Özal'ın ani ölümü Türkiye'yi beklenebilecek olanın çok ötesinde sarstı. Herhalde Özal'ın kendisi de, ölümünün toplumu bu derece sarsabileceğini sağlığında hiç düşünmemiştir. Resmi-politik tepkiler ve bu çerçevedeki yapay yönlendirmeleri bir kenara koyalım fakat genel olarak halkın tepkisi oldukça etkileyici ve aynı oranda da düşündürücüydü. Gerek cenaze dolayısıyla toplanan, gerek çeşitli vesilelerle Özal'a ilişkin değerlendirmelerde bulunan halk kitleleri Türkiye'nin son on yılına damgasını vuran "Özal dönemi"nin kapanışını görkemli bir biçimde yaptı.
Ölümü üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen Özal konusu sıcaklığını yitirmiş değil. Bu konu çeşitli vesilelerle kamuoyunun gündeminde canlılığını koruyor. Toplumun dar bir kesimi hariç olmak üzere, geniş kitleler hala Özal'la birlikte önemli bir şeylerini yitirmiş oldukları duygusu ile davranmaktalar. Bu durum Özal konusunun tartışılmasını daha bir gerekli kılmakta.
Hemen belirtelim ki, burada asıl olarak üzerinde durulması hedeflenen, genel anlamda Türkiye toplumunun "Özal olayı"na yaklaşımından ziyade, bu toplum içinde "İslami" endişelerle davranma, "İslami" bir kimlik taşıma iddiasındaki çevrelerin yaklaşımıdır. Kendi içinde homojen bir nitelik taşımamakla birlikte, tanımlama kolaylığı açısından "geleneksel İslamcı" başlığı altında toplayabileceğimiz bu çevreler ölümünün ardından Özal'a epeyce sahiplenici ve olumlayıcı bir tarzda yaklaşmaktadırlar.
Bu sahiplenici ve olumlayıcı yaklaşımın yoğunluğu sözkonusu "geleneksel İslamcı" yelpaze içerisinde, örneğin RP kitlesi gibi nisbi bir siyasi bilinçlilik düzeyine sahip kesimlerde biraz daha alt seviyelerde seyrederken, sağcı-muhafazakar anlayışları ve pratikleri bünyesinde kesif bir biçimde barındıran, düzene karşı muğlak tavırlar içinde olan yaygın cemaat ve tarikatlar arasında en üst düzeyde görülmektedir.
Bu çevreler cenaze törenlerinde etkin bir biçimde yer alarak, gerek sahip oldukları basın-yayın araçları, gerek sözlü iletişim imkanlarını kullanarak ve çeşitli etkinlikler yoluyla Özal olayını alabildiğine İslami bir çerçeveye oturtmaya gayret etmişlerdir. Ve dikkat çekicidir ki, kendi elleriyle çizdikleri bu Özal tablosuna bakmak bu çevrelerde Özal'ın daha çok sahiplenilmesini, daha çok olumlanmasını getirmektedir. Özal'ı konu alan tartışmalarda sık sık cenaze töreninde getirilen tekbirlere, açılan pankartlara, okunan Kur'an'a atıf yapılması; "şu kadar insanın ardından rahmet okuduğu...", "şu, şu... muhterem hocaefendilerin namazını kıldığı..." diye başlayan delillerin(!) yaygın biçimde gündeme gelmesi, bu çevreler gözünde adeta Özal'ı tartışılmaz bir konuma oturtmuş, neredeyse tabulaştırmıştır.
"Tabuları yıkan adam" rolüne soyunmuş birinin sonunda gelip bir yerde tabulaştırılması belki kimilerince kaderin garip bir cilvesi olarak görülüp geçilebilir. Fakat müslümanlar açısından Özal olayı ve özellikle de Özal'ın ardından sergilenen tavırlar çok daha düşündürücü ve vahim unsurlar taşımaktadır ve bu yönüyle de tartışılmayı gerektirmektedir.
Yalnız Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, laik rejimin en tepe yöneticisi fonksiyonunu yüklenmiş bir kişinin müslümanlar arasında şu veya bu gerekçelerle savunulmasını, temize çıkartılmasını hatta daha genel anlamda bu biçimde tartışma konusu, tartışma gündemi yapılmasını ilkesel açıdan tasvip etmek mümkün değildir. Sistemi geriletme, sistemi yıpratma gibi bir takım kendinden menkul iddialar adına da olsa, müslümanlar sistemin temel kuruluş ve kişilerini merkez alan, sistem içinde gelişen tartışma ve çatışmalarda asla saf tutamaz, konum belirleyemezler. Bu durum her şeyden evvel müslümanlarca İslami bir hareketin ilke ve yöntem sorunu bağlamında değerlendirilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Özal'ın ardından müslümanlar arasında süren tartışma ve değerlendirmeler tam bir curcuna ve savrulma eğilimi yansıtmaktadır.
İslami ilkesellik yönünden konuya yaklaşımın ne olması gerektiği hususunu bu şekilde belirttikten sonra, Özal konusunu pratik yönleri ile de değerlendirmeye geçebiliriz.
"Geleneksel İslamcı" çevrelerin Özal'a yüklediği temel kimlik özgürlükçü, demokrat, halkın değerlerine sahip çıkan bir kimliktir, Bu çevrelere göre Özal döneminde Türkiye'de laik-kemalist diktası uygulamaların boyunduruğu hafiflemiş, müslümanlar rahat nefes alabilmiş, İslami faaliyet ve kurumlaşmalarda görülür bir artma olmuştur.
Özal'ın hem kendinden önceki, hem de mevcut diğer politikacılara nazaran özgürlükler ve demokratik işleyiş açısından daha geniş düşünebilen bir politikacı tipi çizdiği açıktır. Mamafih bu yönünün çok fazla abartıldığı da bir gerçektir. Aslına bakılırsa Özal'ın özgürlükçülüğünde şahsi bir nitelikten ziyade, konjonktürel bir olgu öne çıkmaktadır. Hatırlamak gerekir ki bugün fütursuzca özgürlükçülük şampiyonu ilan edilen Özal 12 Eylül cuntasının Türkiye'ye giydirdiği üniformanın dikilmesinde görev almış, cunta politikalarının uygulanmasına önemli katkılarda bulunmuş bir politikacıdır.
Öte yandan, özellikle 80'li yılların ortalarından itibaren dünya siyasetinde meydana gelen bir takım değişimlerin Türkiye'ye de yansıması ve ayrıca Türkiye'de rejimin kendini güvenlikte hissetmesine paralel olarak siyasi planda daha açık politikalar izlenmesi, daha serbest bir ortam oluşturulması olgusu yaşanmıştır. Özal dönemine tekabül eden bu olgunun yalnızca Türkiye ile sınırlı olmayıp, global planda yaşanan, konjonktürel bir olgu olduğu, pek çok ülkede yaşanan deneyimler incelendiğinde rahatlıkla görülebilir. Bugün Özal'a atfedilen "değişime kapı aralamak, globalleşen dünyaya ayak uydurmak" gibi süreçlerin temelinde büyük ölçüde bu olgu yatmaktadır.
Elbette Türkiye'de bu sürece uyumlu politikalar izlenmesi açısından, Özal'ın etkisi ve yönlendiriciliğinin önemini yabana atmak doğru olmaz. Özal açıkçası, dünya sisteminin işleyişine vakıf olarak egemen süreçle uyumlu politikalar izleme noktasında başarılı olmuş, müziğe ayak uydurmayı iyi becerebilmiş bir politikacıdır. Bununla birlikte bu süreci Türkiye'ye özgü bir takım özellikler içerse de, yalnızca Türkiye ile sınırlı bir olgu olarak görmek yanlış olur.
Kaldı ki Özal'a bugün büyük bir cömertlikle ve aşırı bir mübalağayla nisbet edilen bir takım sıfatlara rağmen Özal'ın özgürlükçülük ve demokratlık noktasındaki adımları oldukça sınırlı ve hesaplı bir zeminde gelişmiştir. Özal'ın pragmatik kimliği hep belirleyici olmuştur. Örneğin çokça sözü edilen ünlü 141.-142. maddelerin kaldırılması adımı ancak Doğu Bloku'nun çökmesi ve komünist ideolojinin Türkiye için artık bir tehdit olmaktan çıkmasından sonra atılmıştır. Yine Kürt sorunu karşısında çok ileri düşündüğü ve adımlar attığı söylenen Özal'ın Kürtçe üzerindeki yasağı kaldırması ancak Körfez Savaşı sonrasında Batı'nın Kuzey Irak senaryolarına paralel olarak gerçekleşmiştir.
"Geleneksel İslamcı" çevrelerde Özal'ın büyük bir sitayişle anılmasına neden olan 163. maddenin kaldırılması ise başlı başına bir aldatmacadır. 163. maddenin kaldırılmasının müslümanlar açısından olumlu bir gelişme olarak görülebilmesinin mümkün olup olmadığı tartışması bir yana, 163. maddenin kaldırılması ile sağlanan sözde özgürlük ortamının Terörle Mücadele Kanunu ile gerekli güvenceye(!) kavuşturulmuş olması gerçeği ne hikmetse Özal'ı konu alan tartışmalarda ısrarla gözlerden uzak tutulmaya çalışılmaktadır.
Gerek İslami ilkesellik, gerekse de pratik realite ile ciddi çelişkiler içermesine karşın "geleneksel İslamcı" çevrelerin, ölümünün ardından Özal'ı yere göğe sığdıramaz bir tavır içine girmesinin ardında peki ne yatmaktadır? Bu durum, hem bu çevrelerin sahip oldukları siyasi-ideolojik kimlik ve gelenek, hem de Türkiye'ye egemen ideolojinin oluşturduğu koşullar ve pratiklerin bir sonucu olarak belirmektedir.
"Geleneksel İslamcı" kesimin kimliği ve geleneği açısından konuya baktığımızda bariz bir şekilde görebileceğimiz gerçek, Özal'ın (ve benzerlerinin) peşine takılmayı getiren şeyin tevarüs edilen uzlaşmacı, sığınmacı, yetinmeci gelenek ve kimlik olduğudur. TC'nin baskıcı, zalim uygulamaları karşısında savunmaya çekilerek geliştirilen ve bir türlü de terkedilemeyen bu kimlik, "geleneksel İslamcı" kitleyi sürekli olarak 'ne kadar bağışlanırsa o kadarı ile yetinen', tahrif edilmiş bir tevekkül anlayışı ile hiç bir zaman bütüne talip olmayı, bütünü kopartıp almayı akla dahi getirmeyen bir kimliktir. Klasik sağcı-muhafazakar anlayışın hakim olduğu bu kesim için, kimi zaman ezanın tekrar Arapça okunmaya başlanması, kimi zaman İmam-Hatip okulları veya Kur'an kurslarının açılmasına izin verilmesi gibi tavizler bir takım düzen partilerine canla başla hizmet etmeye hak kazandırmaktadır.
Bu arada bu çevrelerin Özal'a sahip çıkan tavrını değerlendirirken, sahip olunan bulanık ve İslami netlikten uzak kimlik ve geleneklerin rolü yanında, Türkiye'de laik çevrelerin fanatik tutumlarının da rolüne değinmek gerekir. Şöyle ki, tek parti dönemi özlemcisi bu fanatik laik ve "aşırı dinsiz" çevreler rejime karşı sahip oldukları muhafazakar tutumlarının bir sonucu olarak Özal'ı hep bir tehdit olarak algılamış ve muhalif tutum takınmışlardır. Bu çevreler Özal'ın müdahil olduğu hemen her konuyu müslümanlara ve İslam'a karşı bir çatışma alanına dönüştürme çabası içine girmişlerdir. Anayasa Mahkemesi'ne atanacak üyenin kimliğinden, Bezm-i Alem Üniversitesi'nin kurulabilmesine imkan tanımaya kadar Özal'ın her tasarrufunun laik çevrelerce İslam'a karşı bir çatışma nesnesine dönüştürülmesi, sürekli yeni cepheler açılması ister istemez İslamcı çevrelerin de çatışma konusuna dahil olmalarına yol açmış, süreç içinde de Özal'ın sahiplenilmesi boyutunu arttırmıştır.
Geleneksel İslamcı yaklaşımın önemli bir özelliği de sembolik unsurları gereğinden fazla öne çıkartması, adeta tüm değerlendirmeleri semboller üzerine bina etmesidir. Bu yüzdendir ki, ezanın tekrar Arapça okunması ya da Cuma namazına gidilmesi veya konuşmalarda sık sık Allah lafzının kullanılması, bol bol ayet okunması gibi göstergeler bir çok politikacının gemisini rahatlıkla yüzdürebilmesine imkan sağlamaktadır. Bu açıdan Özal dönemi gayet münbittir. Hatta Özal'ın cenaze töreni de bu tarz düşünmeye alışmış (programlanmış) olanlar için alabildiğine malzeme yüklü bir nitelik taşımıştır.
Bu çevrelerin yaygın biçimde kullandığı "bir elinde Kur'an, bir elinde bilgisayarlı Özal" formülasyonu da aynı sembollerle değerlendirme alışkanlığını yansıtmaktadır. Bu alışkanlık sayesinde çoğu zaman ortaya gerçek dışı tablolar çıkmaktadır. Böylece Özal döneminin Türkiye'de İslami gelişmenin önünü açtığı, İslami çerçevede büyük bir değişimin zemininin hazırlandığı ileri sürülebilmektedir. Özal'ın temsil ettiği özgürlükçülük anlayışının klasik Batılı liberalizm felsefesi (dini) olduğu ise görülememektedir.
Gerçekten de Özal'ın yeşermesine büyük katkıda bulunduğu özgürlük ve serbestlik ortamı en açık olarak ekonomi alanında işlemiştir. Temelde uluslararası kapitalizmin temsilcileri olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların yazdığı reçeteleri başarılı bir biçimde icra etme görevini yerine getirmiştir Özal. Ve Türkiye Özal döneminde liberal felsefe ve ahlaka uygun olarak, her şeyin alınıp satılabildiği, ekonomik sömürü ve vurgunculuğun dizginsizleştiği, bireyciliğin, faizciliğin ve büyüme hırsının alabildiğine geliştiği kısacası zihinlerde ve vicdanlarda büyük bir kirlenmenin, yozlaşmanın yaşandığı bir dönem geçirmiştir.
Liberalizm felsefesinin hayatın her alanında hakim kılınması eğiliminin ahlak alanında yol açtığı korkunç tahribatı görmezden gelmek mümkün müdür? Tağutlara şükranlarını iletmek için sürekli, geçmişle kıyaslamalar yaparak ulaşılan olumlu bir takım noktaları gündeme getiren kimi safdil müslümanlar ne ilginçtir ki, son on-onbeş yıl içinde Türkiye'de yaşanan ahlaki dejenerasyonu görmezden gelebilmektedirler. Türkiye'de gerçekten de yakın zamanlara kadar tahayyül dahi edilemeyecek çılgınlıklar yaşanmaktadır. Batı ile entegrasyon olgusu kendisini en çok bu alanda hissettirmektedir. 900'lü telefon salgınından, küpe takmaya, at kuyruğu saç bağlamaya, homoseksüellik, lezbiyenlik gibi sapık ilişkilerin adeta doğal kabul edilmeye başlanmasına kadar bir sürü örnek, liberalizmin meyveleri olarak ortadadır. Daha beş-on yıl evvel halk arasında Batı gençliğinin çöküşünün en büyük alametlerinden biri olarak görülen konser çılgınlıklarına artık Türkiye'de de ve üstelik sadece Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde değil, bir çok yerde rastlanabilmektedir. Yine her biri birer kanalizasyondan farksız TV'lerin marifetiyle en iğrenç ve adice yayınların evlerin içine kadar akmasından şikayetçi olanlar, tüm bu rezilliklerin yaşanmasında Özal'ın payını yok sayabilirler mi? O sevgili, aziz, dindar Cumhurbaşkanları, özel kanallardan şikayetçi olduklarında kendilerine "televizyonun düğmesi var, İstemeyen kapatsın, yasakçılıkla olmaz" derken, tabuları yıkan adam kimliğine ne kadar da uygun davranmaktaydı değil mi?
Müslümanlar siyasi gelişmeleri tahlil ederken duygusallıkla değil, basiretle davranmak zorundadırlar. Türkiye'de yaklaşık son on yıllık dönemde yaşanan İslami canlanış olgusunu şu veya bu kişinin konumuyla açıklamaya çalışmak, İslami dinamikler yerine Özal veya düzenin bir takım imkanlarını öne çıkartarak yorumlamak tam bir sorumsuzluktur. Unutulmamalıdır ki, aynı dönem İslami hareketin tüm dünyada güçlendiği, geliştiği bir dönemdir ve Türkiye de aynı süreci yaşamıştır. Türkiye'de iktidar konumunda kim olursa olsun, ister Özal veya bir başkası, İslami canlanışa uyumlu görülebilecek politikalar izlemek zorunda idi. Elbette bu politikalar İslami canlanışı teşvik için değil, güçlenen İslami hareketi doğrudan karşısına almak yerine onu saptırmaya, içini boşaltmaya yönelik "İslamizasyon" siyaseti doğrultusunda izlenmiştir. Özal eliyle yürütülen İslamizasyon siyasetinin de Türkiye'de sistemi güçlendirme, sistemin üzerine oturduğu tabanı daha bir genişletme yönünde başarılı sonuçlar aldığını görmek gerekir.
Özal'ın cenaze töreni bağlamında ortaya çıkan somut bir takım görüntüler konunun bu yönüyle değerlendirilmesinde önemli ipuçları taşıyan göstergelerdir. Hatta bir çok devrimci müslümanın bile Özal'ın cenaze törenini halkın İslam'ı istediğinin, halkın resmi ideolojiye protestosunu gösterdiğinin bir kanıtı olarak yorumlamasına rağmen, bu cenaze töreni sistemin bir güç gösterisi olmuştur. Kitle hangi saiklerle yürürse yürüsün ve hangi sloganları atarsa atsın sonuçta peşinden yürüdüğü (sürüklendiği) kişi bu rejimin en yetkili organının başında, bu rejimin en üst düzey temsilcisi konumunda bulunmaktadır.
Şu noktada düşünmekte yarar var; sistem kısa bir süre Önce Uğur Mumcu'nun cenazesiyle toplumun bir kesimini kucaklamıştı. Özal'ın cenazesi de -adeta bir rekabet görüntüsü içinde- toplumun daha geniş diğer kesimini kucaklama, içine alma vesilesi oluşturmuş değil midir? Bu cenaze vesilesiyle Demirel'in söylediği "Türk milleti devletine sahip çıkmıştır. Özal'ın şahsında devletine sarılmıştır." sözlerini yalnızca politik yönlendirme olarak değerlendirmek doğru olur mu? Bu sözlerdeki gerçek payı inkar edilebilir mi?
Açılan pankartlar ve atılan sloganları öne çıkartarak adeta bir avunma vesilesi yapmak müslümanlar için son derece yakışıksız ve tutarsız bir tavırdır. "Doğan Güreş'in sevgili dostu Uğur Mumcu"nun cenazesinde solcuların generaller, bakanlar ve sair zevatın peşinde "Faşizme Karşı Omuz Omuza" diye slogan atması ne kadar anlamlıysa, "Prezidan Bush'un biricik dostu Özal"ın cenazesinde atılan "Müslüman Türkiye" sloganları da ancak o kadar anlamlıdır.
"Hakk ile batılı birbirine karıştırmama" şeklindeki Kur'ani buyruğa göre hareket etmekle yükümlü müslümanlar doğruyu asla yanlışlar içinde aramamaya ve her zaman tutarlı davranmaya mecburdurlar. Bu itibarla Özal'ın (ve benzerlerinin) peşinde sürüklenen herkes mutlaka eylemlerini ve daha önemlisi geldikleri konumlarını sorgulamak zorundadır. Herkesin kendi gönlüne göre çizilen Özal tabloları somut gerçekler ve Kur'ani ilkelerle test edilmelidir.
Herşeye rağmen Özal'ın ardından methiyeler düzmeye devam edenlere ise 'sizin yolunuz size' demekten başka yapacak bir şey yoktur. Özal'ın kılavuzluğunda yol gidenler çıkmaz bir sokakta yürüdüklerini nasılsa göreceklerdir. Yalnız yine de uyarmak isteriz ki, en çok Amerikan emperyalizminin Irak'ta katlettiği masumların kanlarına bulaşmış olma özelliğiyle hatırlayacağımız Özal'a olan muhabbetin, bu muhabbet sahiplerini de manen bu kanlara ortak etmesin den korkarız!