel ve yazılı basın, resmî kurumlar ve özellikle okullar, özenti şeklinde yayılan kapitalistçe yaşam tarzı, kâfirleri sevmek, onlara dostluk ve Batı'ya hayranlık.

Ayrıca kimliksizlik ya da çok kimliklilik tarzında şahsiyet problemi. Aşağılık duygusu veya tam tersi kibir, gurur, istiğna hissi.

Bilgi kirliliği, gereksiz tartışmalar, gıybet ve mâlâyanilik sevgisi.

Her şeyden önemli problem olarak şirk koşmak, endâd edinmek, herhangi bir şeyi/kişiyi Allah'ı sever gibi sevmek ya da Allah'tan korkar gibi ondan korkmak.

Müzik, futbol vb. uyutucu ve uyuşturucuların tiryakisi olmak.

Tevhidi sadece rubûbiyet ya da siyasal boyutuyla kavrayıp diğer yansımalarını görmemek; ulûhiyet tevhidini, tevhidin bireysel, ahlâkî, sosyal, eğitim ve hayatla her türlü bağlantısını yok saymak, tevhidi bile parçalamak.

Bütün bunlar, insanımızın yozlaşma faktörleri hakkında hemen sayabileceğimiz şeyler.

İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyuncaklarla avutulup uyutuluyor. Top kafalı, müzik tutkunu, TV tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların esiri, paramparça "para"lanmak için koşturan bir makine haline getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın kimliksizleştirilmesinden, inançsızlaştırılmasından ve buna seyirci kalınarak zulme dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman olduğunu iddia eden insan, yaratılış gayesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse, tabii her şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesada, fesat fitneye dönüşecek; fitne de toplumun dünya huzurunu ve âhiret saadetini kemirmeye başlayacaktır.

Geleneksel ve Modern Sapmaya Karşı Kur'an ve Sünnet

Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. Bu mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur'an ve sahih Sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.

Müslüman halkın ve özellikle onlara yön veren önderlerin, âlimlerin, değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir.

Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen mazeretlerin birbirine çokça benzediğini söyleyebiliriz. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi ön kabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih Sünnet/ten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı" konumuna getirmişlerdir.

Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur'an ve Sünnet e ters, hurafe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah'a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdadı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, Örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; "Ele güne karşı", "Başkaları ne der?", "Ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır!", "Senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?", "Biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur!" gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurafe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidi çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu Müslüman gençlerin sırât-ı müstakim çizgisinde sahih İslâm'ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu "atalar yolu" anlayışıdır.

Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurafelerin hakikat, hakikatlerin de hurafe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz. Kur'an'ı, hadisi, İslâm'ı bilmediği halde Yahudi, Hıristiyan, ateist ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurafeleri ile kafalarını ve kalplerini dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurafeleri ise hak zannetmektedirler.

Bugün, İslâmî kültürü tehdit eden, eski İsrâiliyât değil; adı İsrâiliyât olmayan ve çoğu kimsenin dikkatini çekmeyen çağdaş İsrâiliyâttır. İsrâiliyât, bizce "tahrif kültürü"nü sembolize eden bir isimdir. İslâm kültürünü tahrife yönelen her kültür, "İsrâiliyât" kapsamına girer. Bu yüzden orta çağda İslâm kültürünü istilâ eden Yunan felsefesi de döneminin İsrâiliyâtıydı. Her yabancı kültür gibi girdiği kültüre hem katkıda bulundu, hem yozlaştırdı.

Bugünün en tehlikeli İsrâiliyât çağdaş ideolojiler ve sistemlerdir. Sosyalizm, kapitalizm ve Kemalizm birer İsrâiliyât olduğu gibi, pozitivizm, materyalizm, sekülarizm ve laisizm gibi felsefî ve siyasî akımlar da bugünün İslâm kültürünü ve hatta varlığını ciddi bir biçimde tehdit eden İsrâiliyâttır. Aslında sekreter seçimi olduğu halde, yöneticilerin halk tarafından seçildiği zannı verilen ve tâğutî düzeni yönetecek tâğutları işbaşına getirmek anlamında demokrasi de, en büyük İsrâiliyâttır. Türk-İslâmcılık, İslâmî sol, İslâm sosyalizmi şimdilerde moda olan laik İslâm da "hakkın bâtılla karıştırılarak" bir tür "düşünce şirki" elde edilen yozlaşma ve tuğyanlardır. Bu gibi düşünce şirklerine fetva tedârik etmekle görevlendirilen resmî din adamları tâifesiyle Kur'an'ın "hakka bâtılı karıştırıp bile bile hakkı gizledikleri" için kınadığı Yahudi din adamları arasında büyük bir benzerlik vardır.

Laisizm, son moda İsrâiliyât olarak günümüz Türkiye Müslümanları için çok ciddi bir tehlike olarak hissettirmektedir kendisini. Müslümanca düşünme ve yaşama felsefesini kökten tehdit eden laiklik sadece kültürümüzü değil; imanımızı da tehdit etmekte. Bu çağdaş ilhad modası, hayatla imanın arasını ayırarak eşyanın tabiatına aykırı bir konum almakta, bu modaya kapılanlar ise dini "vicdanîleştirerek" Hıristiyanlaşmaktadırlar. Laiklik felsefesi, Kur'an'ın diliyle "sapıtanların yolu", yani bir "Hıristiyanlaşma"dır.

Müslümanların gerileyişi, tarih yorumcuları tarafından birçok nedenlere bağlanır. Aslında bu nedenlerin arka planında bulunan birinci derecede temel neden; tevhidi anlayışın bozulması, yozlaşması ve şirk kültürleri ve tâğûtî yönetimle sentezlenmesidir.

Bırakın eğitim kurumlarını, camilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma babından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hak ketmedilerek, dilin bir ucundan olur. Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar "Müslümanım!" diyenler tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur'an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur'anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de "Lâ ilahe illallah" kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.

Tevhid, Hayatın Bütününe Hakim Kılınmalı

Reform çabaları, ülkeyi kalkındırma planları, en azından iki yüz senedir uygulanan Batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. "Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir." (26/Şuarâ, 227). Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saadet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber'in yaptığı gibi. İnsanları sahih akideye, tevhidi bilince, Kur'ânî eğitime, inkılâbı çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurmaya çalışsanız bile, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.

Tevhid, İslâm'ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur'an'ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke'de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine'de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi "Ey iman edenler..." diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, Müslümanın hayatında ve tebliğinde hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. "Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin)." (4/Nisâ, 136)

"Lâ ilahe illallah" hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü'minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sabit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için "Ey iman edenler, iman edin!" diye uyarılır. Kur'an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O'na İbâdet edilmeli, başkası O'na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah'ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bak. 33/Ahzâb, 44). "Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!" (39/Zümer, 17-18). Bunun için insan; inanç, düşünce, eylem, davet gibi her konuda daima tevhide muhtaçtır.

Tevhidi esaslar, Kur'an'ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanı esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur'an, insanın sadece Allah'a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular, Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah'a kulluk sergilenemeyecektir.

Tevhidden kopuk bu huzursuz, bilinçsiz, amaçsız yaşayışın tehlikeleri ve dehşetli sonuçları, ödül ve ceza yeri olan âhirette verileceği halde, avans cinsinden dünyada da görülüyor. Medyanın verdiği haberlerde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. İnsanları koyun keser gibi kesen cânîler, kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler, kapkaçlar, terör olayları, sapıklıkların bin bir çeşidi... Sebep tek: İmansızlık. Allah'a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi?! Bir de tevhidle hiçbir bağı kalmamış bugünkü neslin elinde yetişecek yarınki nesli düşünün; bundan daha büyük dehşet mi olur? Bunca İslâm düşmanlığına ve şirkin egemenliğini tercih edenlere, alnı secde görmemiş milyonlara rağmen, bazıları zannediyor ki, toplumun %99'u Müslüman, ama amel etmeyen günahkâr Müslüman! Acaba?

Bu korkunç gidişin kurbanı olmaktan kurtulmanın tek çaresi; tüm câhilî anlayışlardan, her türlü şirk sembollerinden, tâğutî yönetim biçimlerinden, kâfirâne yaklaşım ve düşüncelerden tamamen arınarak tevhide dönmektir. Çünkü sağlam, sarsılmaz, köklü ve evrensel imanın temel taşı tevhiddir. "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan, sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir." (5/ Mâide, 105). Nemelâzımcılık, vurdumduymazlık değildir istenen. Kendine gelmek, kendine bakmak, kendini düzeltmek, kendini kurtarmaktır öncelikli olan. Hizmeti putlaştırmanın alternatifi, hizmeti ihmal değildir. Neyin hizmet olduğu, bunun nasıl yapılması gerektiğinin ilkeleri kulluğun kılavuzu olan Kur'an'da belirtilmiş, Rasûlullah (s) tarafından hayata geçirilmiştir. Temel referans, Ankara, Washington, Danimarka kriterleri değil; mutluluk çağının Mekke ve Medine ölçüleridir. Kişi, tevhidi imanın zaruri gereği olan sâlih amellerle kendini ve çevresini ıslah gayretini hayat boyu sürdürme çabası içindeyse, başkalarının yoldan sapması ondan sorulmaz ve ona zarar vermez. Kulluk/ibâdet, iki cihanda kurtuluşumuz için temel esas. Başkalarını kurtarma iddiasıyla kendi kurtuluşunu riske atan insanlar bilmeli ki, bu yol akıllılık değildir. (2/ Bakara, 44) Başkalarını kurtarmaya çalışmadan da kurtulmak mümkün değil. (103/Asr, 1-3)

Nereden başlamalıyız? Kur'an'ın, Peygamber'in başladığı yerden başlamalıyız. Din "lâ" diye başlıyor. Biz de lâ diyerek başlamalıyız. Şu bunalım çağını saadet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saadeti bu asra taşımak, asr-ı saadeti güncelleştirmek için kayıtsız şartsız Yaratıcı'ya itaatten başka çözüm yoktur.

Müslümanların, emredildikleri şekilde dosdoğru kulluk yapmaları, Müslüman gibi Müslüman olmaları için tevhid, cihad ve ibâdet bilincine yeniden kavuşması ve bunları içselleştirmesi gerekmektedir. "Ey iman edenler iman edin..." (4/ Nisa, 136). İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah'a teslim olan Müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü'minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. "Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin." (3/Âl-i İmrân, 102). Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden Müslümanlaşmak ve Müslümanca yaşamak zorundayız. Bu gayreti gösterenlere selâm olsun!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR