YÖK ve Rektör Atamaları: Kemalistler Seçimlerin Erdemini mi Keşfetti?

Haksöz

Türkiye’de her dönem etkin bir siyasi odak konumunda olmuş ve esasen resmi ideoloji muhafızı işlevi yüklenmiş bulunan üniversiteler yeni öğretim dönemine de rektörlük seçimleri gündemiyle başlayacak görünüyor. Mevcut rektörlerin görev sürelerinin dolması nedeniyle 21 üniversitede yenilenen seçimler dolayısıyla bir kere daha seçimler ve atamalar tartışması canlanmış durumda. Dün Sezer döneminde yaşananlar ile bugün Gül döneminde söylenenler gözlendiğinde ortaya ilginç görüntüler çıkmakta. Tartışmalara bakıldığında rollerle birlikte tezlerin de taban tabana değiştiği dikkat çekmekte. Sezer’in üniversite rektörlüklerine yaptığı atamalar sırasında “laiklik” ve “irtica karşıtlığı” kriterlerini öne çıkartanların, şimdilerde “demokrasi” ve “öğretim üyelerinin tercihleri”ne vurgu yapmaları ilginç bir manzara teşkil etmekte.   

22 Temmuz’da toplanan YÖK Genel Kurulu, 21 üniversitenin rektör adaylarına dair listeyi Çankaya’nın onayına sundu. Daha önce rektörlük koltuğunun boşalacağı üniversitelerin bünyesinde gerçekleştirilen seçimler sonucunda her üniversitede ilk altıya girmeyi başaran adayların isimleri YÖK’e gönderilmişti. Bu adayların tümüyle mülakat yapan YÖK her üniversite için rektör adaylarının sayısını 3’e indirip, yeni bir sıralama yaptı. Şimdi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül YÖK’ten gelen aday listeleri arasından her üniversite için bir kişiyi rektör olarak atayacak.

Görüldüğü üzere rektörlük seçimleri aslında seçim sıfatını hiç de hak etmiyor. Üniversite öğretim üyelerinden aldıkları oya göre ilk altıya giren adayların tümü rektörlük için eşit şansa sahip. Üniversitede 1. gelen adayın seçilebilmek için önce YÖK barajını aşması, ardından da Cumhurbaşkanınca münasip görülmesi gerekiyor. Bu da öğretim üyelerinin katılımıyla gerçekleşen seçimlerin, seçimden ziyade ancak öneri ya da tavsiye mahiyeti taşıdığını ortaya koyuyor.

Nitekim önceki süreçte Kemal Gürüz-Demirel ve Erdoğan Teziç-Sezer işbirliğiyle üniversitelerin rektörlerinin belirlenmesinde tam bir keyfiliğin hakim kılındığı hatırlanacaktır. İslami duyarlılığı olan öğretim üyelerinin tasfiyesi ve Atatürkçü kadroların yaygınlaştırılması hedefine kilitlenmenin neticesi olarak üniversitelerde akıl almaz icraatlara imza atılmıştı. Aldıkları oy ne olursa olsun namaz kılan, eşleri başörtülü olan ve en yaygın bir kriter olarak da başörtüsü yasağını uygulamada gönülsüz davranan hiçbir ismin YÖK ve Çankaya barikatlarını aşıp rektör olmaları mümkün olamamıştı. Öğretim üyeleri oy vermeseler de Gestapo subayı zihniyetine sahip isimlerin ardı ardına rektör olarak atanmaları gerçekleşiyordu. Dün bu uygulamayı üniversitelerde gerici kadrolaşmayı önleme, Atatürkçü rektörleri tercih gibi kavramlarla savunan çevreler bugün şoka girmiş durumdalar.

YÖK’ün bazı üniversitelerden kendisine gönderilen listede değişiklikler yapması ve kamuoyunda şaibeli icraatlarıyla maruf kimi zevata rektörlük yolunu kapaması karşısında bu çevreler seçimlerin neden yapıldığını sormaya başladılar. Oysa önceki uygulamalarla kıyaslandığında YÖK’ün üniversitelerden gelen sıralamaya çok az müdahale ettiği görülmektedir. YÖK Uludağ ve Dicle üniversitelerinde birinci sırada gelen iki adayı elemiştir. Bu iki adayın ortak özellikleri eşlerinin iki dönemdir rektörlük koltuğunu işgal etmeleridir. Yani bir anlamda elenenler “eş durumundan rektörlük devri” anlamına gelecek isimlerdir. YÖK’ün tırpanladığı bir diğer isim ise Gazi Üniversitesi’nin mevcut rektörü Kadri Yamaç olmuştur.

Gazi Üniversitesi rektörü seçimlerde en fazla oyu almış olmasına rağmen YÖK tarafından Çankaya’ya gönderilen listeye alınmamasını içine sindiremediğini söylemekte. Kadri Yamaç 732 oy almasına rağmen listeye alınmamış, 384 oy alan bir önceki rektör Rıza Ayhan YÖK’ün listesinde 1. sıraya konulmuş. Gerçekten de rakamlar düzeyinde belirginlik arzeden bu açık çelişki karşısında şaşırmak garip değil. Ne var ki, bu durumdan hazımsızlık hissetmesi gereken en son kişi herhalde Kadri Yamaç olmalıydı. Çünkü aynı Kadri Yamaç’ın 2004’te nasıl rektör olduğuna baktığımızda şunu görüyoruz: O dönem rektörlük koltuğunda oturan Rıza Ayhan’ın 1064 oyuna karşılık, Kadri Yamaç 366 oy almış ve Sezer tarafından rektör olarak atanmıştı.

Yine aynı dönemde rektör olarak atanan isimler arasında öğretim üyelerinden yalnızca 1 oy alabilmiş, yani kendisi dışında tek bir öğretim üyesinin dahi oyunu alamamış isimlerin dahi bulunduğu hatırlanmalıdır. Bu saçmalıklara o gün itiraz etmeyenlerin bugün seçim sonuçlarına saygıdan, rektör atamalarının demokratik ilkelerle uyumsuzluğundan söz etmeleri kurnazlıktan da öte tipik bir utanmazlıktır.

Peki, dün YÖK’ü ya da Sezer’i seçim sonuçlarını dikkate almamakla suçlayanlar açısından bugün karşılaşılan manzara çelişki doğurmuyor mu? Demirel ve Sezer döneminde keyfi atamalara karşı çıkan bizlerin bugün de YÖK’ün -ve muhtemelen Cumhurbaşkanı Gül’ün- tavrını eleştirmemiz gerekmez mi?

Öncelikle üniversitelerin halen içinde bulundukları halin nötr bir hal olmadığını görmek zorundayız. Bilhassa 28 Şubat sürecinde ve devamında üniversitelerde her yönüyle baskıcı, faşizan bir işleyişin tesis edildiği, muhalif unsurların tümüyle tasfiyesi için yoğun çabalar sarfedildiği bilinmelidir. Resmi ideolojinin bağnaz savunucuları kendilerine benzemeyenleri üniversiteden uzaklaştırırken, bir yandan da eş dost yakın çevre irtibatlarıyla yoğun bir kadrolaşma faaliyeti yürütmüşlerdir. Nitekim iki dönem yaptıkları rektörlüğü yasal zorunluluk neticesinde bırakmak durumunda kalan kimi rektörlerin adeta saltanatçı bir mantıkla yerlerini eşlerine devretme gayretkeşliği üniversitelerin içine sokulduğu acınılası durumu özetlemektedir.

Dolayısıyla bir yandan muhaliflerin elemine edildiği, öte yandan mevcut kadroların yandaşlarla doldurulduğu bir üniversitede kimin fazla oy alacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ve bu tür yöntemlerle oluşturulan bir atmosferde seçimlerin saygınlık ifade etmeyeceği de açıktır.

Öte yandan üniversitelere rektörlük atamaları ile ilgili olarak göz ardı edilmemesi gereken bir diğer unsur da yasakçı kafaların oluşturduğu tehdidin dikkate alınmasının zorunluluğudur. Bilindiği üzere bilhassa başörtüsü özelinde üniversitelerde bugüne dek pek çok rektör işkenceci rolüne soyunmuş, ilkel bir dayatmayı canla başla sürdürmek için türlü çirkinliklere imza atmıştır. Başörtüsü düşmanlığı şeklinde üç veren tutumun ardındaki tiplere bakıldığında hemen hepsinin yolsuzluklara, usulsüzlüklere bulaşmış kişiler olduğu, darbecilerin sivil uzantıları şeklinde faaliyet sürdürdükleri görülmektedir.

Bu tarz kirli, şaibeli tiplerin sırf kendi doldurdukları kadroların oylarını aldıkları için yeniden rektör olarak atanmaları özü itibariyle üniversite ruhunu, akademik niteliği tahripten başka sonuç vermeyeceği kesin basiretsiz bir tutum olacaktır. Oysa üniversitenin gerçekten üniversite olabilmesi için öncelikle bu despot, dayatmacı zihniyetin gölgesinden çıkartılması gerekmektedir. Üniversitelerin resmi ideoloji muhafızı despotlardan kurtarılmasının, ülkenin darbecilere lojistik destek sağlayan bir üniversite olgusundan arındırılmasına büyük katkı sağlayacağı kesindir.

Bu kaygılardan hareketle üniversitelere rektör atamaları konusunda özgürlüklerden yana, halktan yana tavrı olan, öğretim kadrosu ve öğrencilerin kimliklerine ve kişiliklerine saygı duyan isimlerin tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Umuyoruz Cumhurbaşkanı Gül de önündeki listeyi değerlendirirken olmayacak duaya amin demekten farksız bir tutumla laik-Kemalist egemenlerin hoşnutluğunu kazanmaya kalkışmak yerine, adaleti gözetir ve dengeleri gözetmek adına zayıflık göstermez.