İslami camianın en istikrarlı dergilerinden biri olan Haksöz, 300. Sayısına ulaşmış durumda. Sadece istatistiksel olarak değil, “duruşu ve çizgisi” açısından da tam bir istikrar abidesi. 1991 yılından bugüne, tam 25 yıldır, “adıyla uyumlu” bir yayın politikasını sürdürmeye çalışıyor. Haksöz dergisi, 1990 ile 2002 yılları arasındaki karanlık dönemin (28 Şubat darbesinin) canlı tanığı ve arşivi niteliğindedir. Zalime karşı “hak söz” söylemek ve bunu 25 yıl boyunca kesintisiz olarak sürdürmek gerçekten zordur. Haksöz zoru başarmış, Türkiye’nin sayıca az ve en uzun soluklu dergileri arasına girmiştir. (Bu vesileyle, 1983 yılının Eylül ayından 1998 yılının Haziran ayına kadar 15 yıl yayınlanan ve tirajı yüz binlere dayanan İslam dergisinin başarısını ve mektep işlevi gören dergilerimizin katkılarını da hayırla yâd etmemiz gerekiyor.) Bir derginin değerinin tirajıyla ölçülmesi mümkün olmamakla birlikte, Haksöz dergisinin daha geniş bir okur kitlesine ulaşmasını, ilkesel bazda geniş tabanlı bir birlikteliğe (ümmet bilincine ulaşmaya) katkı sağlamasını temenni ediyorum. Haksöz dergisinin 300. Sayısının anısına, “darbe eksenli” üç konuda, üç farklı perspektif sunmak istiyorum.
Kesintisiz Darbe: 1908-2007
28 Şubat darbesine adını veren (darbenin önemli kararlarının alındığı) 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısının üzerinden, tam 19 yıl geçmiş durumda. Bu darbenin yıldönümü vesilesiyle, Türkiye’nin hemen heryerinde, çok önemli etkinlikler ve programlar yapılıyor, 28 Şubat darbesi ve diğer darbeler tartışılıyor. Bu tartışmalar sırasında dile getirilen, darbelerle ilgili “yaygın bir yanlışa” dikkat çekmek istiyorum. Siyaset bilimcilerimiz, akademisyenlerimiz, aydınlarımız, “Türkiye’de, onar yıl arayla darbe yapıldığını” dile getirirler. Bu değerlendirme, siyasal sisteme müdahale tarihlerinden hareketle belli bir gerçeklik payı taşısa da tarihsel süreçle ve gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Benim kişisel gözlemlerime göre, 1908 yılında (İttihat Terakki darbesi ile) başlayan ve 2007 yılında (fiilen) sona eren, tam 99 yıl süren, “kesintisiz bir darbe” süreci söz konusudur. 1960, 1971, 1980, 28 Şubat müdahaleleri, büyük darbenin (depremin) artçı sarsıntılarıdır. 1908 yılından 1950 yılına kadar süren tek parti diktatörlüğü, 1960 darbesini takiben hazırlatmış olduğu anayasa ile darbeyi otomatiğe bağlamış, siyasal sistemi, müdahalelere hazır hale getirmiştir. 1960 darbesinden sonra en kapsamlı müdahale 1971 yılında gerçekleştirilmiş, köklü değişiklikler yapılmış, siyasal sistem yeniden dizayn edilmiştir. 12 Eylül 1980’de, 1979 yılında İran’da gerçekleşen İran devriminin Türkiye’ye sıçramaması için siyasal sisteme bir kez daha müdahale edilmiş, ordunun etkinliği, biraz daha artırılmıştır. Bu darbeyi gerçekleştirenler, 1982 Anayasasına eklenen ek 15. Madde ile anayasa (yasaların anası) ile koruma altına alınmıştır.
1989 yılında komünizmin çökmesiyle, siyasal sistemi, (ABD’nin yeni politikalarına uyumlu hale getirmek için) yeniden şekillendirmek gerekmiş, 1990 yılının başından itibaren, 28 Şubat darbesinin taşları döşenmeyebaşlamıştır. 1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat’taki müdahaleleri darbe olarak niteleyecek olursak, bu dönemlerin dışında olağan bir dönemin varlığını kabul etmemiz gerekir. Oysa ne 1960’ta, ne 1971’de, ne 1980’de ve ne de 28 Şubat sürecinde, asgari düzeyde işleyen bir hukuk mekanizmasının varlığından söz edemeyiz. Demokrat Parti, 1950’de genel seçimleri kazanmış, hükümet de kurmuş ama “iktidar” olamamıştır. Sürekli, Demokrat Parti’nin epey gerisine düşen CHP’nin “darbe tehditlerine” maruz kalmıştır. CHP’nin sözlü tehditleri, 29 Mayıs 1960’ta fiiliyata dönüşmüştür. 1960’tan 2007 yılına kadar, (birkaç istisna hariç) “bütün hükümetler”, darbe tehdidi ve kapatılma korkusu altında görev yapmıştır. 1908 yılından 2007 yılına kadar süren kesintisiz darbe sürecini, sadece üç kez yarma girişimi olmuştur.
Bunlardan birincisi, birinci meclisteki meclis başkanlığı seçimidir. 18 Mart 1920’de tatil edilen Meclis-i Mebusan 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanır, 24 Nisan günü meclis başkanı seçimine geçilir. Meclis başkanlığı seçiminde iki aday yarışır. (Meclis-i Mebusan’ın meclis başkanı) Celaleddin Arif Efendi 109 oy alırken, Mustafa Kemal 110 oy alarak meclis başkanı seçilir. İttihat ve Terakki’yi devre dışı bırakmaya yönelik bu birinci yarma girişimi başarısız olur.
İkinci yarma girişimi, Anavatan Partisi’nin kurucusu Turgut Özal’a ait olup, cumhurbaşkanı iken zehirlenmesi nedeniyle bu teşebbüs yarım kalır.
Üçüncü yarma girişimi ise 2007 yılında, AK Parti’nin cumhurbaşkanı seçmesini engellemeye, AK Parti aleyhine kapatma davası açılması ve muhtıraya karşı AK Parti tarafından yapılmıştır. AK Parti’nin “erken seçim” resti ve yaz sıcağında yapılan seçimlerde %50’lere yakın oy alması, vesayet sisteminin (fiilen) sonu olmuştur.12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandum, fiilen sona eren vesayet sistemini hukuken de sona erdirmiştir.
Özetle, Türkiye’de, hukuk düzeninin ara sıra kesintiye uğraması değil, kesintisiz olarak askıya alınması söz konusudur. 28 Şubat’ın izlerinin, 2010 yılından itibaren kazınmaya başlaması, dünyanın en uzun darbelerinden birinin sona erdiğini göstermektedir. Bugün de Türkiye’yi, (tek parti döneminde temelleri atılan) “fabrika ayarlarına” döndürmeye yönelik girişimler hız kesmeden devam etmektedir. Anayasamızdaki vesayet kurumları, bu konuda “ciddi bir tehdit” oluşturmaktadır. Vesayet kurumlarından arındırılmış, “yeni bir anayasa”, darbe planlayıcılarının son umut kırıntılarının da yok olması için elzemdir. Bu konuda en büyük görev, STK’lara düşmektedir.
Sömürge İmparatorluğu!
Dünyadaki darbeler tarihi, darbelerin tamamına yakınının (çoğu ABD, CIA olmak üzere) “dış kökenli” olduğunu göstermektedir. Türkiye’deki darbelerin arkasında da ABD’nin olduğu, bu darbelerle, Türkiye’yi kontrolü altında tutmaya çalıştığı, herkes tarafından bilinmektedir.Soğuk Savaş döneminde, dünyanın üçte ikisi, iki süper güç arasında paylaşılmış iken, komünizmin çökmesinden sonra büyük bir çoğunluğu ABD’nin kontrolüne geçmiştir. Gerek ABD gerekse Rusya, politikalarını, müttefiklerinin refah düzeylerini artırmaya değil, daha fazla sömürme üzerine kurmuşlardır. Komünizmin dağılmasını takiben sınırların ortadan kalkmasıyla, Doğu Avrupa ülkelerinin sefaleti ve içler acısı durumu ortaya çıkmıştır. Bu ülkelerin gelirlerini merkezde toplayan (bu ülkeleri sömüren) Rusya, bu ülkelere hizmet etmeye bile gerek görmemiştir. Sadece Rusya değil, ABDde benzeri politikalar uygulamıştır. En eski müttefiklerinden biri olan Türkiye’ye, ekonomik anlamda olumlu hiçbir katkısının olmadığını söyleyebiliriz.
ABD, güçlü ekonomiler, güçlü iktidarlar değil, tam tersine, kırılgan ekonomiler, (ABD’nin emrinde) zayıf hükümetler istemiştir. ABD, kendi kaynaklarına ve ülke çıkarlarına sahip çıkan siyasal iktidarların daima karşısında yer almıştır. 28 Şubat darbe döneminde, Refah-Yol hükümetinden önce kurulan ve sadece 3,5 aysüren (ANA-YOL) koalisyon hükümeti döneminde, Türkiye’nin aleyhinde onlarca sözleşme imzalanmıştır. 1996 yılı, bir kısmı Refah-Yol hükümeti döneminde olmak üzere, (İsrail ile) “anlaşmalar yılı” olarak nitelendirilmektedir. ABD’nin, devletin mali kaynaklarını sömürgeci devletlere peşkeş çeken hükümetlere destek vermesi, Türkiye ile ittifakının -stratejik ortaklığının (!)- sömürü odaklı olduğunu göstermektedir. Türkiye, Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinden sonra kurulan hükümetler ve benzeri hükümetlerle yönetilse, ABD, bu hükümetleri düşürmeye çalışmazdı. Bu hükümetler döneminde de Türkiye, Demirel’in deyimiyle “70 sente” muhtaç kalırdı.
Bugün yaşadıklarımız da bundan pek farklı değildir. Eğer Türkiye, silah sanayiine yatırım yapmasa, ihtiyaçlarını ABD’den veya Ortadoğu temsilcisi İsrail’den satın alsa, son terör olaylarının binde biri dahi olmazdı. Kürtlerin hak ve özgürlüklerini artırmaya yönelik çabalarla PKK’nın silahlı eylemleri arasındaki ters orantı, Türkiye’deki “terör eylemlerinin” hak ve özgürlükle bağlantılı olmadığını, dış kaynaklı olduğunu göstermektedir. Bu millet, emanetine kimin sahip çıkacağını iyi bilmekte, (1950’den 2016’ya kadar) tam 56 yıldır, CHP’ye iktidar yüzü göstermemektedir. Belli bir merkez, insanların bilinçaltındaki algılarını pekiştirmek için, ABD için, “süper güç” deyimini kullanmaktadır. ABD’nin teknolojideki başarılarını inkâr etmemekle birlikte, sömürgeci vasfıdiğer bütün vasıflarının önüne geçmektedir. Bu nedenle, süper güç yerine, “sömürge imparatorluğu” deyiminin, ABD’ye daha fazla yakışacağını sanıyorum.
28 Şubat “Türkiye Dışında” Hâlâ Devam Ediyor!
“28 Şubat darbesinin, ABD’deki (1989 yılındaki) politika değişikliğinin Türkiye’ye uyarlanmasından ibaret olduğunu” belirtmiştik. ABD’nin, komünizmin çökmesinden sonraki ilk askerî tatbikatında, komünizmi temsil eden kırmızı rengin yerine yeşili ikame etmesi, bu tarihten itibaren, komünizm tehdidinin yerini İslam’ın aldığının ilanı niteliğindedir. ABD müttefiklerinin, bu yeni politikaya uyum çabaları, 28 Şubat darbe sürecinin, sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki bütün Müslümanları kapsadığını göstermektedir. Ünlü Fransız hukukçu Jean Claude Paye’nin 2004 yılında yayınladığı “Hukuk Devletinin Sonu” isimli kitabı, Avrupa ülkelerinin, mevzuatlarını, kısa süre içinde ABD’nin yeni politikalarına uyumlu hale getirdiğini gözler önüne sermektedir.
Avrupa ülkelerinde İslam düşmanlığı hızla artmaktadır. Bugün, Avrupa’nın en hoşgörülü bilinen ülkelerinden İsviçre’nin dahi, minareyi (yasaklamak için) referanduma götürmesi, Haçlı Seferlerindeki haçlı zihniyetinin yeniden hortladığını göstermektedir. Müslümanların Avrupa’da yaşaması,hergeçen gün daha da zorlaşmaktadır. ABD ile içli dışlı Ortadoğu ülkelerine bakıldığında, 28 Şubat’ın bu ülkelerde daha acımasız bir şekilde devam ettiğini görebiliriz. ABD’nin 1989 yılında benimsediği politikalarında herhangi bir değişiklik söz konusu olmadığına göre, 28 Şubat darbesine destek olan siyasi partiler iktidara geldiğinde, 28 Şubat dönemindeki politikaları uygulayacaklar demektir. Türkiye’de, 28 Şubat darbe süreci, ABD emellerinden (İslam karşıtı politikalarından) vazgeçtiği için değil, iktidarda, ABD’nin bu politikalarını benimsemeyen bir parti olduğu için uygulanamamaktadır. AK Parti faktörü nedeniyle Türkiye’de uygulanamayan 28 Şubat, halkı Müslüman olan ülkelerde uygulanmaya devam etmektedir.
ABD’nin İslam karşıtı politikalarından vazgeçmesi, dünyadaki bütün Müslümanların birlikte hareket etmesine ve ümmet olmasına bağlıdır. Böylesine bir zorunluluk ortada iken, Müslümanların bir bölümünün Müslüman olmayanlarla (Müslümanlara karşı) ittifaklar kurması, içinde bulunduğumuz durumun vahametinibir kez daha ortaya koymaktadır.