Türkiye medyanın ve siyasilerin savcılardan, hatta polisten daha yasakçı olabildiği ilginç bir ülke. Resmi ideolojinin düşünce ve vicdan özgürlüğünü sınırlamaya yönelik ördüğü yüksek duvarlar sadece kanunlarla ya da okul kitaplarıyla sınırlı kalmayıp zihinlere de derinden işlemiş ve bir düşün(eme)me biçimine dönüşmüş halde. Çoğu zaman olmayan yasaklar ihdas ediliyor, farklı düşünceler mevzuatta olmayan sınırlamalarla baskı altına alınmaya çalışılıyor. Zaman zaman medyada öyle haberlere yorumlara şahit oluyor; siyasilerden ihbar nitelikli öyle suçlamalarla karşılaşıyoruz ki, yasakçılıkta sınır tanınmadığının belgesi gibi duruyor. Atatürk’ü sevmediğini izhar eden iki bayanın maruz kaldığı muamele de bu durumun taze bir örneği oldu.
Haziran ayında Kanal 1 televizyonunda Fatih Altaylı’nın sunduğu Teke Tek adlı programda kendilerine yöneltilen bir soruya “Atatürk’ü sevmiyoruz!” şeklinde cevap veren Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır hakkında medyada başlatılan ve CHP’nin de desteklediği linç kampanyası hatırlanacaktır. Gündeme adeta bomba gibi düş(ürül)en bu olay (!) sonrasında kopartılan gürültü, taciz, tehdit ve öfke seli unutulacak gibi değildi zaten!
Kendilerine sorulan bir soruya dürüstçe ve içlerinden geldiği gibi cevap verdikleri için iki genç bayan hakkında olmadık suçlamalar yapılmış, hakaret ve küfürde sınır tanınmamıştı. Yaşar Nuri Öztürk’ünden Deniz Baykal’ına, Cumhuriyet’ten Hürriyet’e kadar bir dizi şahıs ve kuruluş seviyesiz ve vahşi bir saldırı kampanyasına girişmişlerdi. Daha vahimi ise söz konusu linç kampanyasına Samanyolu TV gibi yayın organlarının da elbette farklı bir yönden destek vermeleri olmuştu. Diğer cenahın bu ülkeden defolup gitmeleri gereken irticacılar, yobazlar şeklindeki suçlamalarını bu kesim de provokatörlük, kışkırtıcılık türünden şaibe iddialarıyla karşılamaya çalışıyor; düşünce özgürlüğü adına bolca nutuk atılan bir vasatta düşüncelerini açıkladıkları için iki genç insanın baskı altına alınmasındaki tutarsızlık, edepsizlikse görmezden geliniyordu.
Kampanya bir ölçüde başarıya ulaştı ve Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır hakkında televizyonda sarfettikleri sözlerden ötürü yasal takibat başlatıldı. Soruşturma başlatıldığına dair haberin yazılı ve görsel basında verilme biçimini hatırlayanlar, resmi ideoloji muhafızı yayın kuruluşlarının savcılığın konuya dahil edilmesini büyük bir başarı öyküsü şeklinde sunmaktan çekinmediklerini de hatırlayacaklardır. Bu arada haklarını yemeyelim, soruşturmaya Kemalist ideoloji savunucularından da tek tük de olsa karşı çıkanlar, medya mensupları içinde yaygın olmasa da zorla sevdirmeye çalışmak gibi bir tutumun kabul edilemezliğine dikkat çekenler de oldu.
Çirkin ve seviyesiz kampanyanın dozu zaman içinde düştü ve nihayet Temmuz ayının sonunda soruşturmayı tamamlayan Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı takipsizlik kararı verdi. Atatürk’ün manevi şahsiyetini tahkir suçlamasıyla yürütülen soruşturmanın neticesinde takipsizlik kararı veren savcılık tarafından Atatürk de dahil olmak üzere hiç kimsenin sevilmek zorunda olmadığı vurgulanmış oldu. Yargı mekanizmasına hakim despot ruh hâli göz önünde bulundurulduğunda bunca yoğun karalama kampanyasının ardından dava açılması doğrusu pek sürpriz olmazdı. Hukuk mantığına pek uygun düşmese de Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır’ın sözlerinden ötürü hakim önüne çıkartılmaları geleneğe uygun düşerdi. Ne de olsa ortada “resmi ideolojinin ilahı”na dolaylı da olsa dokundurma sayılabilecek sözler mevcuttu. Türkiye’de kanunların konjonktüre göre yorumlanması ise hiç de nadir bir tutum sayılmazdı.
İşte tüm bu arkaplana rağmen savcılığın düşünce özgürlüğü ilkesine uygun bir karar vermesi sevindirici bir gelişme ve oldukça önemli bir kazanım sayılabilir. En önemlisi de medyanın baskıcı, despot, yasakçı tutumunun boşa çıkartılmış olması. Ar damarı çatlamış zevattan utanma beklemek beyhude bir çaba olur elbette ama sonuca baktığımızda söz konusu kampanyanın yürütücülerinin gerçekten ne kadar çirkin ve pespaye bir pozisyona düştükleri açıkça görülebilir.
Her vesileyle düşünce özgürlüğünden söz edenlerin özgürlüğü sadece kendi sistemlerine ve kutsallarına biat edenlerin hakkı olarak algıladıkları, resmi ideolojinin ilahlarına yönelik en küçük bir itiraza, sorgulamaya bile tahammülsüz oldukları bir kere daha açığa çıktı. Bu zevat tutarsızlıkta o kadar ileri gitti ki, düzenin çelişkilerle, keyfiliklerle örülü hukuku bile içlerindeki baskıcı, otoriter dürtüleri karşılamakta aciz kaldı.
Aynı şekilde bu konunun medyada yer almasından sonra malum medyanın web sayfalarında ağızlarını doldura doldura küfürler savuran, hayasızca, adice yakıştırmalar, imalarda bulunan tiplerin bolluğu da Kemalist eğitimin ne kadar üstün ve saygıdeğer bir ahlaki zemin ürettiğini de unutanlara bir kere daha göstermiş oldu.
En acısı ise Atatürk konusunda İslami kesimde gayet yaygın olduğu bilinen bir yaklaşımı dillendirdikleri için bu iki Müslümanı provokatörlükle, ihanetle, cehaletle suçlayan; hızını alamayıp Fadime Şahin benzetmelerinde bulunan “hizmet ehli”nin içine düştüğü durumdu. Bu iki bacımız emrolundukları gibi dosdoğru olma buyruğuna uygun hareket edip saptırmadan, kıvırtmadan, açıkça düşüncelerini, duygularını dillendirdiler ve kimliklerini gölgeleyecek bir tutuma tevessül etmediler. Bedel ödemeyi göze aldılar. Sonuçta Allah’ın izni ve yardımıyla bedel ödemek zorunda da kalmaksızın konu onların lehine, hayrına gelişti. Ya ödlekçe davranıp kişiliksizliklerini bir kere daha sergileyenler; düzenin kutsallarına saygıda kusur etmeyip de Müslümanlara karşı kinle, öfkeyle davrananlar… Onların elinde ise sadece utanç kaldı!