Zaman Sana Uymuyorsa...

Ali Değirmenci

Direnmeyi, mücadele vermeyi, başkaldırmayı, sokaklara/meydanlara çıkmayı ayıp olarak, ahlâksızlık olarak telâkki eden insanların çocuklarıydık çoğumuz. Hatta biraz farklı boyutta da olsa, evinin önüne polis otosu gelen, karakolluk işi olan aileler ayıplanır, kınanırdı. Edepli, ahlâklı olmak; uyumlu, halim selim, suya sabuna dokunmayan bir kişiliğe sahip olmak demekti. "Büyüklerimiz her şeyi daha iyi bilir"di ve "eski köyde yeni âdet çıkarmak" hainlik, fesatçılık olarak algılanırdı.

Ahlâk denince sadece uysallığın, efendiliğin ve görgülülüğün akla gelmesi, hâlâ, kimi İslâmî yapılar arasında bile revaç bulmaktadır. Birçok vaiz, hocaefendi ya da yönetici ahlâkla ilgili olarak; Rasulullah'ın ahlâkı sorulduğunda Hz. Âişe'nin, "Siz Kuran okumaz mısınız? O'nun ahlâkı Kuran ahlâkı idi" sözünü aktarır, delil olarak gösterir. Fakat kimse Kur'an okumayanları, Kur'an'dan uzaklaşanları ahlâksız olarak nitelendirmez. Bilakis Kur'an'la ilgili kimi şeklî ve folklorik saygı unsurlarına dikkat etmeyenler, sözgelimi onu göbeğinin altında tutanlar, öpüp başına koymayanlar, abdestsiz yaklaşanlar, mealini öne çıkaranlar sakıncalı, tehlikeli ve hafif addedilir. Lokmayı sol eliyle tutanların, suyu oturmadan içenlerin, camiye girip çıkarken yanlış adım atanların kınanması gibi. Nefisle mücadele "cihad-ı ekber" bilinmiştir bir kere ve militanlığın, kavgacılığın, sokaklarda bağırıp çağırmanın lüzumu yoktur.

İşte, Allah günleri aramızda dolaştırıp duruyor.

Herkes kutsadığıyla, biriktirdikleriyle, önemsedikleriyle imtihan oluyor. Süreç, herkesin yüreğini yokluyor. Zihnini, kesesini, kasasını, ilkesini, hedefini, anlayışını sarsıp sorguluyor. Dilenenleri ve direnenleri zaman kendi teşhis ediyor.

Bizi kuşatan zulmü ve karanlığı ne zikrometreler def edebiliyor, ne itinayla okunmuş cevşen-i kebirler ne de idraksiz başları çevreleyen sarık ve takkeler. Kokuşmuşluğu, ne hacı yağlan, misk ü amberler giderebiliyor ne de kolonyanın yerini tutan gülsuyu... Akademik gevezelikler de koşmuyor yardımımıza; takiyyeci, özür dileyici işgüzarlıklar da.

İslâmî patentli radyolar, "Muhammed'in sürmeli gözleri"ni arayan ilâhileri bile çalmaktan korkuyorlar artık. Tek sermayesi sarık ve cübbe olanlar, yüz şehid sevabına ulaşmaktan çoktan vazgeçmiş görünüyorlar. "Bir lokma, bir hırka" edebiyatı yapanlar, ekonomik cihadı(!) üstlenmeye; hatta deveyi hamuduyla yutmaya başlıyorlar.

Belirli bir düzeye ve tevhidi bilince ulaştığını kabul ettiğimiz kişi ve gruplar bile direnişi, mücadeleyi bir anda "aşarak" çok büyük ve konjonktürel düşünmeyi yavaş yavaş ve itinayla öğreniyorlar. "Toplumla barışma"ya, rantı paylaşmaya, "hayırlarda yarışma"ya girişmenin zamanıdır artık. Anlı şanlı öncülerimiz, bin bir türlü fedakârlık eşliğinde, şatafatlı iftar sofraları düzmeye, proje enflasyonunda boğulmaya, "eski hastalıkları"nı terk etmeye, oyunun kuralını öğrenmeye devam ediyorlar. Zira her şeyi, her işi "adam gibi" yapmak ve "dikili bir ağaç"a sahip olmak gerekiyor. Birçok oluşum, "hoşgörü cemaati" olmak için var gücüyle çırpınıp didiniyor. Ama kimsenin hakkını yememek lâzım; Allah rızası için onca zorluk, risk ve takibat içinde cihad niyetine Ülker bisküvisi yemeye, komşusunun sıkı markajına ve BÇG korkusuna rağmen Kanal 7'yi seyretmeye, parasını meselâ Kuveyt Türk'e yatırmaya, yemekten sonra hem de herkesin içinde "Elhamdülillah" demeye devam ediyor birçok gözüpek, bahadır insan.

Kaleyi içten fethetme gayretlerinin akıbetini pek bilmiyoruz ama, şükür ki badem bıyıklı, gümüş yüzüklü ve Galatasaray gol yediğinde bile küfretmeyen abilerimizi görülebiliyor hâlâ. Bunca rağbete ve iştiyaka karşın çoğu ailenin çeteci bir oğlu, kızı yok henüz hamdolsun. "Temiz aile çocukları" zibil gibi çoğalıyor her şeye rağmen. Anadolu kaplanları birilerini korkutuyor, reklâmları kendilerinden büyük holdinglerimiz piyasayı ürkütüyor. 28 Şubat sürecinde ciddi bir tavır geliştiremeyenler, onurlu bir duruş için bir araya gelemeyenler, ticari arenada ayakta kalabilmek ve çoluk çocuklarının nafakasını kazanabilmek için ittifak yapmaya, birleşmeye gayret ediyorlar.

Direnişlerde, mücadele alanlarında pek görünmeseler de stadyumlara gidip, kaçan gollere üzülüp hakeme bağırarak rahatlayan ya da Tarkan konserlerinde ayılıp bayılan başörtülü kızlarımız var artık. Hiç değilse onlar, başlarını açmayı ya da peruk takmayı reddediyorlar. Bu da bir şey. "Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy" dememiş mi Peygamberimiz?

İmam-Hatiplerin, Kur'an kurslarının, kimi vakıf ve derneklerin kapatılması; cezaevlerinin müslümanlarla dolması hoş bir şey değil ama, Evrim Teorisi'ne inanmayanlar, tomar tomar paraya kıyarak ölülerine özenle mevlit okutanlar ve Yaşar Nuri amcayı dinleyenler de çoğalıyor bir taraftan.

Amerika'nın mazlum halklara yağdırdığı tonlarca bombanın, füzenin gürültüsü kulaklarımıza pek çalınmıyor ama, Allah için, İbrahim Tatlıses ezanı çok güzel okuyor.

Evet... Değil mi ki korkaklık ve sinikliğin, uzlaşma ve başını kuma sokmanın adı "ahlâklılık, dengelilik" olmuştur; yüreklerdeki heyelan kolay kolay durulmaz artık.

Hiç ölmeyeçekmiş gibi dünya için çalışmak, dünyaya bağlanmak dünyaya belenmiş bu ahlâkın, bu anlayışın doğal bir uzantısıdır. Yiğitliği en çok inciten, insanı en çok üzen şey ise ihanete uğramak, arkadan vurulmaktır.

Müftüye danışmak ya da Şifalı Bitkiler Kitabı'na, Mızraksız İlmihallere bakmak da pek bir şeyi değiştirmeyecektir. Kaldı ki 'takva" da "korkup sakınmak" değil midir zaten?

Gözüne dünya kaçanların, özünden iman ve onur; gönlünden de âhiret bilinci ve Allah korkusu yavaş yavaş kaçıp uzaklaşacaktır!..