1. YAZARLAR

  2. Ahmet Örs

  3. Sınırları Aşmak, Mesajı Çoğaltmak

Sınırları Aşmak, Mesajı Çoğaltmak

Eylül 2008A+A-

İslami mücadele ya da tebliğ sürecine yerel gündemci bir içtihadi anlayışla yaklaşan çevrelerdeki isimlere sorulacak önemli ve gerekli sorulardan biri de şudur: “Artık, yaşadığımız yerel şartların boyunduruğundan kurtulmanın vakti gelmedi mi?”

Bizi, böyle bir soru sormaya iten çok sayıda sebep var. Yüksek İslami sorumluluk ve ideallerle yola çıkan ve Müslüman olmanın harekete geçirici sâikleriyle Allah’ın dinini başka insanlara taşıyarak tevhidi bir yapının oluşmasını isteyen bahse mevzu kişi ve çevrelerin içinde bulundukları kuşatmadan sıyrılmaları gerekiyor.

Şunu daha baştan belirtmekte yarar var ki maruz kalınan kuşatmalar ilginç bir biçimde çevresel şartlar tarafından gerçekleştirilen kuşatmalar olmaktan daha çok Ali Şeriati’nin kavramsallaştırdığı “kendi zindanı” şeklinde oluşuyor.

İslam’ın insanlara götürülmesi gereken bir hidayet olduğu gerçeğinin salt bir tebliğ ve hurafeden arınma şeklindeki eksik algılanışı sanırız zamanla düşünce ve duruşu kuşatan bir zindana dönüşmektedir. Tespit, eleştiri ve önerilerimizi yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilecek herhangi bir “çokbilmiş” tavra düşmekten Allah’a sığınarak yapmaya çalıştığımızı baştan belirterek şunu söylemeliyiz ki yaşadığımız bölgelerde Allah’ın dinini insanlara ulaştırma gayret ve sorumluluğunda olmak her türlü takdirin üzerindedir. Ama aynı zamanda bu gayretler toplamı sosyal ve düşünsel verimliliği ve zenginliği artıran bir mahiyette olmalıdır. 

İslam’ın tebliği sadece sözlü bir davet şeklinde mi olmalıdır? Bu tebliğ biçiminde karar kılmak tabiî ki Kur’an’ın ve Peygamber’in anlaşılmasıyla doğrudan alâkalıdır. İlk başta bütün karmaşık ilişki biçimlerinden âzâde değerlendirildiğinde sözlü davet şeklindeki bir tebliğ anlayışının problemsiz olduğu düşünülebilir. Bu düşünce biçimi zaman ve mekândan bağımsız soyut bir idealleştirmenin pratik karşılığı gibidir. Yaşanan hayatın ulaştığı karmaşık boyut bu tebliğ biçiminde pek karşılığını bulamayacaktır.

Tebliğ, en nihayetinde insanların yaşam anlayış ve tarzlarını kökten sarsıp değiştirecekse tebliğin biçimi de buna bağlı olarak zenginleşmek durumundadır. Yaşanan hayattan kopuk sözlü davet şeklinde algılanan bir tebliğ, pratik hayatın çok yönlü ve karmaşık yapısı için ne kadar cazibe sahibi olacaktır?

Kur’an vahyinin ilk ayet ve surelerinin Mekke toplumsal yapısına dönük müdâhil vurgularını hatırımızda tutarak meseleyi tartışmaya devam ettiğimizde çevresine ve dünyaya kapalı, toplumsal şartların ulaşmış olduğu noktalara ilgisiz bir tebliğ faaliyetinin kendi sınırlarını kendisinin çizdiğini ve farkına varmadan inşa ettiği bu sınırlara kendini hapsettiğini söyleyebiliriz.

Yerel şartların penceresinin küçük olduğu doğrudur ancak pencereleri büyütme imkânı elimizdedir ve bunun için günümüz imkânları daha önce hiç olmadığı kadar çoktur. Bugün küresel gelişmelerin bizim yerelliğimizdeki tebliğ ve şahitlik vazifemizle ilgisiz olduğu söylenebilir mi? Bilakis bütün küresel gelişmeler yerel tebliğ ve şahitlik sorumluluğuna hayal edilemez alanlar açmakta ve yine tahmin bile edilemeyecek yeni ilişkiler armağan edebilmektedir. Açılan alanlar ve bu çerçevede kurulacak ilişkiler tebliğ sürecini zenginleştiren bir araç görevi ifa edecektir ama kendilerini bu gerçekliğin dışında tutan kişi ve çevreler pek tabii olarak bu imkânlardan mahrum kalmaktadırlar. 

Yeryüzünde yaşanan önemli gelişmeler ve bu gelişmeler çerçevesinde oluşan tepki hareketleri Müslümanların yerel ve küresel duruş ve ilişkilerini etkiliyor. Mesajımızın insanlarla buluşmasında bu gelişmelerin payı inkâr edilebilir mi? Irak işgali örneğini değerlendirelim. Bırakalım İslam dünyası denilen coğrafyayı, bizzat işgali gerçekleştiren ülkelerde milyonlarca insan sokaklara dökülerek işgale karşı çıktı. Sahih inanç temellerinden yoksun ama fıtratlarının çağrılarına kulak vererek harekete geçen bu insanlarla bizim tepkilerimizi bir şekilde buluşturup uzun vadeli bir etkileşim imkânı oluşturmayı kendi ellerimizle itmenin bize herhangi bir yararı yoktur. Bu etkileşimler iddia edildiği gibi yerel gündemimizi olumsuz etkilemeyecektir. Ayrıca, Müslüman coğrafyanın bir tarafının işgal edilmesi kendi gündemimiz dışında bir olay değildir.

Kapitalizmin vahşi kuşatmalarına karşı koymaya çalışan, insanlığın bir felâkete doğru hızla yol almakta olduğunu haykıran ama fıtratlarının sesinden başka sahih bir tutamak bulamayıp köklü tercihlerde bulunamayan insanlara ses vermek yerel gündemleri engellemeyeceği gibi onları akla hayale sığmayacak bir şekilde zenginleştirecek; bu hareketlere yeni bir tebliğ ve var olma usulü keşfettirecektir. Kurulan küçük dünyaların kapılarını aralayıp, ilgi ve dikkatleri sıraladığımız çerçevelere yoğunlaştırmak ilk başta bir korku, belirsiz bir tedirginlik verebilir. Unutulmamalıdır ki korkuların üzerine gitmek, onların hareket ve açılımlarımızı engelleyecek kuşatıcılığını yarmak da kulluk vazifemizin bir alanını oluşturmaktadır.

Yaşadığımız ülkede kimliğimize karşı şiddetli bir şekilde sürdürülen yasaklara karşı tavır almak ve bu tavırları zalimlere karşı haykıran bir görünürlükle ifade etmek yerel gündem ve tebliğ faaliyetleriyle çelişmez. İslam adaletin diniyse eğer ve insanlara bir kurtuluş çağrısı olarak götürülecekse, bu çağrı ete kemiğe bürünmeli, zihinlerde somut bir şekilde algılanmalı ve ona göre değerlendirilmelidir.

Dönemsel içtihatların sınırlılığını İslam düşüncesinin son noktası olarak algılayıp mücadele ve tebliğ aracı olarak daha geniş ölçekte tartışılmayı hak eden sistem içi araçları toptan reddeden eğilimler kendi eleştirdikleri klasik “içtihat kapısının kapanması” talihsizliğini farklı şekillerde tekrar etmektedirler. Dâr’ul-Erkâm modelini problemli bir şekilde kavrayıp bu modeli bugüne taşırken tek tipçi bir dayatmayı öne çıkararak ilişkilerin zenginleşmesini engelleyen tavır ve tercihler artık kökten sorgulanmalıdır.

İslam düşüncesini taşıyanların birlikteliklerinden doğan mesajlar, açık ve anlaşılır bir şekilde, gizli kapaklı takıntılardan uzak, günümüz insanının dilini konuşan ve onlara yaşadıkları çağın bunalımlarından çıkabilecekleri bir umut olarak ulaşmalıdır. Kendilerini birtakım içtihadi tercihleri kutsayarak kapatan, soyut tevhid-şirk söylemlerine hapsolup bunların hayattaki karşılıklarını tam olarak kavrayıp gösteremeyen çevre ve anlayışlar, bu yerellik ve ‘kendi gündemi’ anlayışlarıyla akıp giden hayata hangi mesajı verebileceklerdir?

Siyasetten, sanattan, küresel gelişmelerden uzak duranların kendi yerellikleri de olamaz. Artık insanlar iletişimin sınırsızlığında dünyadaki her gelişmeden haberdar ve onlara tepki verir mahiyettedir. Küresel siyasi, sosyal gelişmeleri kavramaktan uzak oluşumlar insanlara bu çerçevede tevhidi bir mesaj veremezler. Soyut okumaları ileri taşıyıp farklı açılım ve yayınlarla zenginleştiremeyenler, meseleleri izah sadedinde basit siyasi analizlerle yetinecekler ve insanları kuşatabilecek bir pozisyon yakalayamayacaklardır. Yapılan Kur’an çalışmaları hayatı kavramaktan uzak duracaksa, yerel ve küresel istikbara karşı bir mücadele hattı için açılımları besleyip yeni yollar oluşturamayacaksa asla vahyin amacına matuf olamaz.

İslam, hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmaz. İnsanların kendi kendilerine yapacakları okumalarla yolsuz yöntemsiz bir toplumsal ıslah mantığı hiçbir peygamberin örnekliğinde yoktur. Vahiy resullere hayatla birlikte gönderilir, onlar da yaşanan hayata cevaplar vererek insanları barış ve adalet toplumunu vahiy temelinde inşaya çağırırlar. “Kendi gündemimiz” teorileriyle uzak durdukları hiçbir sosyal problem yoktur. Hz. Muhammed de, bırakın yerel istikbarın zulümlerine karşı söylemler üretmeyi küresel siyasetle bile vahiy üzerinden ilgilenmiş ve Müslümanların ufuklarını Bizans ve Sâsâni iktidarlarını aşacak bir seviyeye çıkarmıştır. Hakiki bir Kur’an okuması, ilanihaye kelime ve kavramları farklı şekillerde cerh etmeyi amaç edinmekten çıkarıp hayatı farklı yönlerden kuşatma maksadı ile icra olunmalıdır.

Yakındığımız soyut okumaların, mesajımızı insanlara çok yönlü bir biçimde taşıyamayacağı ortadadır. Müslümanların gerek kendilerinden gerek çevresel şartlardan kaynaklanan yetersizliklerden dolayı günümüz toplumlarının estetik algılayışlarına seslenebilecek seviyeden uzak olmaları büyük bir handikaptır. Bu meyanda, değişik vesilelerle değindiğimiz bir mesele olarak sanatla Müslümanların ilgisi problemlidir, yetersizdir. Tevhid-şirk öğretisini, günah-sevap itirazları bağlamında tartışılmayı çokça hak eden fıkhî gerekçeler ya da yerel gündemleri terk etmeme anlayışıyla büyük etkilere sahip sanatsal gelişmelere teşmil edemeyen hareketler insanlarla buluşma fırsatını bir sebeple daha kaçırmış olacaklardır. Şunu açık yüreklilikle belirtmekte fayda var ki sanatla irtibatı zayıf olan hareketlerin kendilerini ifade etme, ileri taşıma ve insanlarla buluşma şansları her zaman düşük olacaktır. Düşünce, davranış ve söylemlerimiz incelmediği, estetik kavrayışlarımızın azaldığı bir vasatta insani ilişkiler de yıpranacak, farkına varılmadan nezaketten uzak tutumlar hayata egemen olacaktır. Kendini kapatan, hayatın ve günümüz dünyasının eğilimlerini sanat zaviyesinden kavrayıp mesajı bu imkânlarla yeniden ve çok boyutlu bir şekilde üretme niyetinden uzak duran ve hatta bu ilgileri küçümseyip değersiz gören anlayışların İslam düşünce ve hareketlerine kazandıracakları, bunalımların ve şeytani muhasaraların esiri olmuş kapitalizm mağduru insanlığa ulaştırabilecekleri bir kurtuluş çağrısı olamayacaktır.

‘Birliktelik’ her zaman olumlu değerlendirmeleri hak eden heyecanlı bir kelimedir. Kendini ileri taşıma güç ve niyetinden mahrum, yukarıda sıralamaya çalıştığımız alanlara, adımlara ilgisiz birliktelikler içinde yer alan kişi ve gruplar bir süre sonra daralan, bunalan, tekrarlardan usanmış olarak, artık bir şekilde farklı toplum kesimleriyle irtibat kurma isteğiyle yerel gündemci mantığı zorlayacak; mesajı, tepkiyi görünür kılmak arzusu ile -belki de çoğu zaman kontrolsüzce- hareket edeceklerdir. Neticede emekler ziyan olacak,  süreç bir kısırdöngü içerisinde kendi geleceğini tekrar tekrar yok edecektir.

Çevresel gelişmelere kapanan İslami çevrelerin zamanla kendilerini de kapatmaları kuvvetle muhtemeldir. Bugünün dünyasında geçmişte hiç olmadığı kadar mesaj ve ilgi olarak açık olmak zorunluluğu vardır. Çok yönlü ilgi ve okumalar yine çok yönlü tepki ve irtibatlar doğurmalıdır. Yüzlerini adalet ve direniş çağrılarıyla mustazaflara çeviremeyenler en nihayetinde kapalılıklarının esiri olarak kendi zindanlarına mahkûm olduklarının bile farkına varamadan fâsit dairelerinde tahlili müşkül bir itminanla dönenip duracaklardır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR