28 Mayıs akşamı yeniden cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ın halka teşekkür konuşmasında Türkiye’de her seçim sonrası duymaya alıştığımız “Türkiye kazandı, herkes kazandı, kimse kaybetmedi.” cümlesini bir kez daha işittik. Bu mealdeki cümleler aslında seçim öncesinde de seçmeni kendi kapsayıcılıklarına ikna etmek; kendilerinin sadece belli bir kesimin değil, tüm halkın temsilcisi, sözcüsü, hamisi oldukları mesajını vermek için hemen her siyasi liderin sıkça başvurduğu kalıplardır.
Somut manada bir işe yarayıp yaramadığı bilinmemekle beraber bu cümleler alışılagelen bir politik söylem olarak tekrarlanıyor. Nitekim seçim sürecinde de gerek Erdoğan gerekse rakibi Kılıçdaroğlu “Biz kazanırsak kimse kaybetmeyecek, 85 milyon kazanacak!” kalıp cümlesini çokça tekrarlamışlardı. Kulağa hoş gelse de siyasi retorik olmanın ötesine geçmeyen bu cümle Türkiye siyasetinin alabildiğine kutuplaşmış yapısı göz önüne alındığında aslında hiçbir anlam ifade etmiyor. Aynen seçim öncesi çokça duyduğumuz “Seçime gidiyoruz, savaşa gitmiyoruz!” ifadesi gibi.
Açık, Kapsamlı Bir Savaş
Oysa toplumsal yapının derin fay kırıkları barındırdığı, ayrışma ve çatışma olgusunun derin köklere uzandığı Türkiye’de seçimlerin bir tür savaş olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Savaş denilince illa da ateşli silahlarla yapılan bir mücadeleden söz etmemiz gerekmiyor elbette. Savaş dediğimiz karşılaşma da elbette tek boyutlu olmayıp çeşitlilik arz eder ama sonuçta sert, yıpratıcı ve ölümcül bir mücadele içerir; aynen şahit olduğumuz seçimler gibi.
14 Mayıs arifesinde rakiplerin son hamlelerini hatırlayalım. Biri Ayasofya’da namazla biten, diğeri Anıtkabir’de tazimle kapanan iki seçim kampanyası savaşıldığının göstergesi değil midir? Hesap sorulacağı tehditleri, tehlike altındaki vatanı kurtarma söylemleri, ekonomik iflas ve karanlık tünelden son çıkış ikazları, kadınların hayatının karartılması tehlikesine karşı harekete geçme çağrısı vs. Diğer taraftan teröre destek suçlaması, aile yapısını tehdit eden sapkın akımlara destek iddiası vs. Tüm bu tablo açık, kapsamlı bir savaş tablosu değil midir?
Yeni değil, İslami kimlik ve hassasiyet sahibi kesimlerle Kemalist sistem ve onu sürdürme çabasındaki kesimler arasında kendi zaviyemizden baktığımızda tam yüz yıldır devam eden bir savaş görüyoruz. Ve en temelde hayat tarzı farklılaşması olarak karşımıza çıkan bu savaş değişik formlarda ama aynı temeller üzerinde devam edip geliyor.
Hedef Tahtasına Oturtulan Muhacirler
Bu savaşta 2023 seçimleriyle yeni bir cephenin açıldığına şahit olduk. İslami kimliğimize düşmanlıkları tescilli çevreler, bir müddettir bize, kimliğimize, hayat tarzımıza yönelik olarak törpülemek/saklamak zorunda kaldıkları düşmanlıklarını bu kez daha zayıf, daha korumasız, sahipsiz olarak gördükleri muhacirlere yönelttiler. Bunu hiçbir insani, ahlaki, hukuki kural tanımadan, ölçüsüzce, ahlaksızca ve alabildiğine vahşice yaptılar.
Muhalefet cephesi ‘yabancı’ diye tavsif ettiği sığınmacıları, göçmenleri yani kendi literatürümüzde muhacir olarak tanımladığımız kardeşlerimizi hedef tahtasına oturttu. Erdoğan iktidarının yumuşak karnı olarak gördükleri bu konuyu seçimlerin bir numaralı gündemi haline getiren bu vicdansız tutum ülkede yaşanan her türlü olumsuzluğun, kötülüğün, yanlışlığın faturasını bu insanlara keserek ülke çapında inanılmaz bir nefret iklimi oluşturdu.
Bu tutum cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasıyla daha da azgınlaştı, adeta çılgınlık seviyesine tırmandı. Daha önce yumuşak bir üslupla “3,5 milyon Suriyeli kardeşimizin iki yıl içinde vatanlarına” gönderilmesinden söz eden Kemal Kılıçdaroğlu, sevecen dede maskesini çıkarmış, fabrika ayarlarına dönmüştü. Mutfaktan çıkan Kılıçdaroğlu parti merkezine taşınmış, arkasına aldığı Atatürk posteri önünde bağıra çağıra ülkenin 10 milyon mülteciyle işgal edildiğini, bir 10 milyonun daha kapıda olduğunu haykırıyor, en geç bir yıl içinde hepsinin ülkelerine postalanacağının sözünü veriyordu. Bu saldırgan süreç Ümit Özdağ ile taçlandırıldı. Ekranları, duvarları, billboardları kaplayan “Suriyeliler Gi-de-cek” sloganlarıyla insanlık adına utancın zirvesine çıkıldı.
Günah ve Düşmanlıkta Yardımlaşmak!
Tam burada CHP’nin muhafazakâr ortaklarının tavrına kısaca değinmekte fayda var. Hiç kuşkusuz utanç dağının zirve noktasında bu partiler ve liderleri yer aldı. İlk turda ortak oldukları sefil projenin çöktüğünün anlaşılmasına rağmen, yanlıştan dönme fırsatını değerlendirmediler. Daha ayıbı ve korkuncu ise Ümit Özdağ’ın takıma dâhil edildikten sonra da itiraz etmeden oyunu sürdürmeleriydi. Kılıçdaroğlu’yla içişleri bakanlığı pazarlığı yaptığı anlaşılan Ümit Özdağ’ın imzalattığı protokolü görmezden gelip “Bizi bağlayan kendi protokolümüzdür, altına 6 lider olarak imza attığımız 2.500 sayfalık metindir.” saçmalığını tekrarladılar. Peşine takıldıkları liderin Ümit Özdağ’la beraber attığı imzanın politik zorunluluktan kaynaklandığı ve bağlayıcı olmadığını ima ederken aslında altında kendi imzaları bulunan binlerce sayfalık metnin de hiçbir bağlayıcılık taşımayan bir kâğıt tomarı olduğunu itiraf ediyorlardı.
Gerçekten de sormak gerekiyor. Sokaklara taşan o azgın ırkçı sloganlara, o ırkçı nefret söylemine şahit olduğunuz halde hâlâ Kılıçdaroğlu’na oy isterken, bu ülkeye sığınmış mazlumların içlerinde büyüyen korkuyu, telaşı, üzüntüyü hiç düşünmediniz mi? Nasıl bu kadar vicdansız olabildiniz? Erdoğan nefreti ve makam hırsı sizi bu kadar mı acımasız ve gaddar kıldı?
Muhacirler konusu ne acıdır ki gerçekten de iktidarın yumuşak karnıydı. İktidar tabanında da yönetim kadrolarında da muhacirleri sahiplenme, muhacirler üzerinden yükseltilen karalama kampanyasına karşı çıkma çabası çok düşük düzeydeydi. Şüphesiz Kemalist muhalefet cephesinde olduğu gibi muhacirlere yönelik bir düşmanlık havası bulunmamakla beraber iktidar cephesinde muhacirleri yük olarak görme, en azından siyasi maliyeti yüksek bir olgu şeklinde algılama eğilimi yaygındı. İslami hassasiyeti belirgin çevreler haricinde genel manada iktidarı destekleyen kesimler arasında kardeşlik söylemi, sahiplenme çabası zayıftı.
Erdoğan Farkı ve Ensar Olma Söylemi
Tüm bu gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üstelik tam da seçimin en kritik aşamasında yaptığı ensar vurgusu çok önemliydi, değerliydi. Kemalist muhalefetin, seçimi ‘sığınmacılar referandumu’na dönüştürme gayretine rağmen Erdoğan’ın bu tavrının kendisi için bir şeref tablosu olarak tarihe geçeceğine inanıyor; bu tavrın anlamını ancak muhacirlerin yaşadıklarına, hissettiklerine bigâne kalmayanların doğru biçimde kavrayabileceklerini düşünüyoruz.
Hiç şüphesiz önümüzdeki süreçte de muhacirler meselesi Türkiye gündeminde hep yer tutacak. İktidarın zayıf karnı olarak görülen bu konuya Kemalist’i, solcusu, Türkçüsü, Kürtçüsü her cenahtan muhalif yüklenmeye devam edecek. Kesinlikle biliyoruz, vazgeçmeyecekler, daha fazla saldıracaklar. Yapılacak şey belli: Bizler de bu duruma binaen daha fazla savunacak, sahip çıkacağız. Bu noktada iktidarın da müşkül durumdaki bu kardeşlerimizin durumlarını iyileştirmek için daha nitelikli, daha cesur adımlar atması gerekiyor.
Öncelikle durumu idare etmeye yönelik “zaten gidecekler” söyleminin gerçekçi olmadığının tedricî biçimde de olsa halka anlatılması lazım. Vahşi bir diktatörlük düzeninin devam ettiği ve büyük ölçüde yıkıma uğramış Suriye’de bu insanların artık gidebilecekleri bir yerlerinin olmadığı kabul edilmeli. Birileri anlamazlıktan gelse de bu kadar uzun süreli bir misafirlikten sonra kitlelerin göçüp yerleştikleri bir beldeden tekrar eski beldelerine dönme ihtimallerinin çok istisnai bir durum olduğu sosyolojik bir gerçektir. Üstelik de Türkiye ekonomisinin sürekli karalanan, asalak gibi sunulan bu göçmen nüfusa ihtiyacının olduğu, bu insanların gitmesi durumunda pek çok alanda çok ciddi istihdam sorunuyla karşılaşılacağı ekonomiyle, iş dünyasıyla ilgili herkesin bariz bir şekilde kabul ettiği bir durumdur.
Gündelik Yaklaşımlar Terk Edilip Entegrasyon Politikasına Ağırlık Verilmeli
Suriyelilerin 10 yılı aşan geliş süreçleri dikkate alındığında göçmen politikasına ilişkin olarak iktidarın en büyük eksiklerinden biri vatandaşlığa kabul prosedürünün çok ağır işletilmesi olmuştur. Bu insanların daimi bir yasal statüye, Türkiye’nin de bu insanlara ihtiyacı varken neden daha esnek bir vatandaşlık sürecinin bir türlü yürürlüğe konulmadığını anlamak zor. Eğer bu konuda atılması gereken adımlar muhalefet cephesinden gelebilecek itirazlar yüzünden geciktiriliyorsa bunun hiçbir anlam taşımadığı ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Nitekim iktidar onca çabasına rağmen gerek ülkedeki yabancı nüfus sayısında gerek vatandaşlık verilenlerin toplam miktarı hususunda yıllardır devam eden spekülatif söylemleri, dedikodudan öteye gitmeyen tartışmaları bitirebilmiş değildir. Seçim sürecinde ve sonrasında yalan olduğu sayısız kere ispatlanmasına rağmen yabancı kökenli seçmen sayılarına dair ortaya atılan uçuk rakamlara ilişkin olarak hiçbir tavır değişikliği olmamış, malum çevreler ürettikleri yalanları tekrarlamayı sürdürmüşlerdir.
Hatta öyle ki seçim hezimetini dahi yabancı kökenli seçmenlerle izah etme eğilimi kendilerini aydın, yazar, sanatçı, siyasetçi diye lanse eden pek çoklarının en fazla tutundukları hurafe olarak öne çıkmıştır. Öyleyse bu çekingenlik, bu ağırdan alma niye? Bu insanların hayatlarını daha güvenli kılacak bir düzenleme yapmaktan sizi alıkoyan ne?
Ne yazık ki muhacirlerle ilgili sorunlar yumağı her geçen gün büyümektedir. Tehciri bir seçim vaadi olarak öne çıkaran muhalefetin azgın tutumu karşısında iktidarın yaklaşımı elbette insanidir, hukukidir. Ama bu kıyaslamayı bir kenara bıraktığımızda başta Suriyeliler olmak üzere bu ülkeye sığınmış kardeşlerimizin hayatlarının pek çok açıdan ciddi sıkıntılarla örülü olduğunu da görmek gerekiyor.
Hâlâ bir şehirden başka şehre gitmek için yol izin belgesine ihtiyaç duyulması, hâlâ evlilik işlemlerini tamamlayabilmek için mücrim rejimin temsilciliklerinden onay almak zorunda bırakılmaları, en küçük bir adli vakada olağan yasal sürecin işletilmesi yerine yargı kararı beklenmeksizin geri gönderme merkezine yollanma ve oradan da deport edilme işlemlerinin yaygınlığı hakkaniyetten uzak, kabul edilemez uygulamalardır. Bu insanlar bizim kardeşlerimizdir, artık onları ‘yabancı’ olarak görmekten vazgeçmeli ve yıllardır çoluk çocuklarıyla yaşadıkları bu ülkede kalıcı oldukları kabul edilerek hayatlarını kolaylaştıracak adımlar atılmalıdır.
Irkçılıkla Her Alanda Mücadele Şarttır!
Muhacirler konusunda acilen alınması gereken tedbirlerden biri de ırkçı propagandanın, insanları aşağılamanın, nefret kusmanın suç olduğunun netleştirilerek acilen buna göre düzenlemelerin yapılmasıdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu tür eylemler adeta cezasızlık algısına sahiptir. Bilhassa sosyal medya muhacirler, mülteciler aleyhine akıl almaz bir kötülük odağına dönüşmüştür. Burada her türlü yalan, iftira, tahrik adeta normalleşmiş, sıradanlaşmıştır. Muhacirleri karalamanın, iftiraya maruz bırakmanın, kitleleri bu korumasız insanlara karşı düşmanlığa tahrik etmenin neredeyse hiçbir yasal bedeli yoktur. Oysa bu sayılanlar kime yapılırsa yapılsın suçtur, cezalandırılmalıdır.
14 Mayıs seçimlerinden sonra depremzedelere yönelik hakaret dalgasını hatırlayalım. Pek çok kentte savcılıkların talimatıyla emniyet güçleri harekete geçip bu tür densizlikleri, çirkinlikleri işleyenleri toplayıp yargı önüne çıkarttı. Olması gereken buydu, yapılan alçaklığın hesabı sorulmalıydı. İyi ama neden sosyal medya üzerinden muhacirlere edilen hakaretlere, tahrik çabalarına ilişkin aynı duyarlılığı göremiyoruz? Hakarete maruz kalanın illa da vatandaş mı olması gerekiyor, insan olması yetmiyor mu?
Özetle, azılı bir düşmanlığın hedefindeki muhacir kardeşlerimize yönelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sahiplenici tutumu ve ensar olma vurgusu gerçekten her türlü takdirin üzerindedir. Ama bununla yetinmemek ve ensar olma sorumluluğunun hangi alanda ne tür adımlar atmayı gerektirdiği üzerinde de durmak elzemdir. Bunca riske karşın ortaya konan bu değerli tutum hayatın değişik alanlarında ciddi zorluklar yaşayan kardeşlerimizin sıkıntılarını giderme çabasıyla geliştirilmeli, taçlandırılmalıdır.
Milliyetçilik Bütünleştirmez, Ayrıştırır!
Seçimlerle birlikte netleşen manzara sadece muhacirlerle ilgili değil, iktidarın acilen gündemine alması gereken gayet yakıcı sorunlarla yüz yüze olunduğunu ortaya koymuştur. Kemalist CHP zihniyeti ve kadrolarının işbaşına gelme ihtimalinin kuvvet kazanması üzerine İslami camiada yaşanan seferberlik havası Erdoğan iktidarını şimdilik ayakta tutmaya yetse de sıkıntıların her alanda büyüdüğü, derinleştiği gerçeği daha bir belirginlik kazanmıştır. Bu bağlamda atılması zorunlu hale gelen kimi adımların yeni dönemde artık daha fazla geciktirilmemesi, geçiştirilmemesi gerektiği açıktır. İktidarın bu yönde bir çabası olup olmayacağını bilemeyiz ama İslami kimlik ve hassasiyet sahibi çevrelerin bu konularda ısrarlı olması elzemdir.
İktidarın bilhassa 15 Temmuz süreciyle birlikte ivme kazandırdığı yerlilik-millilik söylemi İslami hassasiyet sahibi kesimleri de kuşatacak şekilde ülke çapında kesif bir milliyetçi atmosfer doğurmuştur. Bu atmosfer İslami sembol ve değerleri dışlamamakla beraber, gölgede bırakmış; net bir İslami perspektifle uzlaştırılması mümkün olmayacak şekilde vatan, millet, devlet kutsamasını beraberinde getirmiştir. MHP ile ittifakın da katkısıyla iktidarın her icraatına yansıyan bu milliyetçi atmosferin Erdoğan iktidarına birtakım avantajlar sağlarken tabanda bir kimlik dönüşümüne yol açtığı görmezden gelinemez.
Millet tanımının değişimi ve kutsama boyutlarına varan devlet yüceltmesi bir yandan saf, net İslami kimlikten, ümmet perspektifinden uzaklaşmayı beslerken, aynı zamanda Mustafa Kemal imajının da içselleştirilmesini beraberinde getirmektedir. ‘Milli Mücadele’, ‘Kurtuluş Savaşı’, ‘Cumhuriyetimizin Kurucu Lideri’ vb. kavramlar üzerinden sürdürülen bu içselleştirme ameliyesinin ülkenin ve milletin ortak değerleri söylemiyle daha da ilerilere taşındığı görülmektedir. Bu tutum tam tekmil bir cahiliye söylemidir. Karşı konulmadığında, gelecek nesillerin tuğyan olgusunun kabul gördüğü, itirazsız benimsendiği tehlikeli bir ortamın içine düşmesi kaçınılmaz olacaktır.
Seçim sonuçları Türk milliyetçiliğinin yükselişine paralel olarak, Kürt milliyetçiliğinin de yerleşik hale geldiğini ortaya koymuştur. Her ne kadar abartılı beklentilerinin altında ezilmiş ve bir miktar oy kaybı yaşamış olsalar da HDP çizgisinin Kürt coğrafyasında seçmen kitlesini büyük ölçüde kontrol altında tuttuğu görülmüştür. Alevi kimliğini ilan eden Kemalist bir isme Kürt illerinde verilen yüksek oy Kürt milliyetçiliğinin örgütlü yapısının toplumu ifsad yönünde ne kadar güçlü olduğunu ispatlamıştır.
Tam bu noktada Kürt halkına nasıl ulaşılacağı, HDP (ve PKK) tahakkümünün nasıl kırılacağı üzerinde kafa yormak gerekir. İslam kardeşliği ve ümmet bağı yerine Türklük ve milliyetçilik söylemi öne çıktıkça bunun mümkün olamayacağı, sürecin aleyhimize işlediği, gelecek nesilleri kaybetme riskinin ortaya çıktığı görülmeli ve eğer bu sorun gerçekten ciddiye alınıyorsa mutlaka kuşatıcı bir dil geliştirilmelidir. İşin özeti, milliyetçiliğin bütünleştirmeyip ayrıştırdığı gerçeği görmezden gelinmemelidir.
Siyasal Yozlaşma Toplumsal Çürümeye Yol Açıyor!
Türkiye toplumu, bilhassa genç nesilleri itibariyle modern hayat tarzının beslediği bir ahlak krizi ile yüz yüzedir. Bireyselleşmenin artışıyla konfor arayışı ve bencillik öne çıkmakta; ahlaki, insani, İslami değerlere ilişkin bir umursamazlık yaygınlaşmaktadır. Eğitim düzeyi yükseldikçe toplumun tüketim alışkanlıklarından hayata bakışına kadar pek çok alanda ciddi bir umursamazlık eğilimi belirginlik kazanmakta, manevi boşluk ve değersizleşme olgusu derinleşmektedir.
Adil bir hukuk düzeninin eksikliği Erdoğan iktidarının en çok yara aldığı konuların başında gelmektedir. Ne yazık ki iktidar kadroları her alanda kayırmacılık, yetki suiistimali ve yolsuzluk ithamları altında ezilmektedirler. Bu yöndeki iddiaların ne kadarının haklı ve doğru olduğuna yönelik somut veriler ortaya koymak mümkün değil elbette ama pek çok alanda çıplak gözle dahi şahit olunan yolsuzluk olgusu bu sorunla acilen yüzleşmek gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ne yazık ki torpil, yolsuzluk, usulsüzlük iddia ve ithamlarının yaygınlığı sadece Erdoğan iktidarının yıpranmasına sebebiyet vermemekte; Erdoğan ve AK Parti kadroları üzerinden toplumda İslami kimlik sahibi herkesi ve her çevreyi kuşatan bir kirlilik, güvenilmezlik, şaibe algısına da yol açmaktadır. Şüphesiz bu iddia ve ithamların sahiplerinin pek çoğu adalet kaygısından ziyade politik rekabet hissiyle davranmakta ve çoğu kez somut veri ve belgelerden değil, dedikodulardan hareket etmektedirler. Ayrıca bu ithamları en çok dillendiren Kemalist çevrelerin işbaşında oldukları neredeyse her alanda ne büyük ihlallere, çirkinliklere, hırsızlıklara imza attıkları da iyi bilinmektedir. Zaten bu çevrelerin propaganda ve karalama hususlarında uzmanlıkları malumdur.
Mamafih her durumda iktidar kadrolarına yöneltilen suçlamaların ciddiye alınması, yanlış yapma eğilimi gösterenlerin ayıklanması, kamuoyuna şeffaf bir görüntü verilmesi elzemdir. Hiç kuşkusuz parayla, makamla imtihan olgusu bazılarına ağır gelmiş ve hududullahı göz ardı etmeye sürüklemiştir. İnsanların hakkını gasp etme anlamına gelen bu tür eylemlerin faillerinden işledikleri kötülüklerin hesabı sorulmazsa o kötülük sadece iktidar sahiplerini değil, herkesi kuşatır. Bu konuda İslami camia da daha aktif bir tutum içerisine girmeli ve yanlışların üzerine giderek iktidarı kendi içinde hesap sormaya ve halka hesap vermeye icbar etmelidir.
Herkes İçin Adalet
Erdoğan iktidarının gerçekleştirdiği sayısız olumlu icraatın üzerine hukuk düzeninde sergilenen zaaflı, çelişkili tutumun gölgesi düşmektedir. Hukuk düzenindeki aksaklıklar ve adaletsizlik olgusunun en net, en somut biçimde karşımıza çıktığı alan ise FETÖ yargılamaları olmuştur. Ne yazık ki 15 Temmuz travmasının etkisiyle içine girilen karanlık tünelden bir türlü çıkılamamış, kurunun yanında yaşın da yandığı ortamın önüne geçilememiştir. Sürecin başında bizzat Erdoğan’ın dillendirmesiyle dikkat çekilen taban ve tavan ayrımının pratiğe taşınmaması nedeniyle sayısız masum, mücrimlerle birlikte mağdur edilmiş, adeta tabanda canına okunmayan kimse kalmamıştır.
Seçim sürecinde Fethullahçı kadroların ne kadar aktif, militan bir biçimde Erdoğan düşmanlığıyla hareket ettiklerine ve muhalefetin seçim kampanyasının tam göbeğinde yer aldıklarına hep birlikte şahitlik ettik. Bu kadroların, karakterlerine ve geleneklerine uygun olarak inanılmaz bir kirlilik ürettiklerini, hiçbir manipülasyona başvurmaktan kaçınmadıklarını da gördük. Doğal olarak bu manzara iktidar çevrelerinde ve iktidarı destekleyen kesimlerde bu yapıya karşı var olan nefreti büyüttü. Dolayısıyla söz konusu yapıyla irtibatlı-iltisaklı oldukları iddiasıyla soruşturma geçiren, KHK’yla atılan, yargılanan kimselerin maruz kaldıkları haksızlıkları ve yaşadıkları mağduriyetleri dile getirmek daha da zorlaştı.
Mamafih tam da bu noktada geriye dönüp bir muhasebe yapmanın, adaletten uzaklaşıldığı iddiaları karşısında düşünmenin önemli olduğunu vurgulamak isteriz. Allah Teâlâ “Kin beslediklerinize dahi adaletsizlik yapmayın.” buyuruyor; duygularımızla değil, hakkaniyet ölçüleriyle davranmayı emrediyor.
FETÖ Yargılamalarında Adalet Değil, İntikam Duygusu Esas Alınmıştır!
Mağdurlar ordusu meydana getiren bu toptan cezalandırma mantığı maalesef söz konusu yapının çözülmesi noktasında hiçbir fayda sağlamamış, kendi içinde ayrışmayı değil bütünleşmeyi teşvik etmiştir. Sonuç olarak toplumsal yapıda derin bir huzursuzluk kaynağı teşkil eden bu tutum kitlesel düzeyde kin ve intikam duygularını pekiştirmiştir. Bu tutum öyle bir iklim meydana getirmiştir ki bu yapıyla irtibatını, ilişkisini kesmeyi düşünenlere, düşünebilecek olanlara dahi adeta bu fırsat verilmemiştir.
Fethullahçı yapıyla, bu hain örgütle mücadele etmek gerektiği açıktır ama bu kirli şebekeyle mücadele uzak geçmişe gidip bu yapıyla bir biçimde irtibat kurmuş herkesi cezalandırmak demek değildir. Öfkemiz, kızgınlığımız bizi adaletsizliğe sürüklememelidir. Dün bizzat iktidar tarafından desteklendiği, teşvik edildiği süreçte bu yapıyla ilişki kurduğu için yıllar sonra insanlardan hesap sorulması adil değildir, hukukla bağdaşmaz.
15 Temmuz ihanetinin öfkesiyle davranan iktidarın malum yapıya karşı kökünü kurutma, süpürme eğilimi örgütle mücadelenin çok ötesine geçmiş, geniş bir toplumsal kümenin hedef haline gelmesine yol açmıştır. Oysa örgütü hedef almak ile sosyolojik vakıayı hedef almak ayrı şeylerdir. Birincisi güvenlik sağlarken, ikincisi toplumsal barışı zehirler. Bu oluşumun illegal bir örgüt olarak tanımlanmayıp henüz ‘cemaat’ olarak algılandığı, üstelik de devletten himaye gördüğü bir vasatta bu yapıyla şu veya bu düzeyde irtibat kurduğu için insanları suçlamak, işlerinden uzaklaştırmak, yasadışı örgüte üyelikten mahkûm etmek açık bir hukuksuzluk, ayrıca vicdansızlıktır.
Doğruya Doğru, Yanlışa Yanlış!
İslami camia, dernekleriyle, vakıflarıyla, cemaatleriyle, ağabeyleri ve ablalarıyla bu haksızlığa karşı sesini yükseltmelidir. Bize düşen şey iktidarın neden bu kadar haşin davrandığının izahını yapmak ya da öfkesinin dinmesini beklemek değil, hiç kimseye haksızlık yapılmamasını talep etmektir. Unutmayalım ki Müslümanlar olarak bizler düşmanlarımız için dahi adalet talep etmekle, adaletle davranmakla emrolunmuş insanlarız. Adil olma vasfımız, adalet talebimiz konjonktüre ya da muhataba göre değişmez; adalet konusunda ikircikli davranmak mümin olma iddiamızla bağdaşmaz.
14 Mayıs’ta ilk, 28 Mayıs’ta ikinci turu yapılan seçimlerde Tayyip Erdoğan’ın elde ettiği başarı sadece yaşadığımız ülkenin dindar insanları nezdinde değil, tüm ümmet coğrafyasında büyük bir rahatlamaya ve sevinç dalgasına yol açmıştır. Bu hal İslami harekete düşmanlıkları tescilli çevrelerin ifade ettiği tehlike karşısında Müslümanların uyanıklığının, hassasiyetinin bir yansımasıdır. Bu uyanıklık ve hassasiyet bizleri doğru icraatlar yönünde iktidarı desteklemeye ve teşvik etmeye, yanlışlar karşısında ise uyarmaya ve itirazımızı yükseltmeye sevk etmelidir.