Yeter Demek İçin Daha Kaç Kişi Ölmeli?

Rıdvan Kaya

Cezaevlerinde 2000 yılından itibaren başlatılan ve bugüne dek onlarca cana mal olan tecrit uygulaması büyük bir vurdumduymazlık ve vicdansızlıkla sürdürülmekte. İnsan fıtratına, tabiatına aykırı bu dayatmaya karşı altı yıllık süreçte ödenen ağır bedellere, kayıplara rağmen ne yazık ki kamuoyu gündeminde bu yakıcı soruna karşı olması gereken bir duyarlılık mevcut değil. Cezaevlerinde ve dışarıda tecrit uygulamasına karşı kamuoyunu harekete sevketmeye yönelik direniş eylemleri, duyarlılık çağrıları şöyle dursun, ölümler dahi duyulmuyor, görülmüyor.

Hükümet "Bu konu kapanmıştır!" yaklaşımı içinde. Soruna yönelik taleplere, tartışmalara kulaklarını tıkıyor. Belki de bunu çok garipsememek ve Cemil Çiçek gibi tescilli bir "devlet adamı"nın Adalet Bakanlığı koltuğuna oturduğu bir hükümete yakışır bir tutum olarak görmek gerekir! Ama insan haklarından bunca söz eden, bürokratik oligarşinin baskıcı ve dayatmacı mantığının özgürlükler ve hukuk devleti olma yolunda büyük bir engel teşkil ettiğinden her daim yakınan bir siyasi kadronun inandırıcılığı açısından ortada çarpıcı bir tutarsızlık olduğu da açık. 

F Tipi cezaevlerine yönelik eleştirileri, talepleri baştan "marjinal örgütlerin tepkileri" şeklinde niteleyip mahkum eden otoriter mantık, mevcut hükümetin de selefleriyle paylaştığı bir hususiyet. Bu noktada 28 Şubat sürecinin figüranı DSP-MHP-ANAP hükümeti cezaevlerine hangi perspektiften baktıysa, AK Parti hükümeti de aynı perspektiften bakıyor. Merkezde kutsal devlet var. Otoriter, yüce devlet mantığıyla yaklaşıldığında cezaevleri sorunu zaten başlı başına bir "beka" sorunu olarak algılanıyor. Burada bulunan "insanlar" sorunlu, tehlikeli varlıklar, bir tür gereksiz unsurlar olarak görülüyor. Madem devlete düşmanlık suçunu işlemişler, öyleyse en ağırından karşılığını görsünler de herkese ibret olsun diye düşünülüyor muhtemelen. Bu yüzden de cezaevlerinde süregelen otoriter, faşizan uygulamalara ve en başta da tecrite yönelik eleştiriler, talepler Türk devletini yıkmaya çalışan terörist örgütlerin tepkileri şeklinde damgalanıp reddediliyor.

Devletçi perspektifin insandan, adaletten, haktan yana bir temelinin olmadığı; bilakis muhataplar farklılaşsa, gündemler değişse de adeta istikrarlı bir süreklilik içinde her zaman zulüm doğurduğu ve kesintisiz biçimde mağdurlar, mazlumlar ürettiği açık. Yasakçı, dayatmacı zihniyet temelsizliğini, anlamsızlığını tedbir adı altında biteviye baskı mekanizmaları oluşturarak, baskıcı pratikleri yaygınlaştırarak aşmaya çalışıyor. Korkuyor. Korktukça zorbalaşıyor, saldırganlaşıyor. Tüm bu marazi halin ise hep güvenlik merkezli birtakım gerekçelere dayandırıldığını görüyoruz. Paranoya sınırlarını zorlayan bu güvenlik sendromu okula, sokağa, basına, cezaevine, velhasıl toplumsal hayatın her bir noktasına farklı biçimlerde ama aynı temel endişelerle taşınıyor. 

Bu noktada tecrit dayatmasının tekil bir zulüm uygulaması olmadığını görmek gerekir. Resmi ideoloji tapınmasına ters düşen inançlara, kimliklere kamusal alanı kapatmaya kalkan ya da insanların ana dillerini "bölücülük" tehdidi gerekçesiyle yasaklayan zihniyetin cezaevlerine yansıyan yüzüdür tecrit. İnsani ve hukuki kaygıların esas alındığı bir infaz sistemi yerine muhalif kimlikli tutuklu ve hükümlülerin yalnızlaştırılmasını, sindirilmesini hedefleyen "zindancı" yaklaşımın ürettiği çözümdür!

Bu sözde çözüm, adaletten uzaktır ve gayri insanidir.

Hapis cezası bir hak mahrumiyetidir ve en temel hak olan özgürlülüğün kısıtlanmasını içerir. Tecrit ise ceza içinde ikinci bir ceza olmaktadır. Tepesinden tırnağına haksızlıklarla dolu, hukuk ilkelerinden uzak ve yolsuzluklarla, çarpıklıklarla iç içe bir yargı düzeninin kararlarıyla mahkum edilen insanların özgürlüklerinin kısıtlanmasına ek olarak ikinci bir cezalandırmaya tabi tutulmaları ve insani özlerine aykırı bir biçimde ilaveten yalnızlığa mahkum edilmeleri hukuk mantığıyla çelişen bir uygulamadır. 

Egemen düzen nezdinde suç işlemiş olmak, insanın özüne aykırı muamelelere tabi tutulmasını haklı çıkarmaz. İnsan sosyal bir varlıktır, siyasal kimlik taşır. Şartlar kısıtlı da olsa, birtakım engellerle yüz yüze de olsa paylaşma ve kendini geliştirme duygularını sürdürmek ve gerçekleştirmek ister. Oysa tecrit insanların tam da bu niteliğini köreltmeyi, tasfiye etmeyi hedefleyen bir dayatmadır. İnsanı özüne, fıtratına yabancılaştırmayı amaçlamaktadır. Ve gayet açıktır ki, söz konusu olan şey inancı, görüşü, siyasi tutumu ne olursa olsun insani değerleri önemseyen herkesin karşı çıkması gereken bir zulümdür.

Tecrit ilkesel boyutu itibariyle karşı çıkılması, reddedilmesi gereken bir olgu olduğu gibi, siyasi açıdan da tavır almayı gerektiren bir sorundur. Ölümlere yol açan bir soruna "Bitmiştir, kapanmıştır!" şeklinde yaklaşmak olsa olsa siyasetin ve toplumsal sorumluluğun ölümüne işarettir. Bu noktada AK Parti hükümetinin konuya ilişkin tutumunun sadece cezaevleri sorununa yaklaşımda ortaya çıkan bir zaaf olmaktan ziyade, kutsal devletçi, otoriteryan kirlilikle malul siyaset anlayışının bir yansıması olduğunu görüyoruz.

En hayati, en kritik konularda dahi uzlaşmaya yatkınlığıyla bilinen, adeta ilkesi, kutsalı, vazgeçilmezi olmayan melez bir ideolojik kimlikli bu partinin muhalif kimlikli siyasal çevrelere ve bunların taleplerine karşı takındığı şahin tavır elbette egemenler nezdinde meşruiyet devşirme çabalarından bağımsız gelişmemektedir.

Bu yüzden ölümlere yol açan ve vicdanlarda derin kırılmalar meydana getiren tecrit sorununa karşı hükümetin tam manasıyla üç maymunu oynaması klasik devletçi refleksin bir tezahürü olarak algılanabileceği gibi aynı zamanda da egemenlere gönderilen "aynı gemideyiz" mesajı olarak da yorumlanabilir. Bu tutum basit bir düzenleme yapıp, kanayan bu yarayı iyileştirme çabasına girmekten kaçınmaktadır. Bu çerçevede daha önce çeşitli mesleki örgütlerin ve sivil toplum kuruluşlarının Adalet Bakanlığı'na önerdiği "3 kapı 3 kilit" düzenlemesinin neden kabul edilmediğinin izahı yoktur.

F Tipi cezaevleri sorunu gündeme geldiği andan itibaren büyük acılara, hak gasplarına ve aynı zamanda da kararlı bir direnişe sahne oldu. Bugüne dek içeride ve dışarıda tam 122 insan bu zalimce dayatmaya karşı sergiledikleri eylemler neticesinde can verdiler. Tüm bu yoğun ve sarsıcı zemine rağmen yetkililerde en küçük bir kıpırdanma göze çarpmıyor. Kamuoyu suskun ve ilgisiz. Oysa ülke yine bir ölümün eşiğinde durmakta.

Av. Behiç Aşçı tecrit dayatmasına karşı aylar önce başladığı ölüm orucu direnişinde tehlikeli bir sona doğru ilerlemekte. Müvekkillerinin hukukunu korumak, bir türlü duyulmak, görülmek istenmeyen taleplerini seslendirmek için bir avukatın ölüme yatması şimdiden bu ülkenin insan hakları siciline kara bir leke olarak geçmiştir. Behiç Aşçı'nın eylemi hükümetten olumlu bir yaklaşım sadır olmazsa ölümle sona erecek görünüyor. Bu ise şüphesiz kara bir leke olmanın da ötesinde taşınması zor bir utanç yükü demektir. Başbakan ve Meclis Başkanı henüz vakit varken bir şeyler yapmak ve ne kendileri ne de tüm toplumun bu utancı yaşamaması için harekete geçmek zorundalar. Aksi halde insanların karşısına geçip hala haktan, hukuktan, insani değerlerden söz etmeleri gerçekten de bağışlanmaz bir ayıp, çok büyük bir ikiyüzlülük olacak!