Modernizmin ya da geleneğin teslim aldığı, hayatın koşturmacasının esir ettiği kadınlar Yıldız Ramazanoğlu'nun kaleminden "Zilha Günü" kitabında geçit resmi yapıyorlar.
Baştan sona sarıp kuşatan bir dil; sürükleyici, büyüleyici; insana nüfûz eden, zayıf yanlarını aralayan, çaresizliklerini ele veren, teslim olunan tarafları ortaya çıkaran samimiyet… Sanki, Ramazanoğlu insanın zaaflarını çözüyor da öylece ortada bırakıveriyor: Kadın ya da erkek olması fark etmeden.
Altı hikâye var Zilha Günü'nde ve bu altı hikâyenin hepsi birden yazarın üslubunun, anlatımının devamı. Radikal bir farklılık yok yani. İçerden anlatan kadınlar bütün hikâyelerin kozalarını sabırla örüyorlar. Erkekler şöyle bir ve çoğu kere anlatımın silik elemanları olarak beliriveriyorlar, o kadar.
İlk hikâyenin kahramanı diğerleri gibi olmama şansına sahipti diye düşünüyorum. Üniversiteyi bitirmiş bir genç kız. Babası ölmüş. Ölüm, 'Zilha Günü'ndeki hikâyelerin neredeyse ortak teması. Ölüm bütün hikâyelerde kurguyu, anlamı belirleyen en büyük yardımcısı yazarın. İlk hikâyede de kızın babasının olmaması erkeksiz hikâyeler için önemli bir imkân olarak kullanılmış dersek yeridir. Anneyle yaşayan üniversite mezunu ablamız çalışmak için İstanbul'a gitmek istiyor, araya bir 'medeniyetimizin izlerini tanıyabilmek' amacını da sıkıştırarak. Çalışmak, kendi ayakları üzerinde durmak, yaşadığı Anadolu şehrinden bir an önce kurtularak hareketsiz bir yaşamdan uzaklaşma isteği asıl saikler gibi dururken birazcık da 'derinlikli' bir gerekçe sığdırıyor İstanbul'a gitme isteklerinin arasına çalışmahayatınıngençadayı hanım kız. Tek başına yaşayacak olması bence son derece önemli. Hikâye boyunca hiçbir arkadaşından bahsedilmiyor, kızın hiçbir arkadaşı yok. İstanbul'da daha önce yaşamamış olması belki bunun nedenidir ama hiçbir referans, öneri, yeni bir arkadaşla irtibat kurma sonucunun gerçekleşmesi hikâyede görünmüyor. Belki de Ramazanoğlu'nun kadınlarının teslim alınmalarının en büyük sebebi onların her birinin neredeyse tamamen yalnız olmalarıdır. Evet, öykülerdeki kadınlar, "Cemil Beyin Melankolik Karısı" hikâyesinde Saime hanımı anlatan kadın hariç yalnızdırlar ama o kadın da haddinden fazla özgüven yoksunu, kayıp bir kadın olarak arkadaş sahibi oluşunu layıkıyla anlamlandıramaz; zaten arkadaşının da anlam arayışı yoktur.
İlk hikâyenin, yani "Gece Kuşu" hikâyesinin kahramanı üniversite mezunu hanımefendiyi okurken bir şeyler beklediğimi itiraf etmeliyim. Tek başına kalacağı evi döşeme gayretini aşan, tezgâhlardaki malları ve satıcılarını gözlemledikten sonra başka şeyleri de gözlemleyebilen, parklarda oturup çene çalan, akşam eve erken dönmemek için evlerdeki sorumluluklarını yok saymış görüntüsü veren kadınları değerlendirdikten sonra başka insanlara, hayatın başka sayfalarına da bakmasını bekledim ama beklentim boşa çıktı doğrusu. Cevşen okumaktan ve namaz kılarken bibloların yerlerini değiştirmekle ilgili bir iki vurgudan başka düşüncelerine vâkıf olamadığımız kahramanı nasıl anlayacağız diye kendime sorduğumda iki cevap arasında kalıyorum: İşte hayat bildiğiniz gibi, ana kucağından tek başına varoluş sürecine geçişte bir kadının hissiyatı ya da herhangi bir düşünsel/sosyal açılımı öne çıkmayan bir genç kızın sürece sıradan dahli. Haksızlık olmasın diye cevabı okuyucuya mı bırakmalı?
Yalnız şunu özellikle vurgulamakta fayda var ki, "Teyzemin Aynasız Günü", derinlikli güzellik ve sevgi anlayışı yerine maskenin öne çıkışını protesto eden bir öykü olarak kapitalist/hazcı yaşam tarzına meydan okuyan bir manifestoyu dillendiren küçük kızın ve teyzesinin hüzünlü ve vurucu hikayesi. Fıtrattan kaçmaya başlayanları tasvir eden son derece etkili bir anlatım ancak silik ve kötü bir erkek imajıyla hiçbir sahih değeri dillendirmeyen işbilir/işgüzâr 'Yenge' tiplemesinin ağırlığı altında ezilen bir manifesto bu. Teyzenin kemikli burnu kendisini istemeye gelenler için güzelliğini örten ve estetikle düzeltilmesi gereken bir çirkinliktir ve bu küçük yeğen için evlenmemek için bir korku ve nefret deneyimidir. Evet, derinden beslenen sevgiler yerine düzeltilecek burun kemiğinin öne çıkması utanç vericidir ve Ramazanoğlu bunu gizli ya da açık bir şekilde yaşanan bir gerçeklik olarak okuyucusuyla paylaşır. Ama yazarın tercihi bir şeyleri eksik bırakıyor sürekli, sadece sıradan insanlar üzerinden yapılan anlatımlar. Sıradan insanları anlatan o kadar anlatım var ki, burada durup "Bu mudur?" sorusunu sormak bizim için zorunluluk oluyor. Soruyu niçin sorduğumuz üzerinde biraz daha duracağız.
"Anemon Çiçeği" teyzeyi tehdit eden güzellik saplantısının daha sistemli ve daha hazcı boyutunu anlatan hikâyesi kitabın. 'İtinayla güzellik arzunuz sömürülür'ün hikâyesidir bu. Güzel hikâye doğrusu. En çok hoşuma giden anlatım. Şehirli hanımların, beylerin bedenlerini putlaştırıp ölümü öldürmek isteyen çabalarının anlatımı. Çok samimi. Kahramanı elbette bir kadın. İnanmadığı şeyleri anlatan, inanmadıklarıyla para kazanan, belki de kendine saygısını çoktan yitirmiş, kendini kaybetmiş bir kadın. Evine geç gelen, çalakalem çocuklarına yemek veren, kocasıyla kelam edemeyen, acınası bir kadın. Kötü erkek algılamalarından cadde ve sokaklarda ürken kadın, trafikte arızalı arabasıyla hafakanlar yaşayan, sanki bile isteye hayatı işkence olsun diye yaşayan kadın.
Çiçeklerden güzellik iksirleri pazarlayan kapitalistler her yanı çoktan sarmıştır ya hani işte Yıldız Ramazanoğlu oraya parmağını batırıyor. Ya memnun olduklarından ya da kendilerini zorlayan başka sebepler yüzünden kuşatılmışlıklarından kurtulamayan ablaların hayatlarına tutuyor projektörleri. Ancak şu bir gerçek ki bu ablalar sahih alternatifleri hikâyelerinde dillerine hiç dolayamadıklarından her nedense, o kadar çevrelerini gözlemledikleri halde bir türlü ulaşamadıkları için hakikatin sesine, mesafe alamayacaklardır.
"Cemil Beyin Melankolik Karısı" ideal bir tipleme olarak duruyor. Ölen Saime hanımı öyle bir anlatıyor ki hikâyenin anlatıcı karakteri olan komşusu, Cemil beyin vefat eden eşinden sonra evlendiği yeni eşine; doğrusu biraz abartılı durmuş. Tamam, o anlatıcı, bir kadın tarzıyla abartabilir belki ama sanki ayar kaçmış, her iyiliği, güzelliği üzerinde barındıran bir meleğe dönmüş kahraman. Acaba diyorum, yitip giden sıradan güzellikler bağlamında mı değerlendiriyor yazar bu tiplemeleri/hayatları, yoksa başka bir niyeti mi var? Eğer birinci sebepse âmil, 'Bu mudur?' sorumuz yinelenmek durumundadır. Bu kadarla yetinmek başka anlatıcıların da yaptığı bir şey değil midir? Bu insanların hikâyeleri zaten başkaları tarafından da fotoğraflanıp sundukları kısmi güzellikler anlatılmıyor mu? Bizim tercihimiz bu durumda ne olmalıdır? Tartışınız diyelim.
Almanya acı vatandır ya, onun da pek tabiidir ki kurbanları olacaktır. Almanya gurbeti üzerinden yine kadın diliyle ev takıntısı anlatılıyor "Gast Arbeiter" başlıklı hikâyede. Öyle sıcak, öyle samimi anlatıyor ki Yıldız Ramazanoğlu hikâyeyi, kahramana üzülüyor, acıyorsunuz, ama elinizden bir şey gelmiyor, çünkü o da artık bir 'ölü'dür, esasen yaşarken zaten çoktan ölmüştür. Dönüş şansı yoktur. El uzatamazsınız. Diğer birçok hikâyede olduğu gibi ölüm, yazarın öykülerini kurarken fazlasıyla yararlandığı bir hareket noktası.
Eve, işe, paraya harcanan hayatlar… 'Dünya hayatı bir oyun ve eğlencedir' gerçeğinden habersiz, koşturup duran, ziyan olan baharlar… Ne kötü bir son, ne kötü bir sürpriz. İşte her zaman plânlarımız tutmayabiliyor, işte yıllarca hayalini kurduğunuz şeyler sizden ansızın ve sonsuza dek uzaklaşabiliyor. O halde çalışmalarımız, uğraşılarımız gözden geçirilmeli değil mi? Birileri bize bunları hatırlatmaz mı? Koşturup durduğumuz hayatımızın yakasını tutup sarsan biri çıkmaz mı yolumuza? Cevşenler ve arada bir gözüken seccade ya da tesbihler yerine sahih bir söz değmez mi kulağımıza? Her nedense olmaz bunların hiçbiri Ramazanoğlu'nun kadınlarının hayatlarında. Ne talihsiz insanlar!
Kitaba adını veren "Zilha Günü" bir Boşnak öyküsü. Buralardaki kaybedenlerden fazla olarak neyi vardı ki zaten Zilha'nın? Bosna'nın adını duyunca değerlendirmeleri gereksiz kılacak bir hüzün düşüverir ya yüzümüze, 'Zilha' da o hüznün derinleştiricisi bir anlatım işte. Naif, talihsiz. Zilha zaten çok zaman önce teslim alınmış bir halkın çocuğudur, şimdi ne yapacağını bilecek umudu ve gücü yoktur. Bosna'nın her an bitecekmiş gibi duran sahte barışının tedirginliği Zilha'yı da rahatsız eder her an. Mutlu mudur? Eh işte, tam bir şey diyemese de. Zilha'yı yazarken Yıldız Ramazanoğlu oradadır, görebilirsiniz.
Eleştiriden ziyade yönelimlerimizi anlama çabası olarak değerlendirilmesi gereken bir edayla konuşalım: Yazı boyunca değinmeye çalıştık. Kendi hikâyemiz dayatması elbette doğru değil ama nispeten bağlantılı olsalar da bunca anlatım arasında kendi hikâyemizin kendine yer bulamamasını nasıl anlayacağız? Kitap boyunca anlatılan hayatlar, bu kadar sarıcı, sarsıcı, sıcak anlatımlar için fazla kıymet verilmiş olarak durmuyorlar mı? O kadar sözün arasında anlamak ve durmakla ilgili kaygıların sahne almaması nasıl açıklanmalı? Sanatımız için çıkış ararken cevaplandırılmadan, tartışılmadan geçilmemeli.
Bir de 'dil'i bir kere daha vurgulamadan geçemeyeceğiz. Üslûbumuzu bulmak zorundayız. Yıldız Ramazanoğlu üslûp sahibi bir yazar olarak okuyucudan yana duruyor, onu bırakmıyor; anlatımın olmazsa olmazı işte.
ZİLHA GÜNÜ / YILDIZ RAMAZANOĞLU / TİMAŞ YAYINLARI / 2008