Mahkeme salonlarında, “adalet dağıtan” hâkimlerin arkasında yazan “Adalet mülkün temelidir!” sloganını hepimiz biliriz. Yolu mahkeme salonuna düşmemiş kimselerin de en azından filmlerden buna aşina olduğunu düşünebiliriz. “Nedir bu sloganın anlamı?” diye sorsak, birçok farklı cevapla karşılaşmamız da mümkün. Kimilerinin adalet, kimilerinin ise mülk kavramı ile sorunları var.
Adaleti salt güçlünün ve egemenin yanında arayanlar ile mülk kavramını mülkiyet hakkının korunması olarak görenlerin bu kavramlara ilişkin sorunları normal sanırım.
Bu arada biz ne durumdayız? Yaşadığımız zaman ve mekân diliminde adaleti dağıtanlar ile arayanlara karşı tavrımızı hangi ölçüler belirliyor? Adalet beklentisi içerisinde olduğumuz kurumlara güveniyor muyuz? Hem kendimiz hem de çevremizdekiler adına emin miyiz? Burada sizleri; yaşar, görür, duyar ve bilirken gerçekleşen hadiseleri sıralayarak sıkmayacağım. Herkes herşeyin farkında zaten! Dolayısı ile derdimi bir film üzerinden anlatmayı deneyeceğim. Kimbilir belki başarırım.
“12 Kızgın Adam” Sidney Lumet tarafından yönetilmiş 1957 ABD yapımı siyah-beyaz bir film. Hemen önyargılarınıza başvurduysanız, yapmayın. Çünkü buna çok fazla maruz kalan bu filmin amacı, önyargılarımızı yıkmak. Her ne kadar 1957 yapımı olsa da günümüz toplumlarına dair pek çok çıkarımda bulunmamızı sağlayan, yalnızca ABD adalet sistemi ve toplumsal yapısını değil, evrensel anlamda adalet ve toplum yapısı üzerine, izleyenleri düşündürüyor. Film, tek bir doğru düşüncenin dahi neleri değiştirebileceğini bizlere gösteriyor.
Adalet sistemine getirdiği eleştiriler ve önyargıların olumsuz sonuçlarını çarpıcı bir şekilde işlemesi yanında; sahip olduğu insanî ruh, sorgulayıcı güç ve küçük olasılıkları mümkün kılma yeteneği ile de seyirciye diğerkâmlık ve olaylara farklı açılardan bakabilme erdemlerini kazandırıyor. Ve sinemanın seyirci üzerindeki yaptırım gücünü göstermesi açısından, izlendikten sonra insanı değiştiren filmlere de bir örneklik oluşturuyor.
Bir çocuk düşünün, Amerika'nın kenar mahallelerinde yaşıyor. Toplumdan dışlanmış, ne yapsa sırf geçmişi oraya ait diye hoş görülmüyor. Tüm “kanıtlar ve tanıklar” gencin, babasını öldürdüğünü söylüyor ve mahkeme süresince aksi yönde şüphe uyandıracak herhangi bir gelişme de yaşanmamış. Genç için atanan avukatın da işini tam olarak yaptığı söylenemez. Velhasıl çocuğun “adil yargılanma hakkı”ndan haberi bile yok!
İnsanın kendisi adına karar alamayacağı, hakkında gelişebilecek bütün olayların başka birinin ya da birilerinin elinde olduğu anlar olabilir. Hastalanınca işinin ehli bir doktor ararız ya da avukata ihtiyaç duyduğumuzda “ipten adam alan” olmasıdır, derdimiz. Şairin; “İnsan acizdir, muhtaçtır, çok artistlik yapmamalıdır.” dediği noktadayızdır bazen hepimiz.
Yargılanan gencin jüriye çaresiz bakışlarıdır belki de şiirde anlatılan. İddia ve savunma makamının asıl muhatabı artık sıradan insanlardır, zengin veya fakir fark etmeyen bu insanlar, jüri sandalyelerinde oturduğunda artık adaletin halk katındaki vicdanını temsil ederler! Öyle midir? Adaletin vicdanı olacak kişiler, şahsi olaylarıyla davalı arasında bağ kurup intikam arayışına girer mi? Ya da hukuk eğitiminden çok tiyatro uzmanlığı yapan avukat parçalarının göz boyamalarına kanabilirler mi?
12 kişiden oluşan gruptaki insanlar farklı karakterlere sahiptir. Aralarında pazarlamacı da vardır, reklamcı da. Kimi, akşamki beysbol maçına yetişmenin derdindedir, kimi kendi oğluna olan öfkesini suçlanan çocuktan çıkarmak ister. Asil (!) Amerikan toplumunu temsil eden bir göçmen bile vardır aralarında, tamamıyla salt mantık ve matematiksel gerçekleri kabul eden de. Önceleri bir insanın ölecek olması 11 üyenin umurunda bile değildir. Film, onlar üzerinden ırkçılık, toplumsal tavır, duyarsızlık, şiddet, yaşlılık, ölüm ve yaşam üzerine sahici tartışmalara ve yaklaşımlara aracılık eder.
İnsan bu adamların, böyle önemli bir konuda karar verme yetkisini üzerine alan bir jüride ne işleri var diye düşünmeden edemiyor. Çünkü onlar için sıradan işler, bir çocuğun hayatından çok daha önemli. Olaylar kendilerine dokunmadığı sürece, insanlar hakkında karar vermek onlar için çok kolay.
Çocuğun ait olduğu sınıfsal konum jüri üyeleri üzerinde belirleyici! Tartışmalardan sanığın 18 yaşında olduğunu, küçük yaşta annesini kaybettiğini, gecekondu ortamında büyüdüğünü, babanın bir dönem hapis yattığını ve ilişkilerinin pek parlak olmadığını öğreniyoruz. Cinayet günü de dâhil, küçük yaştan beri babasından dayak yediği ve çeşitli suçlardan, küçük cezalar almış olduğu da edindiğimiz bilgiler arasında. Bu yüzden bir masa etrafında toplanan bu insanlar “Canları cehenneme!” kıvamında. Biri hariç!
Mahkeme filmleri, mücadeleci ve idealist insanların hikâyelerini anlattığı gibi, karakterleri maddi anlamda yozlaşmaya açık olanları da anlatır. “12 Kızgın Adam” bu iki olguyu gayet iyi harmanlamış.
Bununla birlikte mücadeleci idealist genelde kendi masumiyetini savunan ya da mağduriyete sebep olana hak ettiğini aldırma arayışındaki kimsedir. Bu hikâyede ise mücadeleci idealist hiç tanımadığı, olağan bir şüphelinin “masumiyet karinesine” taliptir.
Çünkü “mantıklı şüpheler” her zaman suçlular için işlemez, bazen suçsuzların da “mantıklı suçsuzluk şüpheleri” olabilir.
Böyle bir vasatta, hemen işlerini bitirip gitme arzusunda olan ve kafalarında dava sürecine dair hiçbir kuşku bulunmayan, verecekleri karar neticesinde bir insanın öleceği gerçeğini umursamayan diğer 11 üyeye, “Elimi kaldırıp bir çocuğu ölüme göndermek benim için pek de kolay değil.” sözleri ile karşı çıkar. Ve seyirciyi sistem, ölüm cezası, yargılama ve savunma süreçleri hakkında düşünmeye zorlar.
Jüri üyelerinden birinin ifadesi ile “Her zaman çıkar böyleleri!” O diğerlerinden farklı kıyafeti ve tavırlarıyla hemen dikkat çeker. Beyaz takım elbisesi aradığı masumiyeti temsil etmektedir belki de.
Filmde jüri üyelerini üç farklı grupta analiz etmek mümkün: Birinci grup tek başına ilk itirazı yapan 8 numaralı jüridir. Durumun ağırlığının farkındadır. Yapılan boş konuşmalara dâhil olmaz. Dava ile ilgili konulara ise dikkat kesilir. İlk açık oylamada herkesin suçlu demesine rağmen diğer insanlara uymaz ve fikrini sonuna kadar savunur. Çocuğun büyüdüğü ortama tersinden bakarak, cinayeti işlemiş olsa dahi bütün suçu çocuğun üzerine yıkmanın doğru olamayacağını savunur. Mahkemenin sağlıklı yürütülmediğine işaret eder ve çocuğu bu kadar kolayca suçlu ilan etmemek gerektiğini, ortada mantıklı şüpheler olduğunu yineler. Ve “delillerdeki” şüpheli yanları tek tek gözler önüne serer. Hiç düşünmeden suçlu diyenlere; “Ölüme gidecek, 18 yaşında birine birkaç kelime dahi olsa borçluyuz.” diyerek karşı çıkar. Kararlı duruşunu mantıklı tezlerle destekleyerek jüri üyelerini etkilemeye çalışır.
Bu mücadeleci idealist kişilik filmde bir mimar ve bu meslek gelişigüzel seçilmemiştir. Hristiyan teolojisinde tanrı için “baba, mimar, tasarımcı” gibi ifadeler kullanılır. Film boyunca adeta ilahi adaletin sözcülüğünü üstlenen üyeyle ilgili bu detay kesinlikle tesadüf değildir.
İkinci grubu filmden tek cümleyle tanıt deseler; “Ne zaman ön yargınızı kullansanız, gerçekleri gözardı edersiniz!” cümlesi yeterli olurdu sanırım. Burada mantıklı bir şüpheye sahip olmakla kör bir inanca sahip olmak arasındaki büyük uçurumu öğretiyor bizlere film. Bir temele dayanmadan, yalnızca öyle olması gerektiğine inanarak bir sonuca varmanın ne kadar da büyük bir hata olduğunu gözler önüne seriyor.
Bu grup hiç düşünmeden “suçlu” diyen beş kişiden oluşuyor. Kurye şirketinin sahibi olan 3 numaralı jüri, kendisinin de 22 yaşında bir oğlu olduğunu ve iki yıldır görüşmediklerini söylüyor. Sanığı oğlunun yerine koyarak intikam almaya çalışıyor. Borsa simsarı olan 4 numaralı jüri üyesi, gecekonduların birer suç yuvası olduğunu ve burada yaşayan herkesin toplum için ciddi bir tehdit oluşturduğunu iddia ediyor. Tüccar olduğunu öğrendiğimiz 7 numaralı jüri üyesi dava ile pek ilgilenmiyor. Tek bir derdi var o da akşamki maça yetişebilmek. 10 numaralı jüri üyesi mahkemeyi bile gereksiz buluyor. Bunun çok pahalıya mal olduğunu söylüyor. Gecekondularda yaşayan insanların “doğuştan yalancı ve tam bir baş belası” olduklarını haykırıyor. “Benim ilgilenmem gereken üç tane garajım var, bu saçma şeylerle uğraşamam.” diye de ekliyor. Bu gruba dâhil edebileceğimiz son kişi ise 12 numaralı jüri üyesi. Mesleği reklamcılık olan bu kişinin de dava pek umurunda değil.
Bu grup sınıfsal konumları itibariyle çocuğun içinde yaşadığı koşullara bihaber! O koşulları anlamıyor, anlamak için çaba da sarf etmiyorlar. Bunun en net ifadesini 10 numaralı jürinin “Çok düşünürsen kafan karışır!” sözlerinde buluyoruz. Karşı tarafı pek dinlemiyor, sürekli bağırarak konuşuyorlar. Saygısızlık yapmakta sakınca görmüyorlar. Bunu bazen aleni aşağılamalarla bazen de tartışmalar sırasında oyun oynayarak, birbirlerine hikâye anlatarak ya da iş ile ilgili şeyler konuşarak yapıyorlar.
Bunların dışında kalan kişileri ise “Bir hiç olmak çok üzücüdür beyler. İnsanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez olsun önemli olmak ister!” cümleleri özelinde incelemek mümkün. Bu sözler, olaya şahit olduğunu söyleyen yaşlı bir adamın, tanık sandalyesindeki tavrını analiz etmek için sarf edilen sözler aslında. Ancak gecekondularda büyümüş olan 5 numaralı jüri üyesi, işçi olan 6 numaralı jüri üyesi, yaşlı olan 9 numaralı jüri üyesi, saatçi olan 11 numaralı jüri üyesi ve bunlarla birlikte değerlendirebileceğimiz 2 numaralı jüri üyesinin genel yapısını özetliyor.
Bu kişiler sınıfsal köken olarak alt ve alt-orta sınıfa mensuplar. Dikkatimizi çeken ilk şey, yapılan ilk oylamada “suçlu diyenler” diye sorulduğunda el kaldırmayıp, çoğunluğun suçlu dediğini görünce el kaldırmalarıdır. Onların bu tutumu işçi ile mimarın yaptığı şu konuşmada daha da somut bir hal alır. İşçi, mimara, boşuna uğraştığını söyler. Bunun üzerine mimar, eğer yargılanan kendisi olsaydı nasıl davranılmasını isteyeceğini sorar. İşçinin cevabı: “Ben varsayım yapmakla uğraşmam, ben bir işçiyim, varsayımları hep patronum yapar!” olur.
Bu arada yukarıdaki sözlerin muhatabı olan tanık, bir kez dahi olsun yaşamadığı “ön plana çıkma” duygusunu yaşamak isteyen ihtiyar bir adamdır. Sözünün dinleneceğini ve onaylanacağını düşündüğü için “Aslında yalancı olmadığı halde yalan söyler!” Yani sözünün dinlendiğini görebilmek için aslında görmediği bir şeyi gördüğüne kendisini de inandırır.
Burada suçlu ve suçsuz kavramlarının siyah-beyaz misali ayrılamayacağını ve adalet terazisinde ne kadar hassas olunması gerektiğini anlıyoruz. Kanıksanmış ama altı boş doğruların bazen bir gencin bazen de milyonların hayatını kararttığını görüyoruz. “Ben varsayım yapmakla uğraşmam, ben bir işçiyim, varsayımları hep patronum yapar!” cümlesi ile düşünce dünyaları özetlenen, kendi hayatlarına dair kararları dahi almaktan aciz bırakılmış insanları; düşünmeye, sorgulamaya zorlayan -Şeriati’nin ifadesiyle- “bir uyanık” çıkıyor ve her gün karşılaştıkları, sıradanlaşmış yaşantılarının ayırdına varmaya başlıyorlar. Bu farkındalık onları harekete geçmeye zorluyor ve eylemleriyle olayın akışını değiştirecek gücü kendilerinde bulabiliyorlar. Bu anlamda film, aydının toplumdaki yeri ve sorumluluğu üzerine de düşünmeye sevk ediyor.
Hukuk hiç de kolay bir uğraş değil. Hele ki söz konusu insan hayatı olunca! Mahkeme süreci boyunca ikna edici bir şekilde sunulan ve çok da irdelenmeyen “kanıtların” aslında, gencin suçsuzluğuna kanıt olduğunun ortaya çıkması, gerçekten de çok çarpıcı bir sonuç. Bu sonuç, insanların “doğru”larına bağlı olmaksızın, ortada bir gerçeğin var olduğunu ve gerçeğin bizim reddimizle değişmeyeceğini belirtiyor aslında. Bu ihtimali çoğu zaman göz önüne aldığımız söylenemez, değil mi?
Bir kişinin vermiş olduğu oy, çok şey ifade ediyor. Bu oy, sadece gencin hayatının önemli olduğu anlamına gelmiyor. Aynı zamanda “sürü psikolojisine” karşı çıkış anlamına da geliyor. Hatta “kızgın” adamlardan oluşmuş bir sürüye! Bu psikoloji bize yabancı mı?
İnsanların tamamı potansiyel suçlulardır. Ancak kişinin işlediği suçtan ötürü ceza almasının tek bir haklı sebebi olabilir: İşlediği suçun kanıtlanması ve somut deliller... Bu somut deliller ortaya konulduktan sonra suçlu bulunan kişiye gerekli ceza verilebilir. Aksi takdirde her insan, nefret ettiği insanları cezalandırmak için iftira yolunu tercih edebilir. Uzak mıyız?
Adalet, kargaşa oluşturmadığı, haklıya hakkını verdiği müddetçe adalettir. Yoksa adalet kavramı da insan tarafından icat edilmiş ve içi insan tarafından doldurulmuş bir kavramın ötesine geçmeyecektir.
Filmin sonunda sırtı dönük olanlar, üzüntü ile başını sıvazlayanlar ve savunduğu şeyin arkasında gururla, dimdik ayakta duranlar… Bu kare, ana unsuru insan olan bu filmin anlatmaya çalıştığı şeyleri tüm çıplaklığı ile ortaya koyması bakımından oldukça anlamlı. Adaletin gerçek işlevini çoktan kaybettiği ve daha çok zorbalık olarak algılanmaya başlandığı bir dönemde bize adalet kavramının insan hayatıyla eşdeğer bir öneme sahip olduğunu hatırlatıyor film.
En son ve zor ikna olan üyenin ikna olma anı ve sonrasındaki kamera hareketi ise oğlundan ona kalan son hatıra olan ve yanından hiç ayırmadığı bir fotoğrafı parçalara ayırması değil aslında önyargılarını parçalara ayırması olarak kayıtlara geçiyor.
Her ne kadar filmde “Çocuk belki de suçlu olmayabilir!” vurgusu öne çıksa da filmin sonunda geçen “Varsayalım sen bizim fikrimizi değiştirdin. Ya çocuk babasını gerçekten öldürmüşse?” sorusu kafamızı karıştırsa da filmde çok nadir dış çekimlerden birisi imdadımıza yetişiyor. Adliyeden çıkış sahnesinde kamera, bir güvenlik kamerası gibi yukarıdan sessizce “insanları izleyen ve herşeyi kaydeden” birini anımsatıyor. Tanıdık geldi mi?