Zalimlerimize Neden Şükran Borçlu Olalım?

Rıdvan Kaya

 

 

“Ey İsrailoğulları! Size lütfettiğim o nimetleri ve sizin diğer kavimlere üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlayın.” (Bakara, 2/122)

Hz. Musa, Kur’an-ı Kerim’de adı en çok zikredilen peygamberdir. Mısır’da Firavun düzenince köleleştirilmiş Beni İsrail kavmine kurtuluş yolunda önderlik etmiş, uzun ömrü boyunca ağır imtihanlarla sınanmış, zorlu süreçlerden geçmiştir. Gerek İsrailoğullarına rehberlik görevi sırasında yaşadıkları gerekse de Firavun’a karşı ortaya koyduğu tavır sebebiyle Hz. Musa tebliğ ve davet yükümlülüğünü üstlenen her mümin için çarpıcı bir örneklik sunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’in bizlere çok yönlü bir biçimde tanıttığı Hz. Musa’nın burada daha ziyade Firavun’un tahakküm kurucu söylemini boşa çıkartan, çürüten tavrı üzerinde duracağız. Bu bağlamda Şuara Suresi’nde aktarılan Hz. Musa ile Firavun arasındaki diyalogdan kalkarak, günümüz zalimlerinin tutumlarında da net biçimde yansımalarını gördüğümüz aynı tahakkümcü tutuma ve buna karşı bizlerin sahip olmamız gereken muvahhid tavra değineceğiz. Konunun ayrıntılarına girmeden önce Kur’an-ı Kerim’de bildirilenler çerçevesinde Mısır’da İsrailoğullarının durumu ile Firavun ve Musa ilişkisini kısaca özetlemekte yarar var.

Mısır’da İsrailoğulları ve Firavun Zulmü

Yakub (İsrail) Peygamber’in oğullarından Yusuf’un Mısır’da söz sahibi olup, babası ve kardeşlerini de buraya yerleştirmesinden sonra İsrailoğulları Mısır’da etkin konuma gelmişlerdi. Ancak zaman içinde Firavunların yeniden hakimiyeti ele geçirmeleriyle birlikte İsrailoğulları Mısır’da köle konumuna düştüler. 

Firavun’a kulluk/kölelik etmekte olan (23/47) İsrailoğulları Firavun tarafından fırkalara ayrılarak güçsüzleştirilmekte, oğulları katledilmekteydi. (28/4) Allah mustazaf durumda olan bu kavme lütfetmek, onları önderler yapmak, Firavun mülküne mirasçı kılmak üzere içlerinden biri olan Musa’yı yoldan çıkmış, zalim Firavun ve adamlarına elçi olarak gönderdi. (28/5; 20/24)

Allah Musa’ya kardeşi Harun’u da yardımcı olarak verdi; Firavun’a ve köleleştirilmiş halkına tebliğini iletmek üzere Mısır’a gönderdi. Firavun’un kendilerine zulmetmesinden korkmalarına karşın Allah Musa ve Harun’a Firavun’a yumuşak bir dille hitap etmelerini emretti ve onları koruyacağını bildirdi. Hz. Musa Firavun’dan Rabbinin emirlerine uymasını ve İsrailoğullarına zulmetmekten vazgeçip, kendileriyle birlikte Mısır’dan ayrılmak üzere serbest bırakılmalarını istedi. (20/43-47) Musa apaçık ayetlerle gelmesine rağmen Firavun yalanladı ve atalarından böyle bir şey işitmediğini, Musa’nın kendilerinin “örnek yolu”nu değiştirmek için gelmiş bir sihirbaz olduğunu ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalıştığını söyledi. (20/63; 28/36; 40/26) Yine Musa ve Harun’un davetine karşılık Firavun onları yalancılıkla suçladı, tehdit ve alaylarından sonra onları ülkesinin en iyi sihirbazlarıyla yarıştırdı. (20/57-76)

Musa bir taraftan Firavun ve ileri gelen adamlarıyla mücadele ederken, diğer taraftan da İsrailoğullarını eğitmeye, onları Firavun ile olan mücadeleleri için hazırlamaya çalışıyor, yalnız Allah’a dayanmalarını istiyordu. (10/84-87) Hz. Musa’nın sabır tavsiyelerine karşı İsrailoğulları yeterli mücadeleyi vermeden hemen kurtarılmaları gerektiğini düşünüyorlar, “inandık” diyerek Hz. Musa’nın yanında olduklarını söylemelerinin kurtuluşları için yeterli olduğunu sanıyorlardı. Hatta zaman zaman Hz. Musa’ya yönelik sitemlerde bulunmaktan da kaçınmıyorlar; “Sen bize gelmeden önce de zulme uğruyorduk, sen geldikten sonra da!” diyerek (7/129) kurtuluş yolunda karşılaştıkları güçlüklerin mahiyetini kavramaktan uzak olduklarını ortaya koyuyorlardı. 

Firavun’un zulmünden korkan İsrailoğullarından ancak küçük bir grup Hz. Musa’ya tabi oldu, inandı. (10/83) Zaten Firavun da onları pek adam yerine koymuyordu. (26/54-55) Firavun’un gözünde onlar zayıf, aciz kimselerdi. Kendisi ise Mısır’ın tek hakimi, insanları korkutacak, sindirecek gücü olan, bundan dolayı da tuğyan etmekten geri durmayan biriydi. Tüm bu özellikleriyle onları sapıklığa iten Firavun, yaptıklarını doğruluk adına yapıyordu. “Ben size ancak doğru gördüğüm yolu gösteriyorum ve siz ancak doğru yola (sebilürreşad) götürüyorum.” diyordu. (40/29)

O Musa’nın davetine anlam veremiyor ve “Ey Musa sanıyorum ki sen büyülenmişsin.” diyordu. Firavun’un bu sözüne Musa’nın cevabı ise gayet açık ve çıldırtıcıydı: “Ey Firavun, ben de seni mahvolmuş olarak görüyorum.” (17/101-102)

Hz. Musa yıllarca süren çalışmaları neticesinde İsrailoğulları içinde sabreden bir topluluk oluşturmaya muvaffak oldu. (10/85-86) Beklenen gün geldi ve Allah’ın “Kullarımı geceleyin yürüt. Firavun’un yetişmesinden korkma!” (20/77) emriyle, kavmini Mısır’dan çıkarttı. Artık Firavun için de beklenen son gelmişti. Telaşla onlara yetişip hepsini katletme hesapları yaparken birden kendini azgın suların içinde buldu. Firavun şimdi daha önce hiç değer vermediği Musa ve Harun’un Rabbine iman ettiğini, O’ndan başka ilah olmadığını ve O’na teslim olduğunu söylüyordu. (10/90) Allah onu ve askerlerini ateşe çağıran önderler olarak yakaladı, denizde boğdu ve kıyamete kadar da adlarının lanetle anılmasını sağladı. (28/39-42) *[Adnan Adıgüzel, “İsrailoğulları”, Haksöz, Aralık 1993]

Hz. Musa ve İsrailoğulları ile Firavun arasındaki ilişkinin gelişimini bu şekilde özetledikten sonra asıl konumuz olan Firavun’un minnet edici, köleleştirici tutumuna karşı Musa’nın tavrına geçebiliriz.

Firavun’un Tahakkümcü Söylemi ve Musa’nın Cevabı

Firavun’un ileride büyüyüp iktidarına karşı bir tehdit oluşturacakları korkusu nedeniyle İsrailoğullarının erkek çocuklarını katletmesine karşın Allah’ın yardımıyla Musa öldürülmekten kurtulur ve üstelik de mucizevi bir şekilde Firavun’un sarayında büyür. Gençliğinde cehaleti nedeniyle bir Mısırlının ölümüne neden olan Musa cezalandırılmak korkusuyla Mısır’dan kaçar ve Medyen’e gider. Burada ilahi risalete muhatap olan Musa aradan geçen uzun bir zaman sonra Firavun’a Rabbinin emirlerini tebliğ vazifesiyle Mısır’a geri döner.

Aradan geçen bunca zaman sonra Musa, Firavun’un karşısına büyük bir iddia ve yerine getirilmesi imkansız bir taleple çıkmıştır. Firavun şaşkın ve de kızgındır. Öncelikle Musa’yı küçümseyen, aşağılayan, onu kendisiyle çelişkiye sürükleyecek, psikolojik baskı altına alacak bir söylem geliştirir. Nankörlük (küfran) ile suçlar. Şuara Suresi’nden izleyelim:

“18- (Firavun) Dedi ki: Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?

19- Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörün birisin!”

20- Musa: Ben dedi, o işi o anda sonunun ne olacağını bilmeyerek yaptım.

21- Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sona Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı.

22- O nimet diye başıma kaktığın ise İsrailoğullarını kendine kul (köle) etmendir.”

“Tilke ni’metun temunnuha aleyye en abbedete beni israil”

Hasan Basri Çantay mealinde bu ayeti şöyle aktarıyor: “Bana karşı imtinan ettiğin (başıma kaktığın) o nimet, İsrailoğullarını kendine kul (köle) edindiğin içindi.” Aynı ayetin Elmalılı tarafından aktarımında ise Hz. Musa’nın sözlerinde bir ironi olduğuna işaret vardır ki, bu durumda “Nimet dediğin şey, halkımı köleleştirmen midir?” şeklinde bir anlam çıkar.

Hz. Musa ile Firavun arasında geçen diyaloga baktığımızda dikkat çekici ve örneklik oluşturucu bir tutumla karşılaşırız. Firavun’un Musa’yı adam öldürmekle suçlamasına karşın Hz. Musa açık bir cevap vermekte ve bu fiili işlediğinde cahil olduğunu söyleyerek, yanlışını kabullenmektedir. Bu örnek alınması gereken bir tutumdur. Musa, henüz yeterli bir olgunluk düzeyine erişemediği bir dönemde düşünmeden, akletmeden verdiği bir kararla hareket etmenin ve asabiye duygularıyla bir insanın ölümüne sebebiyet vermenin ezikliğini yaşamaktadır. Bu davranışına mazeret aramak, suçunu örtmeye yönelik gerekçeler ileri sürmek yerine açık yüreklilikle yanlışını kabullenmektedir.

Buna karşın Firavun’un, kendisinin sarayda büyütülmüş olmasını kastederek minnet altına sokucu, borçlandırıcı ifadelerini ise Musa aynı netlikle reddetmekte ve Firavun’un gündeme getirdiği konunun arka planına, asıl mahiyetine dikkat çekmektedir. Nitekim hemen akabinde konuyu değiştirmesine dikkat edersek Firavun’un bu cevaptan hiç hoşlanmadığı sonucunu çıkartmak mümkündür.

Mükalemenin devamında Firavun’un mütekebbir bir edayla sorduğu “Alemlerin rabbi dediğin de nedir?” sorusuna Hz. Musa’nın yine “Eğer işin gerçeğini anlamaya, düşünüp değerlendirmeye ehilseniz…” şeklinde başlayan bir girişle ve tekebbür abidesi Firavun’u aşağılayan bir tarzda cevap verdiğini görüyoruz. (26/23-24)   

Günümüz Zalimlerinin Söylemlerinde Firavun’un İzleri

Hz. Musa’nın çağrısına karşı Firavun’un takındığı tavır çağlar boyu tüm tağutların, zalimlerin ortak tavrıdır. Sihirbazların iman etmeleri karşısında hiddetlenen Firavun’un “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.” (20/71) şeklindeki sözleri otoriteyi ele geçiren zalimlerin insanlar üzerinde kurmaya çalıştıkları vahşi diktatörlüğün boyutlarını ortaya koymaktadır.

Öte yandan Firavun’un Musa’dan korkusu ve bu korkusunu yaygınlaştırma çabası da dikkat çekicidir. Çevresindekilere Musa’yı şikayet ederken “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor!” (7/110) şeklinde kışkırtıcı bir söylem geliştirdiğini görüyoruz. Oysa Musa’nın ne böyle bir çabası, ne de buna yönelik bir niyeti vardır. Bilakis Firavun’dan köleleştirdiği İsrailoğullarını serbest bırakmasını talep etmektedir. Ama tüm zalim otorite sahipleri gibi Firavun da iktidarını koruma telaşıyla olmadık tehditler algılamaya başlamış, beka kaygısına kapılmış görünmektedir. Bu tarz paranoyakça bir yaklaşıma yaşadığımız ülkede laik egemenlerin söyleminde de sıkça şahit olmuyor muyuz? En haklı ve sıradan talepler dahi abartılı tehdit senaryoları çizilmek suretiyle püskürtülmeye çalışılmıyor mu?  Kendilerine yakın kitleleri ve en başta da militarist güçleri harekete geçirmek için laik-Kemalist egemenlerin “Hayat tarzımız tehdit altında, Atatürk Cumhuriyeti’ne kastediyorlar, ülke bölünüyor!” vb. söylemler geliştirmeleri ile Firavun’un “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor!” söylemi arasında müthiş bir paralellik bulunmakta.

Kendisinden izin almadan iman etmelerinden dolayı sihirbazlara öfkelenen Firavun ile tek parti diktatörlüğünün Ankara valisinin siyasi faaliyetlerinden ötürü polis tarafından gözaltına alınan gençlere hitaben sarfettiği nakledilen “Memlekete komünizm lazımsa biz getiririz, size de ne oluyor?” sözleri temelde aynı mantığın ürünüdür. Firavunlar açısından, kul/köle edindiklerinin kendi iradesi dışında hiçbir şey yapmalarına izin yoktur! Aksi halde nankörlük, kadir bilmezlik yapanlar şiddetle cezalandırılırlar. 

Bu mütekebbir, azgın yaklaşımın örneklerine günümüz tağutlarının tutum ve davranışlarında sıkça rastlarız. Firavun’un tavrında da görüldüğü şekliyle, kendilerini zulme son vermeye ve adalete çağıranlara karşı egemenlerin ilk itirazları genelde nankörlük suçlamasıdır, ki günümüzde de kurulu düzenlerini korumak uğruna egemenlerin çokça sarıldıkları bir iddiadır bu. **[Bahadır Kurbanoğlu, Mısır Medeniyeti ve Hz. Musa, Haksöz, Aralık 1996]

Firavun Mantığı: Nankörlük Etmeyin, Lütfettiklerimize Şükredin!

İslami kimliğimizin gereklerini savunduğumuzda zulüm düzeninin savunucuları da benzeri tezlerle bizleri “akılsızlıkla”, “nankörlükle” suçlarlar. “Siz bu ülkenin nimetlerinden yararlanıp, bir de Cumhuriyete, Atatürk’e karşı mı çıkıyorsunuz?”; “Atatürk olmasaydı, ne cami, ne ezan olmaz; hatta isminiz bile Ahmet, Mehmet olmazdı!” türünden “ileri zeka” ürünü tezler bolca dillendirilmektedir. Yine “Ortadoğu’nun bu biricik demokratik ülkesinde, özgürce düşüncelerimizi açıklama hakkı lütfedilmiş olmasına rağmen, hâlâ nasıl oluyor da gerici tezler ileri sürebiliyor” oluşumuz malum zevat tarafından sıkça sorgulanır!

Bu çirkin ve sahtekârca yaklaşıma karşı müminlerin takınması gereken tavır da aynen Hz. Musa’nın tavrı olmalıdır. Minnet mantığının dayandığı ikiyüzlülüğü, tahakkümü, köleleştirmeyi zalimlerin yüzüne çarpmalıyız. Bize nimet, diye imkan diye “bahşetmekte” olduklarının son kertede üzerimizde haksız biçimde tesis ettikleri otoritelerinin tezahürü, doğal sonucu olduğunu ve zulüm düzenlerini meşrulaştırmaya yönelik kılıf işlevi gördüğünü vurgulamalıyız.      

Yaşadığımız ülkede statüko muhafızlarının Müslümanları sıkıştırmak için yoğun biçimde kullandıkları tezlerden biri de Diyanet teşkilatının varlığına ilişkindir. Aynen Firavun’un cinliğini yansıtan bu yaklaşıma bakılırsa “Binlerce caminin bulunduğu ülkede on binlerce imam, müezzin, müftü kadrosu istihdam eden devletin İslam’a bu cömert yaklaşımına karşın hâlâ ‘dinsizlikle’ eleştirilmesi büyük bir haksızlık teşkil etmektedir!”

Diyanet teşkilatının neden ihdas edildiği ve sistem içinde hangi işlevi yüklendiği sır değildir. İlginç olan şey, devletin dini baskı altında tutma siyasetinin bir sonucu olarak geliştirdiği düzenlemenin Müslümanlara adeta bir imtiyaz, bir lütuf şeklinde sunulmasıdır. Aynen Firavun’un, iktidarını korumak adına İsrailoğullarına zulmetmesinin bir neticesi olarak evinden uzaklaştırılmak zorunda kalan Musa’nın sarayda büyütülmesini Musa’ya karşı bir minnet malzemesine dönüştürmesi gibi!  

Firavun taktiğini yansıtan bu “kurnaz” tutumun örnekleriyle her yerde karşılaşmak mümkündür. On yıllardır işgal ettiği Filistin topraklarında İsrail adeta kafes içine hapsettiği Filistinlilere aynı şeyi söylemiyor mu? Hamas’ı cezalandırmak amacıyla Gazze’nin elektriğini, yakıtını kesen Siyonistler sanki Gazzelilere lütufta bulunuyormuş gibi, “Gazze’nin yükünü daha fazla taşımaya mecbur değiliz!” diyebiliyorlar mesela.

Benzeri bir tutumu emperyalist Batılı devletlerin mültecilere yönelik söylemlerinde de görebiliyoruz. Batılı devletlerin yöneticileri mültecilik denilen olgunun büyük ölçüde kendi asırlık siyasetlerinin; işgal, sömürü ve diktatörlükleri destekleme politikalarının dolaylı sonucu olduğu gerçeğini görmezden gelip mülteci konumundaki insanlara kerhen sağladıkları kısmi imkanları büyük bir lütufmuş gibi sunabilmektedirler. Bu minvalde “mecburen misafir ettikleri insanları” çeşitli vesilelerle aşağılamaya, kimliklerini ve taleplerini kısıtlamaya yönelik politikalar izleyebilmektedirler. Hele mülteci-göçmen konumundaki kişilerden birileri belli bir siyasi eylem, sistem tarafından belirlenen sınırları aşan muhalif bir tutum içine girdiğinde anında “Sizi nankörler, ülkemizden defolun gidin!” manasına gelecek söylemler yaygınlaşabilmektedir.

Netice itibariyle, Firavun’un borçlandırıcı, minnet altına sokucu, muhatabını psikolojik açıdan ezmeye yönelik söyleminin modern zalimlerce farklı biçimlerde de olsa sürekli tekrarlandığını ve yeniden üretildiğini görmekteyiz. Bu gayri ahlakive zalimane tutumun özünde bir iktidar taktiği, bir hükmetme aracı olduğu açıktır. Müslümanlar açısından ise püf noktası zalimler karşısında edilgen, ezik bir ruh haliyle değil, İslam’ın izzeti ile davranmayı başarmaktır. Ancak böyle bir izzetli tutum ile davranıldığında özgüven tesisi ve mücadele kararlılığının bilenmesi mümkün olabilir ve buna bağlı olarak da zalimlerden, tağutlardan hesap soran bir bilinç ve kişilik kazanımı gerçekleşebilir.