Ziya Gökalp gerek kendi süreci gerekse de içinde bulunduğu toplumun süreci açısından talihsiz bir dönemde yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu çöküş dönemi düşüncelerini yaşayan Gökalp “geri kalmışlığın” çözüm yollarını aramıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya koyduğu Türkçülüğün Esasları bir toplum ve devlet inşasına giden yolların programını içerir. Bu programda millet, din, hars, medeniyet, toplum gibi hayati öneme sahip gördüğü kavramların uzun uzadıya tahlillerini yapar. Bu kavramlar bazısı hariç yeni değildir ancak Gökalp onları kendi perspektifinden yorumlayıp yeni biçim kazandırarak cumhuriyet Türkiye’sine uygun bir paradigma haline getirmiştir. Sonuçta artık eskinin değerlerini değişime uğratma çabası ve Batı menşeli yeni toplumsal anlayış Gökalp’te sözkonusu öneriyi oluşturmaktadır ve pratikte bir toplum mühendisliği yapmaktadır. Türkçülüğün Esasları bir uzman tarafından yazılmıştır ve uzman eliyle toplum resmî ideoloji için değiştirilmek istenmiştir. Garp medeniyeti hedefteki ilerlemenin kaynağı olarak görülmüştür. Ahlak, siyaset, estetik, felsefi vb. bir program Türkçülüğün programı olmuştur. Dört başı mamur bu program yeni toplumun ve devlet anlayışının Batılı değerlerle inşası içindir. Merkezî değer Türkçülüktür. Türkçülüğe giden yolda her şey mubah, her şey araçtır. Din, tarih, coğrafya, toplum, kısaca toplumsal gerçeklik her türlü yontma, evrilme işleminden geçirilmeye hazır görünen bir anlayış tarafından programa uygun hale getirilir. Bu süreçte katı bir nedensellik ve birbirinden tutarsız söylemlerle karşılaşmak mümkündür. Her şey Türkçülüğün programının hayata geçirilmesi için tasarlanmış bir projedir.
Ziya Gökalp, döneminde ve kendisinden sonraki dönemlerde geniş çevrelerce ve farklı fikirlerce ciddi rağbet görecek eserler kaleme almıştır. Bu konuda oldukça üretken olan Gökalp, sayısız makalelere ve önemli kitaplara sahiptir. Üzerine akademik tezler yazılmış, destekleyici ve sorgulayıcı çalışmalar yapılmış olması tüm olumlu ya da olumsuz tutumlara rağmen Türkiye açısından gündem değeri olmayı her zaman için başardığını gösterir. Bu biraz da bir toplum ve siyaset projesi niteliğinde fikirlerinin olmasından kaynaklıdır.
Türkçülüğün Esasları kitabını 1923 yılında Ankara’da yazmıştır. “Birinci meclisin feshedilip yeni seçimlere gidileceği aylarda Gökalp, Atatürk’ün isteği üzerine Hâkimiyet-i Milliye gazetesine bir seri yazı yazdı. Bu makaleler Halk Fırkası’nın kuruluşunda ve hazırlık çalışmalarında yararlı olmuştur.” (Okay, 2003:126)
Ziya Gökalp, Osmanlı son dönemi sancılı zamanlarında yaşamış ve sosyolojiyi bu dönemlerde bir çare olarak kullanmıştır. Onun sosyolojisi pozitivizmden mülhemdi. Durkheimci olarak bilinen Gökalp onun dayanışmacı toplum anlayışını Türkiye toplumuna uygun görmüştür. Yeni kurulacak cumhuriyetin “bütüncül”, dayanışma temelli bir toplum istemesi de bu modeli pratiğe geçirmede yardımcı olmuştur.
Türkiye’de Comte-Durkheim sosyoloji okulunun 1940’lara kadar egemen akım olarak varlığını sürdürmesinin nedeni Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu çalışmalardır. Özellikle Marksizm’e mesafeli durmayı tercih eden kesimler, o yıllarda Ziya Gökalp’in temsil ettiği Durkheim sosyolojisini benimsemişlerdir. (Sezer, 1986:53)
Ziya Gökalp için Batı’nın bilimini almıştır denilirse yanlış olmaz. Dönemin yaygın zihniyeti pozitif bilimdir ve Osmanlı bu furyadan eksiktir. İttihat Terakki aydınlarının başını çektiği kitle de bu bilimin ülkelerinde neşvünema bulması için uğraşmışlardır.
Türkiye’ye sosyolojiyi getirip, kurucusu olma payesini kazanan Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları kitabında Osmanlı’nın çöküşünde buhran dönemindeki toplumu bir kimlik altında toplamayı ve bunun geniş çaplı programını oluşturmayı hedefler. Amaç cumhuriyet rejimine bir paradigma hazırlamaktır, yeni bir ideolojiye form giydirmektir. Bunu çok uluslu yapıya sahip Osmanlı toplumundan yeni ulus-devlet örgütlenmesi için bir millet çıkarmak olarak okumak mümkündür. Hazırladığı programda milliyet esastır. Türk milletini yükseltip Türkçülüğü esas kabul eder. Derdi bitmiş bir imparatorluktan bir ulus devşirmek ve geri kalmışlığı Batı medeniyetine intisapla kapatmak.
Ziya Gökalp Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak mefkûresini iliklerine kadar hissetmektedir. Uzun uzadıya bu mefkûre için hars ve medeniyet tanımlarına ve bu kavramların gerekli ögelerine değinir. Bunu yaparken de sadece hedefe odaklanır ve Makyavelist bir tutum sergiler. Onun için Türkçülüğe giden yolda her şey mubahtır. Söylemlerini tartmaz ve insan zihninin çabucak farkettiği çelişkili ifadelerden sakınmaz. Kitap sadece basit bir amaç için değil “büyük” bir ideal sonucu ortaya konulmuştur.
Kitap ‘Türkçülüğün Mahiyeti’ ve ‘Türkçülüğün Programı’ şeklinde iki kısma ayrılmıştır. İlk kısım nazarî yani teorik ve ikinci kısım amelî yani pratiktir. Gökalp, oluşturduğu başlıklar altında kavramları tek tek tanımlar ve açıklamasını yapar. Bu kavramların Türkiye’ye uygunluğunu tartışır. Tarihsel örneklerle güncel sorunları karşılaştırır ve genelde problemlerinin menşeiyle ilgili adres gösterir. Tarihsel sürecin bir değerlendirmesini yapar. Geleceğe nereden yürüneceğine işaret eder. Gökalp, Türkçülüğünü harsa dayandırır ve mefkûresi Garp’tır. Türkiye toplumunun bir harsa sahip olduğunu ve harsın ögelerinin neler olduğunu, ne işe yaradığını belirtir. Tarihî ve güncel açıklamalarının kapsamı buyken ‘geri kalmış’ bir toplumun içinde bulunması gereken medeniyeti de Garp medeniyeti olarak bastırır. Teknik ve bilimsel olarak gelişmiş gördüğü medeniyetin içinde Türk milleti olsun ister. Bu bölüm tümüyle hars ve medeniyete ve uzantılarına ayrılmıştır.
Gökalp bir uygulayıcıdır. Tabir-i caizse sponsorlu bir çalışma yapmıştır diyebiliriz. Bunun içindir ki bir pratik bölüm hazırlamıştır. Aslında içerik olarak Lisani, Bedii, Hukuki, Dinî, İktisadi, Siyasi, Felsefi Türkçülük gibi başlıklara sahip bölüm başta teorik gibi dursa da tüm bu başlıklar birer eylem ifadesidir. Bir hareket ancak sanatıyla, diliyle, hukukuyla, ekonomisiyle, siyasetiyle, felsefesiyle ve dinle bir anlam ifade eder ve varolur, ses getirir. Gökalp’in kitabında boşluğa yer yoktur. Her şey düşünülmüş, dünyayla kıyaslamalar yapılmış, taşlar tek tek dizilmiştir. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere tüm bunlar birer esastır ve üzerine inşa edilecek bir şey elbette vardır. İnşa etmenin yolu da kalıntıları temizlemekten geçmektedir.
“Türkçülüğün Esasları”nda Ana Meseleler Üzerine
Ziya Gökalp, Türkçülüğü belli esaslara dayandırdığı kitapta Avrupa’da Türkçülüğü anımsatan iki hareketin aslında var olduğundan bahseder. Bunlardan biri; Avrupalıların Türk yaşam tarzını yansıtan eşyalara merakından çıkardığı Türk hayranlığıdır. Ayrıca pozitivist düşünürler Türklerle ilgili güzel yorumlarda bulunmuş, onları pozitivizme uygun bulmuş, hatta Jön Türklerin sürgündeki üyelerini ziyaret etmişlerdir. Gökalp’in Türk hayranığı dediği sözde hareketin altında böyle sebepleri görmek mümkündür. Bir diğer hareket ise Türkiyât dediği Türkoloji araştırmalarıdır. Avrupa’da yapılan tarihî ve arkeolojik incelemelerdir. Ona göre Deguignes ve Leo Cahun’un eserleri dünyaya damgasını vurmuştur. Ziya Gökalp kendisinin de bu çalışmalardan etkilendiğini gizlemez. Hatta bu iki tarihçi kitapta iki devir olarak incelenir. Yerelde de Ahmet Vefik Paşa ve Süleyman Paşa’nın Türkçülüğünden etkilenmiştir ve arayışlar sonucu (ki kendisi kurtarıcı mefkûre arayışı der) soluğu Genç Kalemler’de almıştır.
Ziya Gökalp Türkçülüğü şöyle tanımlar: “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.” (s.32) Öyleyse Türk milletini bedbaht ve zayıf düşmüş gördüğü açıktır. Peki, millet nedir? Bunu da ırkî, kavmî, coğrafî, Osmanlıcı, İslami, fertçi gibi ayrımlara tabi tutar. Bunların hiçbiri onun tarifine uymaz. “Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan bir zümredir.” (s.37)
Hars milli, medeniyet beynelmileldir. (s.46) “Hars; yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muâkalevi, bedii, lisani, iktisadi ve fenni hayatlarının ahenkli bir bütünüdür. Medeniyet ise aynı medeniyet dairesine dâhil birçok milletin...” (s.46) Hars yapay değildir ama medeniyet sonradan eklenerek ilerler. Ona göre hars taklit edilemez ama medeniyet taklit edilebilir. Hars duygulardan, medeniyet bilgilerden oluşur. (s.55) Osmanlı’yı millet olmamakla suçlarken tüm bu ilkeleri kullanır. Osmanlı sürekli bir ikilik vusule getirmiş, dışarıdan taklit ederek iç bütünlüğü bozmuştur. Örneğin dili; yazıda Osmanlıca, avamda Türkçe, vezin ise İran’dan. Edebiyat, ahlak, toplum, sanat, şairler (halk/saray) hep ikiliklerle doludur.
Sosyal ikilikten Gökalp’in kastı Türk milletine Osmanlı’nın kötü muamelesidir. Ona göre Türk mahkûm millettir ve bunu yapan Osmanlı’dır. Osmanlı, Ziya Gökalp’te Türk milletinin tam karşısındadır ve Türk’ü sürekli aşağılayan, korkunç bir gerçektir.
Tüm esere yayılmış katı bir nedensellik hâkimdir. Bunu pozitivizmden almıştır. Çünkü belli nedenleri belli sonuçlara aksi düşünülmeyecek şekilde bağlar. Medeniyet yükselirse hars bozulur yargısı buna örnektir. Yargı fazlasıyla çelişiktir. Gökalp, tarihî örnekleri de genellemiştir. Eğer hars medeniyetin yükselmesiyle bozulacaksa yüksek bir medeniyete harsıyla girmesi abestir. Harsı riske atmış olur.
O, çağdaşlarıyla geri kalmışlık konusunda aynı kanıdadır ve reçetesi de diğerleriyle aynıdır: “Bu dinî ve vatani tehlikeler karşısında yalnız bir kurtuluş reçetesi vardır ki; o da ilimlerde, sanayide, askerî ve hukuki teşkilatlarda Avrupalılar kadar ilerlemektir. Yani medeniyette onlara musavi (denk) davranmaktır. Bunun için de tek bir çare vardır: Avrupa medeniyetine tam bir surette girmek.” (s.79) Şu soruyu sormak gerekir: Avrupa medeniyetine girmeden de onun tekniğinden faydalanılamaz mı? Bu intisap telaşı nedendir?
Ziya Gökalp, dönemin önemli bir sorunu olan lisan üzerine de uzun uzadıya açıklamalarda bulunur. İstanbul lehçesiyle Osmanlı lisanını karşılaştırır, çıkarımlarda bulunur. Osmanlı lisanını bir tarafa atmayı çok rahat bir şekilde dile getirir. (s.126) Oysa asırlardır süregelen ne çok önemli eserlerin yazıldığı dilin defi, tezahürleri itibariyle bu kadar basit bir hadise değil.
Gökalp, Osmanlı sanatkârları yüzünden Avrupa tezhibinden alamamaktan dem vurur. Onların dışarıya, diğer medeniyetlere kapalı oluşunu tenkit eder. Oysa halk da bazı yeniliklere kapalıdır ancak aynı tenkitleri onlara yöneltmez. Sözgelimi halkın Fransızların 6+6’lık veznini reddettiğni kendisi ifade eder ve bu yeniliği almamalarında sakınca bulmaz. Bilakis bu tecrübeyi “Milletlerden vezin alınmaz.” şeklinde kaideye dönüştürdüğünü de ekler.
Kitapta ciddi bir feminizm savunusu görmek de mümkün. Eski Türk törelerine giderek cinsiyete göre bir ahlak perspektifi çizen Gökalp, kadınlar üzerinden bir anlatım benimser. Güçlü, hükümdar, vali olduklarından övgüyle bahseder; anekdotlar aktarır. (s.182) Türkçülük akımıyla feminizmin doğuşundaki eş zamanlılığa dikkat çeker. Geçmiş köklerde feminizmi araması ise Türkçülüğün ne kadar “ileri” görüşlü olduğunu gösterme arzusundandır. Bu kadar geçmişe gitmesinde oralarda İslam’a dair bir şeyler görmeme arzusunun payı büyük olsa gerek.
Programın hukuki Türkçülük kısmı da siyaseti yakında ilgilendirmektedir. Hukuki Türkçülükten kasıt, demokrasinin çağdaş bir devlet kurmak, uzmanların yetkisine dayanan serbestlik ve çağdaş aile gayesine işaret eder. Tüm bunlar değişim için bir projedir. O bir dizi iktisadi gerçekliği gündeme de alır. Nihayetinde programın bağlandığı nokta Siyasi Türkçülüktür. Gökalp, Türkçülüğün, Halk Fırkası’na yardımcı olduğunu savunur. (s.202) Süreçte büyük kurtarıcı ise Mustafa Kemal’dir. Ziya Gökalp, Türkçülükten başka bir siyaset tanımaz. Anlattığı bütüncül programa uygun felsefe ise pozitivizmdir: “İlim objektif ve müspet (pozitif) olduğu için beynelmileldir (milletlerarasıdır) binaenaleyh (bundan dolayı) ilimde Türkçülük olmaz.” (s.204) Pozitivizm de değerler üstü bir tavrın savunucusudur.
“Türkçülüğün Esasları”na Yönelik Bazı Çıkarımlar
Gökalp, Türkçülüğü ön plana çıkarıp idealize ederken sürekli bir Osmanlı eleştirisi yapmakta ve öyle ki bu eleştiriler merkeze oturmakta. Türkçülük eşittir Osmanlı karşıtlığı gibi bir çıkarıma varmamak elde değil. Amaç Türkçülüğün programını oluştururken, Osmanlı kalıntılarına asla tahammül göstermemek ve Osmanlı karşıtı nasıl olunur fikrini aşılama şeklinde tezahür ediyor. Asırlarca hüküm sürmüş bir devleti her alanda eleştirmek hamasi duyguların aklı örtecek düzeyde olduğunu ve adalet ölçüsünden uzaklaşıldığını gösteriyor. Aslında Ziya Gökalp’in Türkçülüğü kendisine karşıt bularak bir pozisyon belirleyen ve onun üzerinden oluşturulan bir programdır denilebilir.
Gökalp, Türk milletini Osmanlı’dan koparıp ona ayrı bir konum atfetmiştir. Osmanlı’nın Türkleri tabiri caizse ezdiğini, bir isimden bile yoksun bıraktığını, değersiz gördüğünü belirtmiştir. Böylece Türk milletine atfedilecek amaç öncelikle yeniden kendisi olmak, işe baştan başlamaktır. Örneğin kendi dili, edebiyatı, felsefesi olmalıdır. Bütün bunlar da bir medeniyet içinde benliğini kaybetmiş bir savruk parça olmadan yapılmalıdır.
Ziya Gökalp’e göre dünyada iki medeniyet vardır: Şark medeniyeti yani Doğu Roma ve Garp medeniyeti Batı Roma. “Şark medeniyeti Bizans ile mi başlar?” diye sormak gerekir. Bizans’tan önce medeniyet ve Şark yok mu? Hint’i nereye koyacağız? Bu sorular Gökalp’in medeniyet ayrımına yöneltilebilir. Hint kutsal metinlerinde bugün konuştuğumuz pek çok öğreti mevcut. Örneğin vahdet-i vücud bu metinlerde var ve etkisi dalgalar halinde yayılmış. Lisanda da ortak kelime ve kelime kökleri mevcut. Farsçada bulunan kelimelerle Sanskritçedekilerin ortaklığı ve Hint-Avrupa dil ailesi hep bir medeniyetin etkilerini gösterir. Yunan ve Hint’in akrabalıkları Büyük İskender’den ve seferlerinden gelir. Sözgelimi Büyük İskender’in hocası Aristo’dur ve seferleriyle Yunan düşüncesi Şarkla buluşmuştur. Örneğin Platon “felsefe ölmesini öğrenmektir” derken Hint ile, reenkarnasyon inancını akla getirir. Şark’ı Bizans’ın tekeline vermek düşüncesi bir yanılgıdan ibarettir. (Hint; M.Ö. 4000’de İndus ırmağı boyunca yerleşmiş bir medeniyet, Doğu Roma ise M.S.330)
Gökalp, “Müslümanlar; harem ve selamlık, çarşaf, peçe gibi adetleri Hıristiyan Bizans’la Mecusi İran’dan almakta iken, Garbî Avrupa’da kadınlar içtimai hayata giriyorlardı.” (s.75) ifadesini kullanır. Oysa Müslümanlar harem, selamlık ve tesettürü dinî emirlerden alırlar. İslam’da sakınma vardır. Ayrıca İslam dini kadının sosyal hayata katılımını engellemez. Hz. Muhammed (s) ile konuşan, şikâyetler bildiren ve mescide gelen kadınlar hakkında bilgiler var. Tüm bunlar görmezden gelinip meselenin Bizans ve İran’a dayandırılması tarihi gerçeklikle uyuşmuyor.
Gökalp o kadar çok argüman öne sürüyor ki bu süreçte tek bir hedefe kilitleniyor: Türkçülüğün programını hazırlamak. Hedef için tüm yol ve söylemler doğru-yanlış olduğuna bakılmaksızın dile getiriliyor. Çoğu zaman sebepleri sonuçlara mahkûm eden determinizmi sorgulamasını engelleyip genellemeler yapmasına yol açan bir tarzı var. Genellemeler pek çok zaman gerçeği ıskalar.
Gökalp, ilerlemenin kaynağını Garp medeniyetinde bulur. Ayrıca her fırsatta pozitivizmden mülhem determinist tavrını gösterir. Oysa her toplum kendi özelinde incelenmeli ve bağlamından koparmadan, ilerleyişi kendi toplumsal kodlarına uygun bir usul izlenerek açıklanmalı. Belli davranış kalıpları belirlemek ve doğa bilimlerinde olduğu gibi evrensel yasaları keşfe soyunmak toplumlar için hiçbir zaman sağlıklı bir yol olmamıştır.
Tanzimatçılara Garp medeniyetini eksik aldıkları yönünde sitem eden Gökalp, harsın durumunu unutuyor gözükür. Garp medeniyetine tamamen girmek demek kimliğini ona teslim etmek demek. Dönüşüm kaçınılmaz. Diğer yandan Gökalp kendisi de bir kısım yenilik aldığından söz eder. Aldıklarımız takvim, tümevarım, astronomi vb. bunların ne zararı var ifadelerini unutur. Bu açık çelişki pek de umurunda değildir. Tanzimat’ı tenkitte izlediği yöntem anlamsızdır çünkü aynı söylem tarzına sahiptir.
İslam üst kimliğini Müslümanlarda “millet” üst kimliği şeklinde değiştiren Gökalp, dine inananlara, dinin kabul etmediği bir şeyi öneriyor. “Ancak müminler kardeştir.” düsturu gereği Allah’a inanıp murad-ı ilahiye uygun yaşamanın yerine milli vicdanı uyandırmayı koyuyor. Bir de İslam birliği sömürgeden kurtulmaya yetmiyor diyerek ekliyor. Müslümanların ilerleyememesinin sebebini milliyet mefkûresinin olmamasına bağlayan Gökalp, determinizmi hep merkezde tutuyor.
Durumları bağlamından kopuk bir şekilde okuyan Gökalp, Müslümanların inanç esaslarını ıskalıyor. Örneğin kadere iman. Bunu ileri boyuta taşıyan “fatalizm” insan iradesini atıl bırakır. Malik b. Nebi son derece içeriden bir yorumla “sömürgeye müsait olma durumu”ndan bahseder. Gökalp aksine Müslümanları İslam dairesinin dışından bir bakışla yorumluyor.
Vatani ahlakı Gökalp evla tutuyor. İnsani değerleri milli değerlerden aşağı görüyor. Her şeyden önce insan olduğumuz düşüncesinden uzaklaşıyor. Mazluma dini sorulmaz sözünü mazluma milleti sorulmaz şeklinde düşünürsek Gökalp, milleti tam bir din gibi algılıyor. Kutsal; Tanrı’nın işaret ettiği şeydir. Oysa Gökalp’in kutsalı millet. Bu yüzden her değerin üstünde.
Ziya Gökalp, güzelliklerin toplamına millet diyor. (s.103) Ne ilginçtir ki Aliya İzzetbegoviç de “İslam güzel olan her şeyin toplamıdır.” der. İki bakış açısını karşılaştırmak ve yeni bir din gibi bir algıyı ortaya koymak adına önemli bir örnek. Din uğruna mücadele edenlerin dine atfettiğini Gökalp millete atfediyor. Carlton Hayes Milliyetçilik Bir Din adlı eserinde milliyetin dinin yerini aldığını şöyle açıklar: “Geleneksel tabiatüstü dinin başka bir duygusal ikamesi tarafından, yani milliyetçilik tarafından suiistimal edilmemiş ve takviye edilmemiş olsaydı, Marksist ya da Leninist komünizmin şimdiki konumunu sürdüreceğine ve geleceğin dünya dini olma tehdidinde bulunacağına zor ihtimal verebilirdik. Milliyetçilik, komünizmde olmayan sıcak ve dindarâne bir karaktere sahip. Manevi bir niteliği var ve komünizmin aksine şu temel dini hakikati takdir etmektedir: İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz. Bu yüzden, milliyetçiliğin uyandırdığı duygu yalnızca bir elit tarafından değil, sıradan bir insan kitlesi tarafından da tamamen paylaşılacak gibi görünüyor.” (Hayes, 2010:27-28)
Hayes’in bahsettiği gibi gerçekten de milliyetçilik geniş halk kitleleri tarafından paylaşılmıştır. Dine sarılarak ve dinin yerini alarak. Nitekim o, bunu Avrupa milletlerinde gözlemlemiş ve bariz bir şekilde dinin yerini nasıl milliyetin aldığını ortaya koyan önemli ifadelere imza atmıştır. Dile getirdiği en iyi örneklerden birini paylaşmakta yarar var: “Şimdi Avrupa’da birisine kim ya da ne olduğu sorulsa cevabı hemen hemen kesindir: Alman’ım, İrlandalıyım, İngiliz’im, İtalyan’ım veya Rus’um vd. Şayet aynı soru Ortaçağ’da yaşayan bir Avrupalıya sorulmuş olsaydı, muhtemelen şu cevabı verirdi: Ben bir Hristiyan’ım.” (Hayes, 2010:43)
“Türkçülük millet esasını kabul etmeyen hiçbir sistemle anlaşamaz...” (s.118) diyen Gökalp’in kendi tanımında ortak dil, din, hars vb. ifadeler yer almakta. Din de millet esasını kabul etmez ama Türkçülüğe tanım oluyor. Burada dinin sadece bütünleştirici bir öge, araç olarak kullanıldığı ortaya çıkıyor.
“Hâlbuki Türklerin asri medeniyete girmeleri için, yalnız eski mazilerine dönüp bakmaları kâfidir.” (s.186) şeklindeki yaklaşımıyla Gökalp düşüncesinin milliyetçiliği perçinleme arzusu ortadadır. İlerleme fikrine, yenilik fikrine olan bağlılık söz konusu Türkçülük olduğu zaman muhafazakâr bir hâle bürünüyor. Eskiyi yeterli görmek çağdaş olmak için öne sürülüyor. Oysa çağdaş olmak; pek çok yeniliğe açık olmak, çağın insanı olmayı gerektirir. Gökalp’in Türk mazisini bu kadar yüceltmesi, mevcut dönem ve toplum için bir ilerleme değil, adeta bir öze dönüştür. Burada lineerden ziyade ters lineer (ideal olan ilk olandır) tarih anlayışına şahit oluyoruz. İdeal gelecekte değil geçmişte düşüncesi ‘Ahlaki Türkçülük’ bölümünde oldukça etkin bir yere sahip. Mitler, esatirler üzerinden bir inşa söz konusu. Burada Gökalp, gelecek için demokrasi ve feminizm idealinde geçmişe yaslanıyor. Bu köklerin gündeme gelmesindeki hâkim zihniyet tüm milliyetçiliklerde olduğu gibi ideolojiyi olabildiğince geçmişe götürme düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Hayes’in ifadesiyle: “Her halükârda insanın milletinin geçmişiyle bağını kuruyor, onu ve torunlarını milletin gelecekteki hayatıyla aynileştiriyor. Hedefi, kişiye olmasa da en azından onun milliyetine ve milli devletine hürriyet, ferdiyet ve muhtariyetin teminidir.” (Hayes, 2010:28)
Gökalp’in, Türkçülüğü anlatırken dört başı mamur bir program sunması ve halka, topluma sunulacak bir programdan bahsetmesi de bundandır. Nitekim bunun siyasi alana yansımaları olacağı ya da daha açık konuşulursa bir toplumsal ve siyasi proje olduğu su götürmez bir gerçektir. Kendisi de siyasi ideallerden bağımsız olmadığını belirtiyor.
Mevcut toplumu Türk, Kürt, Arap, Acem vb. birçok etnik kökene sahip olan insanları ayırmaksızın Türk olarak görmesi, vakıanın yüzüne yüzüne bunu haykırması konjonktüre uygun verili bir eser yazdığını gösteriyor. Toplumsal gerçekliğe Gökalp’in söylemlerinin uymadığını herkes kadar kendisinin de bildiği açıktır. Neyse ki böyle bir program kurulacak ulus-devlet ve seküler rejim için gerekli görülüyordu. Bir toplumsal mühendislik olduğunu ilk cümlelerinden itibaren ortaya koyan kitap da cumhuriyetin kurucu paradigmasını içerdiğini haykırıyor.
Kaynakça
Baykan Sezer, (1986) “Ziya Gökalp ve Durkheim”, 60. Ölüm Yıldönümünde Ziya Gökalp, İstanbul, 1986. (İçinde: “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve Türk Sosyolojisine Etkisi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 6, Sayı 11, 2008, s.53)
Hayes, Carlton J.H., (2010), Milliyetçilik: Bir Din / Batı Siyasal Düşüncesinde “Ulusalcılık” Tasavvuru, İz Yayıncılık, İstanbul
Okay, M.Orhan, (2003) Ziya Gökalp Maddesi, DİA, s.126
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2017