Zeynel Abidin Bin Ali’nin 1999 seçimlerinde oyların % 99,5’ini, 2004’te % 94,5’ini, 2009’da ise % 89,6’sını alarak cumhurbaşkanı seçildiği açıklanmış! Demek ki 2014 seçimlerine katılabilseydi en kötü ihtimalle % 85’ler civarında bir oyla aynı koltukta oturmayı sürdüreceği kesindi. Ama bir yerlerde birtakım terslikler oldu ve oyun bozuldu. Tunus sokaklarına dökülen öfkeli kitleler gerçeğin Bin Ali’nin “sandık mucizesi”nden epeyce farklı olduğunu kanlarıyla ortaya koydular.
Sandık mucizesinin sıkça yaşandığı ülkelerden biri de Mübarek’in Mısır’ı. Önceki ay yapılan seçimlerde, Meclis sandalyelerinin neredeyse tamamını Mübarek’in Ulusal Demokratik Partisi’ne mensup adaylar kazanmıştı. 1981’den beri iktidarda bulunan Hüsnü Mübarek, bu sonuçla Sonbahar’da yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gönül rahatlığıyla yeniden aday olabilirdi. Ne var ki, Mısır’da meydanları dolduran kitleler buna izin verecek gibi görünmüyorlar. On binlerce insan hep bir ağızdan “yeter” diyor!
Gerçekten de artık tüm mazlum halkların hep birlikte “yeter” demesi gerekiyor. Zulme, baskıya, yolsuzluğa, adaletsizliğe, işbirlikçiliğe, kısacası ifsada yeter demenin tam zamanı! İnancımıza, kimliğimize düşmanlaşmış, ekmeğimize ve onurumuza göz dikmiş zalimlerden hesap sormak için ayağa kalkma zamanı!
Diktatörlük olgusu sadece 20 yıldır, 30 yıldır gasp ettikleri iktidar koltuklarında oturan despotlarla sınırlı değil. Yaşadığımız ülkede olduğu üzere ölmüş bir kişi adına irademizin, kimliğimizin, hatta geleceğimizin gasp edilmesi olgusu göz ardı edilemez. Değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkeler kutsallaştırmasıyla, ilkokul çağında başlayarak her gün adına ant okuma ritüeliyle, siyasi partiler yasasından eğitime, sivil toplumdan spora kadar her yerde karşımıza çıkan Kemalist resmi ideoloji dayatmasıyla bu ülkede inşa edilen sistemin özü itibariyle Mübarek ya da Aliyev diktasından bir farkı bulunmuyor. Her durumda halk iradesi yok sayılıyor, ipotek altına alınıyor. Bazı yerlerde yaşayan despotlarca, bazı yerlerde ise ölmüş kişilerin tabulaştırılması yoluyla!
Türkiye gündeminde geçtiğimiz ay yine yargı sorun olmayı sürdürdü! Gerek Danıştay’ın ALES kılavuzu üzerinden bir kere daha depreşen başörtüsü alerjisi gerekse de 102. madde tahliyeleri konusunda Yargıtay’ın çelişkili tavırları yüksek yargının içler acısı halini ortaya koydu. Yargıtay ve Danıştay üyesi bazı hâkimlerin ses kayıtları ise yargı tabutuna çakılan son çivileri andırıyordu.
Medya çarpıtmasıyla “Hizbullah tahliyeleri” adı verilen 102. madde tahliyeleri konusunda Yargıtay’ın tutumu TC sisteminde hukukun araçsal niteliğinin belgesi gibiydi. Önce tahliye kararı verdikleri şahıslar hakkında, imza atma prosedürünü yerine getirmedikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkartan, ardından medyadan yükselen homurtuları bastırma kaygısıyla tek celsede 16 kişi hakkında verilmiş müebbet hapis cezalarını tasdik eden Yargıtay, böylece derdin hukuk değil, egemenlerin gönlünü hoş tutmak olduğunu ispatlıyordu.
Keyfiliğin ve çifte standardın kural haline geldiği, İslami kimliğe düşmanlık için fırsat kollandığı bir işleyişin sadece zulüm ve mağduriyet ürettiği ve sahipleri de dâhil olmak üzere hiç kimseye itibar kazandırmadığının anlaşılması için Tunus vakasına iyi bakmak gerektiğini hatırlatıyor, Mart sayımızda tekrar birlikte olmayı diliyoruz!