12 Eylül askeri darbesi; toplumu, hukuku, siyaseti ve medyayı, Kemalist ideolojiyi referans alarak yeniden tasarlama projesiydi. O günden bugüne kendisini egemen ideolojinin garantörü kabul eden askeri bürokrasi; mevcut iktidar anlayışına muhalefet etme potansiyeli barındıran siyasi oluşumları Kemalizm potasında eriterek, iktidarını ve etki alanını muhafaza etme kabiliyetini halen koruyabiliyorsa, üstelik bunu, yerel ve küresel ölçekte siyaset sahnesinin yeniden düzenlendiği, ekonomik gücün el değiştirdiği ve toplumsal dengelerin farklı ağırlık noktalarına kaydığı bir süreçte gerçekleştirebiliyorsa, içinde bulunduğumuz süreci daha iyi tahlil etmemiz gerekir.
Son birkaç yıldır iktidarın mevcut seçkinleri ile yeni taliplileri arasındaki uzlaşı arayışında, Kemalizm ve geleneksel dindarlık anlayışı arasında gel-git bir durumun yaşandığına tanık oluyoruz. Gelinen noktada askeri bürokrasi; Kemalist ideolojideki ısrarcı tutumunu sürdüreceğini net ve sert ifadelerle ortaya koyarak, uzlaşının hangi zeminde oluşabileceği konusunda inisiyatifi yeniden ele aldı ve sonuç olarak geniş bir desteğe sahip olmasına rağmen sahici bir siyaset üretemeyen ve kendisini egemen ideolojinin etki alanı dışına taşımayı bir türlü sağlayamayan AK Parti’yi, temsil ettiği anlayışı Kemalizm’i referans alarak yeniden tanımlama noktasına getirdi. Bir bakıma, askeri bürokrasi; üstü kapalı ifadelerle, içeriye ve dışarıya “Memlekete ılımlı İslam gelecekse, onu da biz getiririz!” mesajı vererek, bunun ancak Kemalizm’in müsaade edebileceği bir din/dindarlık anlayışı içinde kalabileceğini söylemiş oldu.
Bu durum, askeri bürokrasinin 12 Eylül sonrası Türkiye’deki toplumsal, ekonomik ve siyasal dinamiklerin hangi yönde geliştiğini yakından takip ederek, yeni konjonktürde egemenliğini ancak farklı bir stratejiyle koruyabileceğini öngörmesinin bir neticesi gibiydi. 28 Şubat sürecinde fiili bir darbeyle yönetimi ele geçirme yerine, devlet aygıtlarına ve kamuoyu araçlarına hükmederek sistem içinde “balans ayarı” gerçekleştirilmesi yine böyle bir stratejinin gereğiydi. Dolayısıyla Orgeneral İlker Başbuğ’un, hem 28 Şubat sürecinin hem de 27 Nisan’daki askeri muhtıranın, TSK adına arkasında durduğunu beyan etmesi ve iktidarın yeni seçkinlerine “Biz yerimizi koruyoruz, kendinizi buna göre yeniden ayarlayın!” mesajı göndermesi de yine bu bağlamda değerlendirilmeye müsaittir.
Genelkurmay’ın son dönemdeki yaklaşımı, Türkiye’deki egemenlik anlayışında varılan noktayı da ortaya koyuyor. Artık klasik darbecilik anlayışının getirdiği bilfiil müdahaleler yerine daha sofistike ve profesyonel yöntemler tercih ediliyor ki Ergenekon’un tasfiyesi de bunun bir işareti olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde, önemi giderek artan PR (halkla ilişkiler) faaliyetleri, Org. Başbuğ’un sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle yaptığı toplantılar, Van ziyaretinden kamuoyuna yansıyan pozlar ve akreditasyondaki kısmi gevşeklik; Kemalist egemenliği korumada PR dönemine girildiğinin diğer işaretçileri sayılabilir.
Önümüzdeki dönemde, mevcut iktidar sahipleriyle yeni iktidar seçkinleri arasındaki uzlaşının zemini, görünen o ki Kemalizm olacaktır. Bu sebeple kapatma davası ve yolsuzluk dosyalarıyla yıpratılan AK Parti’nin, “ulusalcı-laik-üniter” sisteme ve egemen ideolojisine bağlılığını artık daha sık telaffuz ederek, tabanının düşünce evrenini; sisteme iyice adapte olmuş ve ‘Kemalist İslam’ diyerek de tanımlanabilecek bir anlayışa uygun şekilde yeniden üretme arayışı içine girmesi muhtemeldir. Böylece askeri bürokrasi, egemenliğini 12 Eylül’deki gibi şiddet yöntemi yerine, AK Parti’yi toplumu razı etmenin bir aracına dönüştürerek, Kemalizm’i; herkesin ortak değeri olarak daha kolay meşrulaştırabilecektir. Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Meclis Başkanı’nın son hamlelerinin, genel itibariyle bu yeni uzlaşı kültürünün oluşup kök salabilmesi amacına matuf olduğu daha iyi görülebilir. Fakat mezkur amaca ne ölçüde ulaşılabileceğini de yine zaman gösterecek.