Giriş
Her inancın ve ideolojinin kendine özgü kavramları vardır. Bu kavramlar inançların/sistemlerin temelini oluşturur. Sistemler temel görüşlerini kavramlara yüklemek suretiyle temsil edilmiştir, islam düşüncesinin de kendini ifade etmek üzere kullandığı, üstüne bina edildiği kavramları vardır. Kur'an geldiği toplumda kullanılan bir takım kelime ve kavramları almış ve onlara bambaşka bir kimlik yüklemiştir. Mesela kerim kelimesini alalım. Kavram islam öncesi cahiliye anlayışında; aristokrat sınıfa ait bir sıfat olarak kullanılıyordu. Bir kişi ne kadar çok saçıp savurursa o kadar kerim-cömert olmakta ve cömertliğin derecesi savurganlıkla ölçülmekteydi. Fakat kelime Kur'an muhtevasında bu anlamını kaybetmiş ve cömertlik takva şartına bağlanmıştır. "Şüphesiz ki Allah'a göre sizin en kerim olanınız en çok takva sahibi olanınızdır." (49/13)
Yine Kur'an, kerim olmanın Şartı olarak savurganlığı salık veren cahiliye anlayışını da kıyasıya eleştirmiştir. «Akrabaya, fakire ve yolcuya hakkını ver, ama saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir. Şeytan da rabbine karşı nankördür." (17/26-27)
Kur'an'ın kavramlar dizininde çok önemli bir yer tutan "takva" kelimesi islam öncesi Arap literatüründe "her canlı varlığın dışarıdan gelecek olan yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışıdır. Bu kelime vahiy literatürüne girince dini bir anlama büründü. "Takva" Allah'ın emirlerini aksatmadan ve samimi olarak yapma çabası ve onun yasaklarından kaçınmak diye tanımlanmaktaydı artık. Bu niteliklere sahip olanlar da muttakiler sınıfına dahil oluyordu.
Hz. Peygamber sonrasındaysa süreç tamamen tersine işlemeye başladı. Bu defa İslam toplumunda neşet eden düşünce ekolleri (fıkıh, hadis, felsefe, kelam ve sufi ekolü gibi) Kur'anî/islamî kavramları kendi bütünlüğünden kopararak yeni anlamlar yüklediler.
Bu ekollerin hepsi kendilerine referans olarak Kur*an'ı vermekle birlikte pratikte aralarında pek çok uyuşmazlık mevcuttu. Verdiğimiz bu ön bilgiden sonra incelemek istediğimiz kavrama geçebiliriz. Bu kavram (zikir)ın içeriği tarihi süreç içinde büyük ölçüde sufi hareketin telakkileri tarafından kuşatılmış ve Kur'anî bütünlükten koparılarak mutasavvıfların pratiğine uygun hale getirilmeye çalışılmıştır.
Ve sonra da saptırılmış içeriği ile bu kavram kelime olarak Kur'an'da geçtiği belirtilerek tasavvufun Kur'an'a dayandığı iddia edilmiştir.
Zikir
Zikrin sözlük anlamı 'bir şeyi telaffuz etme, zihinde hazır etme, insanın edindiği şeyi korumasını sağlayan nefsin bir durumu, korunan, edinilen şeyin zihinde hazır hale getirilmesi, hatırlama, anma' demektir.1
Kur'an'daki zikr kavramını anlamak için bütün bu anlamları gözönüne almalıyız.
Zikr, Kur'an'da en çok Hz. Muhammed'e gelen vahy (Kur'an) olarak kullanılır. Vahyin zikir olarak tanımlanması onun devamlı hatırda tutulması ve öğüt alınması için indirilmesinden dolayıdır. Kur'an düşünülüp anlaşılması ve yaşanılması için gönderilmiştir.
"Sana da bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni açıklayasın. Ta ki düşünüp öğüt alırlar." (16/44)
"İşte bu indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Şimdi onu inkar mı ediyorsunuz." (21/50)
"Dediler ki: "Ey kendisine zikir indirilen sen gerçekten cinlenmişsin."" (15/16) Yine bakınız: 41/41, 15/9.
Tasavvufun etkilemesiyle Kur'an olarak anlaşılması gereken zikirle ilgili bazı ayetler mistik yorumlara yol açmıştır. "Kim Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse ona bir şeytanı arkadaş veririz ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostu olur." (43/36). Zemahşeri ilgili ayeti açıklarken Rahman'ın zikrinin Kur'an olduğunu söyler.2 Bu ayetin mistik bir şekilde yorumlanmasına Süleyman Ateş'in ilgili ayete yaptığı tefsiri örnek verebiliriz.3
Diğer peygamberlere gelen vahye de zikir denir. Semud kavmine Salih, peygamber olarak gönderilince kavmin tepkisi şöyle oldu. "Bu zikir aramızdan ona mı indirildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın birisidir..." (54/25)
Kur'an'da zikir ehli şeklinde de bir kullanım vardır. Burada zikir ehlinden kasıt Rasul'ün gönderildiği sırada vahiy kültürü almış olan Yahudi ve Hıristiyanlardır.
"Biz, senden önce de, ancak kendilerine vahiy verdiğimiz erkekleri elçi olarak gönderdik. Bilmiyorsan zikir ehline sor." (16/3,21/7)
Zikir öğüt ve şeref anlamlarında da kullanılır. Hz. Muhammed'e inen vahye şeytan karıştırması olmadığından bahsedildikten sonra Kur'an'ın ancak alemler için öğüt ve uyarı olduğu belirtilir (81/27).
Aynı şekilde Allah, resulüne hitaben Kur"an'ın Resul (s) ve kavmi için bir zikir (şeref) olduğunu söylemektedir.
Kamer suresinde 4 kez şu ayet yinelenir: "Biz Kur'an zikir (öğüt, uyarı, hatırlama) için kolaylaştırdık. Öğüt alan (müddekir) yok mu?" (54/17, 22, 32,40)
Burada Yüce Allah'ın dört kez Kur'an'ın kolaylaştırmasının gerekçesini tekrarlaması gerçekten dikkat çekicidir. Bu durum bizi devamlı surette Allah'ın mesajını okuyup onu pratiğe indirgemenin zorunluluğunu ortaya koyar.
Yine Yüce Rabbimiz inananlardan kendisini çokça anmalarını (zikir) ister (33/41).
Seyyid Kutub bu ayetin tefsirini yaparken Allah'ı zikretme olayını şöyle açıklamakta:
"Allah'ı anmak demek ona kalpten bağlanmak, sürekli olarak onun gözetimi ve denetimi altında yaşamaktır. Yoksa kuru kuruya Yüce Allah'ın adını tekrarlayıp durmak değildir.
Kur'an Allah'ı anmak ile insanın geçirdiği bazı vakitler ve durumlar arasında bağ kurar. Amaç bu vakitleri ve durumları Allah'ı anmakla donatmak ve onunla ilişki halinde olma bilinci ile renklendirmektir."4
Kutub'un belirttiği gibi Allah'ı anma hayatın dışında bir olay olarak algılanmamalıdır. Allah'ın anmak demek onun emirleri doğrultusunda yaşamı düzenlemek demektir.
Zikir kavramına birde mutasavvıflar açısından bakacak olursak; tasavvuf büyüklerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı kavramla ilgili olarak şunları söylemekte: "İrfan yolunda yürüyen kimse, üç konaktan geçer: Fena alemi, cezbe alemi, kabza alemi. Fena aleminde La ilahe İllallah kelimesine devam eder. Cezbe aleminde Allah, Allah diye zikreder. Kabza aleminde Hû, Hû diye zikretmelidir. Çünkü La ilahe İllallah kalpleri açıcı, Allah ismi celili ruhları açıcı, Hû ise sırları açıcıdır."5
Tasavvuf düşüncesi zikri Kur'an bütünlüğünden uzak bir şekilde kendi sistematiğinin bir parçası haline getirdi. Zikir daha önce de değindiğimiz gibi Allah'tan gelen vahiyle eş anlamlıdır. Bu eş anlamlılık bize vahyin zikirle çok yakın ilişkisini gösterir. Vahiyle bütünleştiğimiz oranda zikir eylemini gerçekleştirebiliriz. Yoksa zikir eylemi, zikir halkaları tertip etmekle ve hû, hû çekmekle gerçekleşmez.
Zikrin bir de toplumsal boyutu vardır. Toplumsal boyutu en fazla olan Cuma namazına Allah'ı anmaya koşmamız isteniyor.
"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman hemen Allah'ı anmaya -zikrullah- koşun ve alış verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağıtın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Allah'ı çok anın (zikr). Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (62/9-10)
Dikkat edilirse bu ayette namaza çağrıldığı zaman Allah'ı anmaya koşulması namazdan çıkıldıktan sonra yeryüzüne dağılındığında da Allah'ın çok anılması isteniyor. Bu da bize toplumsal hayatta Allah'ın belirleyiciliğinden uzaklaşılmaması, yaşamımızda laik bir alan olmaması gerektiğini vurgular.
Sonuç
Zikir, ez-Zikr diye nitelendirilen Kur'an'ı okumak, düşünmek, öğüt almak ve yaşamaktır. Salat etmek zikirdir. Kur'an'ın hükümlerini uygulamak zikirdir. Yapmakla Allah'ın hoşnutluğunu kazanacağımız her eylem zikirdir. Zikretmek anlamadan, kurukuruya bir şeyleri tekrar etmek, vird haline getirmek değil, aksine zikri anlamak ve anladığımızı pratiklerle göstermektir.
Dipnotlar:
1. R. Isfahanı, Müfredat, s. 25R
2. Zemahşeri, Keşşaf, c. 3, s. 420.
3. S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 8, s.252.
4. Seyyid Kutub, Fizilalil Kur'an, c. 8, s. 336 (Dünya Yayıncılık).
5. Erzurumlu ibrahim Hakkı, Maarifetname, s. 336.