Etrafta bir yenilik lafıdır, bir yenilik merakıdır gidiyor. Doğrusu ya bu merak sahiplerinin önemlice bir kısmının dilleri ile elleri ya da sözleri ile halleri arasındaki koordinasyon eksikliğinin ve hatta bozukluğunun varlığı; dillerine pelesenk ettikleri kavram hakkında, pek çok insanın zihninde hayırhah düşünceler uyandırmıyor.
"Yeni" kelimesinden türetilen yeniliğin hayatımızdaki, anlam dünyamızdaki karşılıklarına gözattığımızda kelimenin maddi karşılığı ile manevi/soyut alandaki kullanımlarının karşıtlık içerdiğini, uyuşmadığını görüyoruz. Şöyle ki; bir eşyadan, maddi bir nesneden onun yeni olmasından bahsederken kavram, müspet bir anlama, çağrışıma yol açarken; aynı kavramın soyut alandaki pek çok kullanımı (mesela bilgi alanında) menfi anlamlar yüklenebiliyor. Bu haliyle yenilik maddi alanda olduğu gibi zayıf, eskimiş olanın zıddı olmak yerine; tecrübesiz ve bilgisiz olmayı ifade edebiliyor.
Dolayısıyla yenilik her alanda, her zaman eli tutulacak, peşinden gidilecek bir klavuz olmayabilir. Yeniliğin iki zıt anlamı da bünyesinde barındırdığı göz önünde bulundurulduğunda, bir şeyin yeni olmasının ona bir avantaj kazandırmadığı da anlaşılır. Bu satırlardan yenilik düşmanlığı sonucu çıkartacak olan olursa, hemen söylemeli ki maksat bu değildir. Tersine köhnemiş, miadı dolmuş, yetersizleşmiş olan elbette yenilenmelidir. Ne var ki bu durumda bazı hususlara dikkat etmek icap eder. İlk olarak yenilik; ancak eskimiş, işe yaramaz bir vaziyet karşısında söz konusu edilmelidir. Yoksa, maymun iştahlılık, tez gönüllülük olarak beliren kararsız ve kıvamsız davranışların arayışını, yenilik tutkusu olarak görmek yanıltıcı olur. "Yeni"den söz etmek için bir eskinin olması yetmez. Eskinin "eskimiş" yani işe yarama özelliklerini yitirmiş olması da gerekir. Zihinlerimize çöreklenmiş olan aydınlanmacı felsefenin ve ilerlemeci paradigmanın kabulleri arasında bulunan insanlık gelişiminin; zorunlu ve yükselen bir grafik izlediği sanısı modern bir yutturmacadır ve bu anlayışın ifsat ettiği zihinlerde yeni olan, eski olandan; bugün ise dünden daha üstündür, daha iyidir. Dolayısıyla da zamansal farklılık yeni olanın, genç olanın lehine olacak tarzda ele alınır. Bugün bile etkilerini sürdüren ilericilik-gericilik tartışmaları aydınlanmacılığın yalan ve yanlış kabullerini iman ilkesi gibi görmekten neşet etmiştir. İlerlemenin maddi alandaki tezahürleri de bu yanılsamayı beslemiştir.
Teknoloji yani maddi alandaki baş döndürücü "yenilikler" insana yeni olanda bir keramet vehmettirmiş, yeniliği meşrulaştırmıştır. Oysa bu yenilik öncelikle insanlığın eski mirasının imkanlarını kullanarak, onları geliştirerek ulaşılan bir noktayı belirtir. İkinci olaraksa soyut, fikri ve ahlaki alanda, yukardaki maddi (teknolojik) alanda olduğu gibi eskiyle yeni arasında; kötüden iyiye, iptidaiden gelişmiş olana doğru ilerleyen bir çizgi yoktur. Uzun lafın kısası yenilik; düşünce, fikir, felsefe ve inanç planında mutlaka iyiyi, gelişmişi, doğruyu temsil etmez. Bu bakımdan "Siz hala orada mısınız?" diye sorgu sual edenlere karşı bir mahcubiyet duymak gereksizdir. Bu tür sualler tevdi edenlerin çoğu yenilikçi olmak bir yana, "nevzuhur" birer yeni yetme olmalılar. Maksatları da üzüm yemek olmayabilir. Zaten bunların birçoklarının bugün sahip olduğu mevki, makam ve statü de üzümden daha fazlasını yediklerine şahitlik etmektedir.
"Hala orada mısınız?" sorusu, her şeyden önce, soru sahibinin niyeti, çabası ve hedefi bağlamında cevaba değer bulunmalıdır. Kitab'a ve Peygamber'e karşı bir hassasiyet içermeyen soruların ve sorgucuların durumu için söylenecek olan, bizim meselelerimize yabancı kaldıkları sürece, onların nezdimizde ve yanımızda esamelerinin okunmayacağının bilinmesidir. Öncelikle yenilikten bahsetmek ciddiyet, samimiyet ve gayret gerektirmelidir.
Yine yeninin, anlamlı ve muteber olabilmesi için eskimiş, köhnemiş ya da tükenmiş bir düşünce, davranış ve durum karşısında daha iyiyi ve doğruyu temsil etmesi gerekir. İslam'daki ictihad gerekliliği de böylesi durumlar içindir. Yani eskimiş olana kızmak bir şey değildir. Meşhur ifade ile söyleyecek olursak "karanlığa küfretmek yerine, bir mum yakmak" gerekir. Din de tabiat gibi boşluk kabul etmez. Eğer bir alandaki boşluk doldurulmazsa hakim ve güçlü unsurlar o alana hücum eder. Onun için yıkmadan evvel, yapabilmeyi düşünmek gerekir. Yapabilmek, yani yeni çabalar, alternatifler ve ictihatlar ortaya koymaksa, eski olana kızarak değil, belki onun açtığı yoldan ilerleyerek, sunduğu tecrübeden istifade ederek "bir bayrak yarışı" kaygısı ve sevgisiyle hareket ederek gerçekleştirilebilir. Yeninin değer ve anlam kazanabilmesinin yolu; yerine ikame edildiği eskiden daha kullanışlı ve daha muteber olmasından geçer. Eski ve yeni olmanın tek başına bir anlam ifade etmediği anlaşılmış olmalıdır. Söz konusu bu durum ancak zamanla, yaşla, tarihle alakalıdır. Bunlarsa bazen ele aldığımız bir şey için avantaj da olur, dezavantaj da. Misal olarak insanın dünyaya gelişi yenilik anlamında bebeklik olarak isimlendirilir ve bu durum bilgisizliği ve beceriksizliği anlatır. Ama bir eşyanın yeniliği söz konusu olduğunda; solmamışlık, yıpranmamışlık ve temizlik akla gelir. Dilimizdeki "eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı" sözü eşya ya da en genelde madde düzleminde düşünülmelidir. Soyut alanla, misal olarak düşünce alanıyla ilgili olaraksa "eski"; tarihsel birikimi, tecrübeyi ihtiva edebileceği gibi, geçersizliği, anlamsızlığı, yanlışı da içerebilir. "Eski köye yeni adet" deyiminde ise; yenilik nevzuhur, dayanaksız, gereksiz ve altyapısız, salt taklide dayalı hevesleri akla getirir. Yenilik ve eskilik biri müspet olanın, diğeri menfi olanın karşılıkları değildir. Yeniliğe tümüyle olumlu anlamlar yüklenmesi ancak modern zamanların aymazlığı ile mümkün olabilmiştir.
Bu arada değinmek gerekir ki eskimek, ömürlü, süreli olan içindir. Yaratıcı için söz konusu olamayışı O'nun yarattıkları gibi bir ecele, ömre tabi olmayışındandır. Yaratıcı'nın Kur'an'ı korumayı va'detmesi ise Kitab'ın eskimez oluşuna işarettir. Dolayısıyla ilahi kelamı ve hitabı tarihsel, yani süreli görmek onu anlamamaktır. Oysa tarihsel olmayan Kitab'ın yaşanması yolunda ortaya konan/çıkan ictihadlar, yani insan elinin değdiği çabalar, yorumlar tarihsel olabilir. Bunun ayrımını yapamayanlar sapla samanı karıştıranlardır.
Günümüzde bazı müslümanların söyledikleri ile yine İslami camiada yapılıp edilen ya da sürdürülen kimi uygulamalara karşı gösterilen tepkileri somut örnekler olması açısından, yenilik-eskilik tartışmaları bağlamında, ele alabiliriz. Misal olarak: Çalışma gruplarında, toplantılarda dile getirilen kimi şikayetler ve yenilik arayışları, birçok kez haklı ve doğru olabilirken, bunların sadece şikayet eksenli, eleştiri merkezli olmaları, haklıların haklılıklarını örten bir zaafa dönüşebilmektedir. Mevcudu eleştirmek kadar, daha iyisini/yenisini ortaya koymak çabası da gereklidir. Hatta denilebilir ki, böyle bir gayret, yani daha iyisini ortaya koyma cehdi ortada yoksa, mevcudun eski olarak nitelendirilmesi ve reddedilmesi yıkımdan ve boşluk oluşturmaktan başka bir işe yaramaz. Açılan boşluğun başka şeylerce ve kimselerce doldurulması durumu ise, "yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya" ya da "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma"ya benzetilebilir.
Bir başka misal olarak yıllardır, müslümanların organize ettiği düğünlere ilişkin olarak dile getirilen "düğün mü, cenaze töreni mi belli değil" şikayetlerini ele alalım. Bu itirazın, eleştirinin haksız olduğunu söyleyebilir miyiz? Hiç değilse kısmen haklı bulmaz mıyız böyle söyleyenleri? Peki bu eleştirmenlerin mevcut karşısında yani eskidiğini iddia ettikleri olgu karşısında bir çabaları, arayışları olmuş mudur? Ya da olanların çabalarının mahiyeti "içkisiz düğün" sıradanlığını ve statüsünü aşmanın ötesine geçebilmiş midir, ne dersiniz?
Çoğalmak, kitleselleşmek, marjinallikten kurtulmak gibi her aklı selimin arzu edeceği yönelimlere yeni arayışlar adına kucak açanlara bir bakalım. Bunların eskiye dönük söylemlerine kulak verelim. Sanırsınız ki çoğalmayı, yaygınlaşmayı arzu edenler birtek kendileri... Ne adına hareket ediyorlar bu insanlar? Yeni değerler adına. Neden kaçıyorlar? Eskiden, maziden... Ya ne ödüyorlar? Neyi verip neyi alıyorlar? İlkelerini hatta ahlaklarını takasa konu ediyorlar dersek haksızlık olur mu? Kitleselleşmek karşısında ölçüsüzleşenler ne yazık ki bizi haksız çıkaramıyorlar. Halkı keşfedenler, buna karşı Hakk'ı kaybetmeyi tercih edebiliyorlar. Ticaretlerinin muhasebesini yapacak "sessizlik ortamı"na ise "kalabalıkların uğultusu" izin vermiyor. Marjinallikten (!) kurtulmanın sevincini yaşayanlar, "azınlık psikolojisi"ni ve bu psikolojinin sağladığı "gerilim"i geride bırakırken hızla, ikinci eşlere, tatil kültürüne, lüks tüketim alışkanlıklarına, hasılı "birinci sınıf vatandaş" olmaya doğru yelken açıyorlar. Bu nevzuhur yenilik tutkunları eski günlerini ve arkadaşlarını ise "sal" üzerinde tahayyül ediyorlar. el-Hakk haklılar da. Başkasının gemisinde olmaktansa kendi "sal"ında yolculuk etmek yeğdir.