O ülkelerin halkı geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin midirler? Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın onlara gelmeyeceğinden emin midirler? (A'raf, 97-98)
Ölümün korkusu, gecenin derinliğinde karanlığa gömülen kentlerin üstüne çöküvermiş, dehşet dolu geçmek bilmez saniyeler, az ötede bekleyen ölümün soğuk tenini korkuyla titreyen bedenlere dokundurmuştu. Hayat, ol ile öl arasında sıkışan iki nokta kadar basit, üç-beş saniyede göz önünden geçen bir film şeridine sığınacak kadar kısa ve uykunun derinliğinden apansız bir çırpınışla insanı alıp götürecek kadar zamansız idi.
İnsanın, kıyısında oyalandığı hayatın kaçmaya çalıştığı gerçek yüzü böldü bir gece rüyaları. Ve kentlerin üzerine çöküveren enkaz, ağırlığını hissettirdi hayatın gerçekliğinin.
Ürkütücü gıcırtılarla sarsılan binalar raks eden toprağın girdabında ölüme yol arıyordu. Hissiz bir mekanda, çöktü-çökecek telaşı içinde, korku duvarları arasına sıkışan bedenler son nefesi kazanına hesabında idi. Erken gelen hesabın iniltisi yırtıyordu zifiri karanlığı. Gazabın çığlıklarıydı yükselen feryatlar.
Muhkem binalar, rüzgara tutulmuş yaprak gibi sallanırken, halis inançlarla göklere yükselen yakarışlar, fırtınaya kapılmış bir geminin çırpınışı gibi karaya ulaşma telaşına dönüşmüştü.
Her şey bir an meselesi idi. Ölüme kapı aralayan binalar, kalp çarpıntısına kapılan arzın derinlerden gelen vuruşları ile sallanıyor; bir anın bin parçaya bölünen her diliminde, iki sütun arasına sıkışmışcasına insanın ruhu santim santim daralıyor ve yüzler gürültünün dehşeti ile sapsarı kesilip öne düşüyordu.
Kağıttan kuleler gibi savrulan evler, 5 saniyelik bir zaman diliminde bir cadde boyu harabeye dönüşen binalar, viran olmuş şehirler. Üst liste yığılmış betonlar, yıkılmış duvarlar, devrilmiş sütunlar, kırılmış hayatlar, kopmuş hatıralar...
Bir çırpınış, bir çaresizlik, bir keder, bir suskunluk, bir suçluluk. Bir koşuşturma ve tedirginlik. Donuk bir surat, kayıtsız bakışlar. Akşam veren el olarak yatmak, sabah alan el olarak kalkmak. 45 senede biriktirdiğini 45 saniyede kaybetmek...
Taş yığınları arasında ağlayan kadınların, çocuğunun katılaşmış cesedini kucaklayan babaların ızdırap dolu bakışlarında karşılık bulan hayatın gerçeği. Ve yıkık bir duvar dibinde, anne ve babasını kaybeden bir çocuğun kuruyan gözyaşlarına hapsolan yaşama sevinci.
Bir kıyametti bu. Ölümün çığlığı kol geziyordu titreyen bedenlerde. Hesapsız bir gecenin dehlizinde yüzler kararırken, yarma bırakılan umutlar Kadir-i Mutlak karşısında enkaza dönüşüyordu.
Zaman, insanın erken gelen kıyameti idi. Ve zaman, "'yer o yaman sarsıntı ile sarsıldığı, yer bağrındaki ağırlıklarını çıkardığı ve insan, 'ona ne oluyor?' dediği zamandı." Gök yarılmış, güneş tutulmuş, denizler kabarmış ve her can ne yapıp öne sürdüğünün ve ne yapmayıp geride bıraktığının telaşına kapılmıştı.
Bu, yerlerin ve göklerin hakeminin bu ülkenin azgınlıkta ileri gitmiş kemlerine bir uyarısı idi. Allah'a isyanın, ahlaksızlığın, lüksün, şımarıklığın, fuhuş ve azgınlığın egemen olduğu kentler için yaklaşmakta olan hesap gününe karşı Rahman ve Rahim olanın bir ikazı bir uyarısı.
"Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimizde o-nun nimet ve servetle şımarmış elebaşlarına emrederiz de onlar orada bozgunculuk yaparlar. Böylece o ülkeye azap sözü hak olur. Biz de orayı kökünden yıkar, darmadağın ederiz." (İsra. 16)
Bir meydan okuma idi bu. Yeryüzünde bozgunculuk yapan, ekini ve nesli ifsat eden, Allah'ın hükmüne karşı savaş açan azgın bir topluluğa karşı Kahhar ve Cebbar olanın bir meydan okuması idi.
Allah, inkar eden bozguncuları hiç beklemedikleri bir anda. hem de kendisine karşı azgınlıklarını ve küfürlerini artırdıkları bir gecede yakalamış: sağlam zannettikleri nice üsleri yerle bir etmiş, yeryüzünü ayaklarının altından kaydırmış, onlara dar etmişti.
Yer yarılmış, toprak zulmün kalesini yutmuş, arzın derinliklerine gömüvermişti. Onlar, Allah'ın azabının kendilerine ulaşmayacağına inanıyorlardı. Ve onlar yaklaşmakta olan hesabın gafleti içinde azgınlaştıkça azgınlaşıyor, nice zayıf düşürdükleri insanları Allah'a ortak koşmaya zorluyorlardı.
İki büyük kent ve bunların arasında ülkenin can damarı sayılan nice sanayi yatırımlarının bulunduğu zengin kentler, yurtlarında diz üstü çöke kalan Medyen halkı gibi bir sarsıntı ile sarsılmıştı.
"Zalim olduğu için helak ettiğimiz nice kentler vardır ki, şimdi duvarları, yıkılan tavanları üstüne çökmüş: nice kuyular sahipsiz, nice köşkler ıssız kalmıştır. Acaba onlar yeryüzünde gezmediler mi ki, akl edecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olmasın. Zira gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hacc, 45-46)
Canlardan ve mallardan yapılan eksiltme ile bir sınav idi hayat. Geriye kimi zaman azgınlaştıkça azgınlaşan bozguncu ve düzenbazların kin ve hiddet dolu kahırları kalır, kimi zaman da yıkık kentin enkazından yeniden hayat bulan kalpler...
Bahçe sahiplerini hatırlatıyordu olanlar "Hani onlar sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlardı. Fakat onlar uyurlarken hemen gönderilen bir bela onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Sabahleyin birbirlerine seslendiler, 'Haydi devşirecekseniz erkenden ekininize gidin' diye. Derken yürüdüler; fısıldaşıyorlardı: 'Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın diye. Devşireceklerini umarak erkenden gittiler. Fakat bahçeyi görünce, 'Herhalde biz yolu şaşırdık' dediler. 'Hayır, doğrusu biz mahrum birikildik!' dedi. 'Rabbimizi teşbih ederiz, doğrusu biz zulmedenlermişiz!' dediler. Dönüp birbirlerini kınamaya başladılar. 'Yazık bize, biz azgınlarmışız. Belki Rabbimiz bize onun yerine daha iyisini verir. Biz Rabbimize yönelir. O'ndan umarız' dediler. İşle azap böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi." (Kalem, 17-33)
Yıkık kentin insanları, Allah size bu acıyı unutturmasın.