Peygamberle başlayan “İslami mücadele”, bugüne kadar kâh olumlu kâh olumsuz birçok süreçlerden geçmiştir. Bazen gelişen ve değişen şartlar güncelleme yapma ihtiyacı doğururken, bazen de farklı İslam yorumlarının bakış açıları, İslami mücadele anlayışlarının da farklılaşmasına yol açmıştır. Farklı yorumlar mücadele anlayışının bulanıklaşmasına da yol açtığı için her zaman hoş karşılanmaz. Ama güncelleme ihtiyacı her dönem yaşanabilecek bir durumdur ve ihtiyaç hâsıl olduğunda ihmal edilmemesi gerekir.
AK Parti’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan 28 Şubat süreci de “İslami mücadele” anlayışlarında güncelleme yapmayı gerektiren bir dönüm noktası olmuştur. Güncelleme ihtiyacı doğuran şey bu tarihin kendisi veya bu tarihin işaret ettiği olay değildir. Esas mesele takip eden dönemde İslam coğrafyasının hemen her yerinde “İslamcı” (olarak tabir edilen) iktidarların ortaya çıkmış olmasıdır. İslam’ın neredeyse tüm farklı yorumları, bu tarihten itibaren farklı coğrafyalarda iktidar tecrübesi yaşadılar. Güncelleme ihtiyacı doğuran işte bu vakıadır.
28 Şubat öncesinde İslam coğrafyası, Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekilmesiyle başlayan uzun bir esaret döneminin içindeydi. Böyle bir durumda İslami mücadele hareketleri, “küfür iktidarına son verip İslam’ın iktidarını tesis etmek” gibi büyük bir kurtuluş mücadelesi vermekteydiler. Motivasyon çok yüksek ve mücadele azmi çok güçlüydü ancak bu dönem stratejileri acil kurtuluşa odaklanmıştı. İktidar ele geçirilince ne olacağına dair ne zihni ne de pratik bir hazırlık vardı. 28 Şubat’tan sonra “İslamcı” iktidarlar ortaya çıkınca, İslami mücadele hareketleri de hedeflerine ulaşmış oldular ve boşluğa düştüler.
İktidara gelenleri beğenmeyip “kendi iktidarları gerçekleşene kadar” aynı mücadeleyi sürdürmeye çalışanlar yok değildi mutlaka. Ama çoğunluk için aynı şeyleri söylemek mümkün değildi. Hatta AK Parti’nin ilk dönemlerdeki iktidar performansı zihinleri allak bullak etmeye yetti. “Türk” İslamcılığının AK Particiliğe, “Kürt” İslamcılığının ise Kürt ulusalcılığına evrildiği hızlı bir süreç yaşandı.
Fikirlerin yeri iktidar değil, hakemlik ve denetlemedir
İslamcılığın ulusalcılığa evrilmesi farklı bir sosyolojik durumdur ve farklı bağlamda tartışılması gerekir. Ancak AK Particiliğe evrilme tamamen İslam ve iktidar konusunda zihin derinliklerinde yatan kabullerle ilgilidir. 28 Şubat öncesi mücadele anlayışlarının ortaya çıkardığı kaçınılmaz sondur.
Siyasal ve toplumsal hedefleri bulunan yapılanmalar için iktidar makamının çok çekici olduğu bilinen bir gerçektir. O makama gelince hedeflerin kolayca gerçekleştirilebileceği düşünülür, bu yüzden cazibesi alabildiğine artar. Ne var ki günümüz siyaset felsefesinde iktidar bir yıpranma makamıdır. “Çoğunluğun beğenisi”ne mazhar olmayan bir anda silinip gider. O makamda değerli olan fikir değil, icraatlardır. Dolayısıyla değerler herhangi bir iktidar ile özdeş hale geldiği zaman; onunla birlikte yükselir, yaygınlaşır ama onunla birlikte yıpranır ve gözden düşerler. Bu ise değerlere yapılacak en büyük kötülük olur.
Fikir grupları herhangi bir STK değil, İslam’ın bir yorumunun bu zaman ve coğrafyadaki temsilcisidirler. -Başka bir gündemleri yoksa eğer- varoluş gerekçeleri, temsil ettikleri değerleri örneklemek, öğretmek ve yaygınlaştırmaktır. Süregiden hayatla bağlarını ise düşünce perspektifinden sosyal yaşam için öneriler üreterek kurarlar. Böylece değerler mücadelesi ortaya çıkmış olur.
İktidar mücadelesi ise siyasi bir mücadeledir. Siyasetin kirliliği oranında kirli ve seçmenin teveccühü oranında kalıcıdır. Fikir cismani bir varlık değildir, bu yüzden fikrin iktidarı olmaz, fikri temsil etmeye çalışanların iktidarı olur. Fikir idealdir ama uygulama fikrin zamana ve mekâna temasıyla ortaya çıkar. Fikri temsil etmeye çalışanlar ne kadar gayretli ve iyi niyetli olsalar da her uygulama çabası ve her iktidar denemesi, bir yönüyle de fikrin indirgenmesi ve tahribatıdır.
Peki, ne olmalı? İktidar meydanı başkalarına mı bırakılmalı?
Elbette hayır! Herhangi bir fikir grubu kendi içerisinden iktidar çıkarabilir, bunda bir sıkıntı yoktur. Ancak onları yönetim kademelerine gönderdiği andan itibaren, onlarla özdeş, onlarla yan yana olmaktan çıkıp; bir denetçi, bir hakem konumuna geçmeleri icap eder. Böylece fikir iktidarla özdeşleşmemiş ve hakem konumunu daima sürdürmüş olur. İktidar koltuğuna oturan bireyler, içinden geldikleri değerleri temsil etmekte başarılı veya başarısız olabilirler. Başarılı olmaları halinde elde edilecek teveccühten temsil ettikleri değerlerin de faydalanması kaçınılmazdır. Ancak toplum onlardan sıkıldığında veya iyi bir uygulama pratiği ortaya çıkaramadıklarında, değerler yaşanan olumsuzluktan etkilenmezler. Ayrıca günümüz siyaset felsefesinde iktidarın yanında durmak, iktidar nimetlerinden yararlanmaya imkân verir ama iktidarın kusurlarını görmeyi engeller. Fikirlerin iktidar nimetlerine ihtiyacı yoktur. Haddizatında bu tür ilişkiler fikir gruplarını yozlaştırır.
Ontolojik olarak fikirlerin yeri iktidarın “yanı” değil, onları rahatça görebileceği “karşısı”dır. İnsan, yanını görmekte zorlanır. Oysa denetlemek, önerilerde bulunmak ve hakemlik yapmak için görmek gerekir. İktidara yönünü döndükten sonra, yani onu karşısına aldıktan sonra mesafenin uzaklığı veya yakınlığı çok önemli olmayabilir. Yakın durmak katkı yapmak için, uzak durmak ise denetlemek için daha elverişlidir. İnsanlar kendilerine yakın hissettikleriyle katkı yapmaya dönük, uzak gördükleriyle ise daha çok denetlemeye dönük ilişki kurmayı isteyebilirler. Lakin sağlıklı katkı için de sağlıklı denetim için de en uygun konum “karşı”sıdır. “Karşı”da durdukları müddetçe değerler, hem ideal olma konumlarını daima sürdürürler hem de hakem ve denetçi konumlarını asla kaybetmezler.
“Karşı” deyince müzmin muhalif bir duruşu kastediyor değiliz, elbette. Salt muhalefet, tamamlanmamış veya alternatif sözü bulunmayan fikirlerin işidir. Müzmin muhalefetin de kendince faydalı olduğu durumlar bulunsa da fikirlere yakışan ön açmadır.
Söyleyecek sözü olan, eleştiriyle başlasa bile, öneriyle tamamlar cümlesini. Yüzeysel düşünen ve yüzeysel bakan öneri üretemez ama sahip olduğu düşüncenin nasıl bir hayat tasavvuru ortaya çıkardığını bilen ve bu tasavvurun hayatın farklı alanlarında nasıl bir felsefeyle kendisini gösterebileceğini belirlemiş kimseler, öneri üretirken de denetçilik ve hakemlik yaparken de sıkıntı yaşamazlar.
Fikir, lafzını yerleştirerek değil, ruhunu vererek “gönüllerde iktidar” olur
Arap Baharı olarak tarihe geçen olayların ardından “Ulustan Ümmete” programı çerçevesinde Tunus’a bir ziyaret yapmış ve devrim sonrası sürecin önemli figürlerinden, düşünür Raşid el-Gannuşi ile konuşma imkânı bulmuştuk. O zamanlar Tunus Anayasası yazılmaya çalışılıyordu ve toplum, %30 sosyalistler, %20 Selefiler, %40 Nahda şeklinde üç ana eğilime bölünmüş durumdaydı. Sosyalistler ve Selefiler Anayasaya kendi renklerini vermek için uğraşıyorlardı ancak hiçbir toplum kesimi tek başına bunu yapabilecek durumda değildi. Gannuşi’nin anlatımına göre Selefiler, anayasanın ilk maddesinin, “Bu anayasanın referansları Kur’an ve sünnettir.” şeklinde olmasını talep ediyor ve zorluyorlardı. Gannuşi ise bu talebe şöyle cevap verdiğini söyledi: “Size anayasanın birinci maddesinin bu olacağı konusunda söz veremem ancak anayasada Kur’an ve sünnete aykırı bir şey olmayacağına dair söz verebilirim. Hatta bunu sizinle birlikte denetleyebiliriz.”
Bu ifadeler önemsenmelidir! Fikrin iktidarı demek, en üst metinlerde fikrin lafzının bulunması demek değildir. Fikrin iktidarı demek, adı hiç anılmasa da sosyal yaşamın onun ilkeleriyle çelişmeyecek hale gelmesi demektir. Böylece belki adını vermemiş olabilir ama ruhunu vermiş olur. Ruhunu veremeyip adını veren bir fikir, iktidarın kirinin ve pisliğinin örtüsü olmaktan başka bir işe yaramaz. İnsanların bütün kinini ve nefretini üzerine toplar. Oysa ruhunu vermeye çalışan bir fikir yaygınlaştırmaya çalıştığı değerleri; ideolojileri ve yorumları aşan bir üst kriter haline getirme fırsatı elde eder. Erdemlilik kaygısı taşıyan tüm insanlarla ortak bir payda yakalamış, onları da aynı hedefe kanalize etme imkânı bulmuş olur. Çatışma alanı artık bir birleşme alanı haline gelir. Ve zulmün olabildiğince ortadan kalktığı, adaletin olabildiğince yaygınlaştırıldığı, velhasıl “Allah’ın rolüne soyunan zalimlerin varlığına olabildiğince son verilmiş” ortamlarda, herkes kendi inancını yaşama imkânı elde eder.
Bu çerçeveden bakınca “erdemler mücadelesi”, lafzı değil ruhu esas aldığımız her durumda, adı konmamış bir İslami mücadeleden başka bir şey değildir aslında. İslam’ın yaygınlaştırmaya çalıştığı erdemleri bir üst kriter ve bir hakem olarak görüp, toplumsal olgu ve olayları bu kritere uygun hale getirmeye ve bu hakemin filtresinden geçirmeye çalıştığımızda, adını bile zikretmeden İslam’ın mücadelesini vermiş oluruz.
***
28 Şubat öncesi mücadele anlayışının hedefine ulaştığını, hedefler yönünden bir boşluğa düştüğümüzü, artık yeni bir mücadele teorisine ihtiyacımız olduğunu görmek zorundayız. (Rahmetli Seyyid Kutub’un kendi döneminde yaptığı gibi) Bugünün gerçekliğini kuşatan bir mücadele fıkhı oluşturamadığımız sürece Müslüman zihin, siyasetin rüzgârlarıyla sallanmaktan kurtulamayacaktır.