2011’de Tunus’ta başlayan ve Mısır’da devam eden intifadalar Yemen’de de etkisini göstermişti. 2011’in Ocak ayında binlerce kişinin katıldığı Sana’daki gösterilerle başlayan süreç, özellikle 18 Mart’ta göstericilerin üzerine ateş açılması ve 45 kişinin hayatını kaybetmesiyle bir anda Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in meşruiyetinin tüm kesimler tarafından sorgulandığı bir aşamaya ulaşmıştı. Salih’in, 2013’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmayacağını ve oğlunu da aday göstermeyeceğini deklare etmesine rağmen bu açıklama halkı yatıştırmamıştı. Olayların akabinde olağanüstü hal ilan edilen ülkede hadiseler kontrol altına alınamamış; tam tersine giderek ivme kazanmıştı. Kısa sürede hoşnutsuz kitlelere yenileri de eklenince muhalefet cephesi genişlemişti. En geniş siyasal muhalefet kuzeyde Yemen İhvanı (Islah Partisi) ve güneyde ise ayrılıkçı Marksist Güney Yemen Cephesi(YSP) idi. Ayrıca Kuzey’de Husilerin de 2004’ten itibaren hükümetle çatışma içinde olduğu ve başlıca tehdit unsuru olarak görüldüğü ülkede, Ali Abdullah Salih’e verilen kabile desteklerinin zaman içinde hızla azaldığı gözlenmişti. Hatta Ali Abdullah Salih’in de içinde yer aldığı Haşid Kabile Konfederasyonu’nun desteğini çekmiş olması, süreci hızlandıran önemli bir gelişmeydi. Özellikle siyasal olarak Islah Partisi’ne destek sunan Ahmar ve Bakil aşiretlerinin de Salih karşısında açıkça tavır alması muhalefetin daha da genişlemesine neden olmuştu. Oysa o güne kadar, kabilelerin büyük kısmı ülkedeki istikrar ve bütünlüğün bozulmaması için Ali Abdullah Salih yönetimine destek vermekteydi. Buna karşılık ordu ve bürokrasideki dağılım, kabilelerin ağırlıklarına göre yapılmaktaydı. Fakat protestoların artmasıyla beraber, bazı aşiretler dışında kuzeydeki etkili Zeydi aşiretleri muhalefetin safına katılmışlardı. Bu durum, farklı gerekçelerle de olsa muhalefetin genişlemesine ve Ali Abdullah Salih’in yönetimi terk etmesine giden süreçte önemli olmuştur. Özellikle Islah Partisi lideri ve Haşid Kabile Konfederasyonu Başkanı Şeyh Sadık el-Ahmar’ın açık muhalefeti, Ali Abdullah Salih karşısındaki muhalefetin gücünü olumlu yönde etkilemişti. Salih’in partisinden bazı etkili milletvekillerinin de muhalefete katılması, muhalefeti daha da güçlendirmiş; Salih’in yönetimden ayrılması sürecini hızlandırmıştı. Ayrıca ordudan pek çok üst düzey komutanın da kısa sürede muhalif saflara katılması, Salih’e olan desteği tümden zayıflatmıştı. Muhalefete katılanlar arasında Saada valisi ile güneyde Aden valisi de bulunuyordu. Bu durumun Salih’in sadece halk nezdinde değil, ordu ve bürokrasideki desteğinin de oldukça kırılgan olduğunu göstermekteydi. Aslında bunun arka planında; Salih’ten desteğini çeken kabilelerin ordu ve bürokrasideki temsilcilerinin de birbiri ardına istifa ederek muhalefete katılması ve istifa edenlerinin çoğunluğunun Ahmar ailesinden olması dikkat çekiyordu.
Salih 3 konuda muhalefeti korkutmayı ve geriletmeyi, dış güçleri de tedirgin edip kendisinden başka alternatifin olmadığına ikna etmeyi amaçlıyordu:
1- Husilerin ayaklanacağı
2- Güney’in bölünme taleplerini hızlandıracağı
3- El-Kaide’nin ülke genelinde etkinliğini artıracağı
Aslında uzun yıllar ülkeyi de bu bölünmüş sorunlar yumağına dayanarak “istikrarlı” bir şekilde yönetmişti. Lakin Haziran 2011’de, kendisinin de yaralandığı başkanlık sarayı saldırısının ardından Kasım 2011’de Riyad’da gerçekleştirilen “geçiş süreci planı” kırılma noktasını oluşturacaktı. Görevi seçimlere kadar yardımcısına devredecekti ancak özellikle Salih’in yargılanma muafiyeti konusuaylarca sürecek eylemlerin ve tartışmaların konusu olacaktı. Şubat 2012’de gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar muhalefetin çatı örgütü Milli Konsey’in de içinden atamalarla (ki, konseyin başkanı aynı zamanda başbakan olarak atanmıştı) dengeli bir yapı kurulmuş, seçimlere yüzde 65 gibi önemli bir katılım sergilenmiş; muhalefetin de üzerinde anlaştığı tek aday olan A.Mansur Hadi katılımcı oyların neredeyse tamamını alarak cumhurbaşkanı seçilmişti.
Mansur Hadi’nin önünde yeni anayasa (ki, 2 yıl boyunca yapılamadı ve görev süresi bu yüzden bir yıl daha uzatıldı) yanı sıra Kuzey, Güney ve Husilerin talepleri bulunmaktaydı. Ancak hepsinden önemli olan konu Ali Abdullah Salih sonrası dengelerin tamamen Islah Partisi’nin lehine değişmiş olmasıydı.
Temerrüdcü Kirli İttifak Bu Defa Sahiplerini Vurdu
Aslında içine Suud ve İran’ın da dâhil olduğu bilahare gelişen kirli ittifakları besleyen jeopolitik, Husilerle el-Kaide arasında süregelen çatışmaların da gerdiği ortamda oluşan siyasal boşluğun Yemen İhvanı tarafından doldurulması endişesinden kaynaklanmakta idi. İran endişesine baskın gelen İhvan korkusu, Husilerle istihbarat paylaşımı yapan ve lojistik destek sunan bir Suud; süreçte safını Husilerden yana belirleyen bir Ali Abdullah Salih (ordunun ve kabilelerin kendisine bağlı kesimlerini Husiler lehine harekete geçirmişti) ve zaten 1992 yılından bu yana önce Hüseyin Bedreddin Husi, ölümünün ardından 2004’ten bu yana Abdülmelik Husi üzerinden Yemen coğrafyasına dâhil olan İran, hem gemilerle silah hem de yol haritası sunma anlamında danışmanlık hizmetiyle Husilerin arkasında duruyordu.
Bir nevi eski rejim kalıntılarının el-Kaide’ye ve İhvan’a zaten karşı olan Husilerin de içine dâhil edildiği bir oyunda, tıpkı Mısır’da olduğu gibi bir temerrüd ortamı oluşturmaları söz konusu idi. İstihbarat paylaşımından askerî ve lojistik desteğe kadar girilen ilişkiler ağında Mısır ve BAE’nin de desteği sağlanıyordu. Mesela bugün Yemen’e yönelik koalisyona -büyük oranda petrodolarlar beklentisiyle- dâhil olan Sisi’nin medyası, Husiler hem Hadi’yi tutukladıklarında hem de İhvan lideri Muhammed Kahtan’ın evini kuşattıklarında Husilere destek sunan yazılarla çalkalanıyordu. Hatta herkes Yemen’den elçilerini çekerken (ve İran muhipleri Türkiye’nin elçi çekmesine “Hani halkların yanındaydınız” gibi manidar eleştirilerde bulunurken) aynı dönemde Sisi Sana’ya elçi atıyordu. Tabii bu durum aynı zamanda Kral Selman’ın ve yeni ekibi kurma görevini verdiği Muhammed b. Nayif’in Yemen’de içine düştüğü olumsuz duruma ilişkin de Mısır’ın bakış açısını yansıtmaktaydı. Mısır ve BAE’nin bu yeni kadroyla arası açıktı.
Bir süre önce hayatını kaybeden Kral Abdullah ve başında Tuveycri ve Bender b. Sultan’ın olduğu kadro, önceleri sahada hem Yemen İhvanının hem de Husiler ve el-Kaide’nin birbirlerini yıpratacağı ve tüketeceği bir alan bırakmayı tercih etti. Ancak İhvan’ın bu oyuna gelmemesi ve sahada İran destekli Husilerin boşluğu hızla doldurma çabaları, hem kirli ittifakı bozdu hem de Eylül 2014’ten bugünlere gelen süreci besledi.
İran’ın Ortadoğu’nun Rusya’sı olma amaçlı güttüğü siyasetin Yemen boyutu, kimsenin tahmin edemediği ölçüde hızlı gelişti. 1990’larda sayılarının yüzleri geçmediği ifade edilen ve Gençlik Hareketi1 mottosuyla başlayan gelişmeler 2009’da onbinleri, bugünlerde ise sayıları yüzbin silahlı militanı bulduğu ifade edilen bir seviyeye ulaştı. İmamet doktrinasyonu, 12 İmam inancı ve Mehdiyet üzerinden sağlanan ideolojik motivasyon ile tıpkı Lübnan Hizbullahının toplumsal siyasal sorunların odağında yer alarak kendisine alan açması ve meşruiyet kazanması taktiklerinde olduğu gibi, Husiler de belli talepler ve siyasi projelerle sahadaki yerlerini aldılar. Kazanımlarını elbette önemli ölçüde Zeydiler arasından sağlamakla birlikte, Zeydilerin 5 İmam teorisiyle örtüşmeyen ve aynılaştıranların aksine Zeydilikle usul bazında temelden ayrışan Husilerin, başından bu yana reddetseler ve Yemenlilik vurgusunu ön plana çıkartsalar da İran’ın çizdiği rotada ilerledikleri daha da belirginleşti. Hatta bizatihi İranlı diplomatların ağzından açıkça sunulan destek sözlerine şimdilerde Nasrallah gibi örgüt liderlerinin “Suud yaptığı yanlıştan dönmeli” gibi açıklamaları da eklendi. İran, koalisyonu “Yemen’in egemenliğini ihlal etmekle” suçladı.
Husilerin Eylül ayından bu yana yürüttükleri süreç, A. Mansur Hadi’nin daha önce verdiği tavizleri kabul etmeme, tek taraflı olarak parlamentoyu feshetme, 6 Şubat deklarasyonu gibi açık dayatmalar içeren reçeteler sunma gibi muhaliflerine göre “darbe”, destekleyenlere göre “devrim” olarak nitelenen gelişmeleri oluşturdu:
1- Meclis feshedilerek 551 üyeli Milli Geçiş Konseyi kuruldu.
2- Silahların gölgesinde istifa eden A.Mansur Hadi’nin yetkileri 5 üyeli bir cumhurbaşkanlığı kuruluna devredildi.
3- Güvenlik ve istikrarı sağlamak iddiasıyla Milli Güvenlik Konseyi kuruldu.
Husilerin İran’ın akıl hocalığında Yemen’de oluşturmaya çalıştıkları meşruiyet umdeleri, Yemen’i altı bölgeye ayıran anayasanın iptali, yolsuzluklarla mücadele ve güvenliğin sağlanması gibi konulardı. Yemen’in birliğinin sağlanması için bunları olmazsa olmaz olarak dile getiren bu silahlı güçlerin Yemen sahasında azınlık bir grup olduklarını tekrar hatırlatmak gerek. Nitekim ilan ettikleri 6 Şubat kararlarına sadece Islah Partisi değil, önceleri birlikte hareket ettikleri Güney Yemen Hareketi başta olmak üzere, kirli ittifaklara girdikleri Ali Salih’in Kongre Partisi ve Nasıri Partisi de farklı sebeplerle karşı çıktılar. Askerî bürokrasinin bir bölümünün desteğini arkasına almış olan ve adına Ensarullah denen bu yapı böylelikle, kurduğu Yüksek Devrim Komitesi’nin bildirisi yoluyla meşruiyetini sağlayacağını hesaplıyordu2. Üstelik bununla da kalmıyor, taleplerinin kabul görmemesiyle doğru orantılı olarak Güney’e doğru güçlerini kaydırıyor,3 yani bir nevi Yemen’i adım adım işgal projesini de devreye sokuyordu. Hatta aleyhte gösteri yapan halk kitlelerine karşı silaha sarılıp ölü ve yaralılara sebebiyet veren icraatlara da imza atıyordu. Peki, bu derece özgüveni nereden elde ediyor, kime/kimlere güveniyordu sorusu bir yanda, şu haliyle bile “bölünmemesi için” çaba gösterdiklerini iddia ettikleri Yemen jeopolitiğinin hâlihazırda Aden (A.Mansur Hadi’nin Suud’un desteğiyle tekrar ortaya çıkıp meşru hükümetin başı olduğunu ilan etmesiyle) ve Sana olmak üzere de facto olarak ikiye bölünmüşlüğüne sebebiyet veriyordu.
Önceleri reddedilen ilişkilerin, son süreçteki itiraf tarihleri çok eski değil. Ali Ekber Velayeti’nin Ekim 2014’te “Yemen’de Husi Ensarullah örgütünün yönetime el koymasını destekliyoruz. Hizbullah'ın Lübnan'da üstlendiği rolü, Yemen’de Ensarullah'ın üstlenmesini umut ediyoruz." açıklaması hafızalardaki tazeliğini koruyorken, soru Suud’un neden bu kadar beklediği idi ki, sanırım bu sorunun cevabını bahsettiğimiz “temerrüdcü ittifak” tahliliyle vermiş olduk. Aslında olan bir devrimden ziyade; seçilmiş hükümetin ve Islah Partisi’nin merkezde olduğu, İran’ın açık desteği, kirli ittifakçıların ve ABD gibi güçlerin suskunluğu ile açık bir “karşı devrim” idi. Hatta ilerleyen süreçte karşı devrimden, bizatihi -adeta Irak ve Libya ya da Suriye- örneklerinin tekrar edilmesinde hiçbir mahzur görmeyen bir “Yemen’i işgal” siyasetinin sahaya sürüldüğünü görmemek için kör olmak gerekmekteydi.
Zaten koalisyonun4 hareketi de Husiler’in, “karşı direnişin merkezi” haline geldiğini iddia ettikleri Aden’e doğru harekete geçip, kentteki bazı stratejik noktaların denetimini ele geçirmesinin ardından başladı.
Şimdi de Yemen İhvanının sözcülerine kulak verelim. Onlar bu süreci nasıl değerlendirmekteler, bir de ona bakalım.
Yemen İhvanı: “Bu Bir Karşı Devrimdir; Husilerde Yemen Hizbullahı”
Yemen Ulusal Diyalog Konferansı (UDK) Üyesi Hammud Haşim ez-Zahiri, Husi Ensarullah hareketini eski rejim yanlılarıyla ittifak kurarak "karşı devrim" yapmaya çalışmakla suçlarken, İstanbul'da düzenlenen İslam Ülkeleri 6. Kanaat Önderleri Forumunda AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Husilerin yapmaya çalıştığı karşı devrimdir, üstelik buna eski rejimin taraftarlarıyla ittifak kurarak kalkıştılar. ABD ve bazı bölge ülkeleri, 11 Şubat 2011 Devriminin başarısızlığa uğramasını istediği için yaşananlara göz yumuyor ancak Yemen halkı, kurulan komploları boşa çıkaracak." diyordu.
Devrimden sonra krize neden olan sorunların çözümü amacıyla kurulan Ulusal Diyalog Konferansının üyesi Zahiri, Husilerin İran'ın istekleri doğrultusunda hareket ettiğini dile getirerek, "Husiler İran'ın Yemen'deki temsilcisidir. Onlar, Tahran'ın istekleri doğrultusunda hareket ediyor, İran ne istiyorsa onu yapıyor." diye konuşuyordu.
Islah Partisi İb kenti milletvekili Muhammed el-Hazmi de Husi Ensarullah hareketinin başkent Sana başta olmak üzere bazı kentlerde kontrolü ele geçirmesi ile askerî ve siyasi girişiminin sadece Yemen'le alakalı bağımsız olay olmadığına dikkatleri çekiyordu.
Hazmi, Yemen'deki krizin Mısır, Libya, Irak ve Suriye gibi diğer “Arap Baharı” ülkelerinde yaşanan krizlerle beraber ele alınması gerektiğini vurgulayarak, "Halkların başlattığı sürecin başarısızlığa uğraması için diğer ülkelerde oynanan oyunların bir benzeri de Yemen'de sahneleniyor. Husiler zayıf olmalarına rağmen içeriden ve dışarıdan aldığı destekle ülkede istedikleri yolda ilerleyebildiler. Husiler, Yemen'de 'Hizbullah' projesini temsil ediyor ancak başarılı olamayacaklar." diyor ve ekliyordu:"İran'ın desteği yanında ABD ve Batı da suskun kalarak Husilerin yaptıklarını onayladı."
Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) ise Yemen’de yaşananların sebeplerinin “meşruiyete darbe yapılması”, “devrimlere karşı mücadele”, “halkın iradesinin görmezden gelinmesi” olduğunu belirtirken; İhvan’ın resmi internet sitesinden yapılan yazılı açıklamada, “Bölgede ve Yemen’de yaşanan krizlerin sebepleri, meşruiyete darbe yapılması, devrimlere karşı mücadele, halkların iradesinin görmezden gelinmesi ve silah gücüyle dayatmada bulunulmasıdır.” denildi. İhvan bu açıklamayla hem darbeleri destekleyenlere hem de İran’ın yayılmacı bölge siyasetine eleştiri sunmuş oluyor ama aynı zamanda da Yemen’de bir an önce normalleşmeye geçilerek, meşru zeminin korunmasına da atıf yapıyordu. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Girişimi çerçevesinde yapıcı bir diyalog çağrısı ve Yemen halkının iradesine, devrimine saygı duyulmasının talep edilerek, devrimin “darbe yapılmaması gereken meşru bir rejimi” beraberinde getirdiği ifadeleriyle bu çağrının altı çiziliyordu.
Suud’un Günah Galerisi İran’ın Cürümlerini Örter mi?
Amerikan istihbaratı 26 Şubat’ta Senato’ya ‘Küresel Tehdit Değerlendirmesi’ raporunu sunmuştu. Raporun İran ve Hizbullah ile ilgili üslubu manidardı. İsrail medyası (Times of İsrail) haberi “Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’in Senato’ya sunduğu raporda İran ve Hizbullah terör tehditleri listesinden çıkarıldı.” ifadeleriyle vermişti. İran kanalı Press TV de “İran ve Hizbullah’ın Sünni aşırılıkçılarla mücadele ettiği” tespitini bir övünç vesilesi olarak öne çıkarıyordu.
Raporda ayrıca “Irak ve Suriye’de İran dostane hükümetleri muhafaza etmeye, Şii çıkarlarını korumaya, Sünni aşırılıkçıları yenmeye ve Amerikan etkisini azaltmaya çalışıyor… İslam Cumhuriyeti’nin mezhepçiliği köreltme, duyarlı ortaklar oluşturma ve Suudi Arabistan’la gerilimi düşürme niyetlerine rağmen İranlı liderler -özellikle güvenlik birimlerindekiler- bölge istikrarı için olumsuz tali sonuçları olan politikalar izliyor.” deniliyordu.
Rapora yönelik İsrail ve İran medyasının tespitleri “Doğru söze şapka çıkarılır!” kabilinden tahliller içermekle birlikte; özellikle son bölümde yer alan CIA yetkililerinin ifadeleri ise “Kimi kandırıyorsunuz?” cinsinden analizler içermekteydi. “Mezhepçiliği köreltme” tespiti senatoyu mu yoksa Ortadoğu halklarını mı kandırmayı amaçlıyordu bilinmez ama “Suudi Arabistan’la gerilimi düşürme” siyasetinde politikacılarla istihbarat arasında bir sürtüşme varmış algısı oluşturmak herhalde “takiyye” tuzağına yakalanmışlık ya da “mış” gibi yapmakla açıklanabilir.
Her ne amaç güdülürse güdülsün sonuçta nükleer görüşmelerini koz olarak kullanmasına -şimdilik- ortak çıkarlar gereği “olur verilmiş” bir İran tablosuyla karşı karşıya olduğumuzun resmidir bu rapor.
IŞİD ile mücadelede ortaklık; Esed’i jeopolitik arenada tutmada ortaklık; Suriyeli İslamcılara dünyayı dar etmede ortaklık; mezhep savaşını bizatihi yüksek perdeden bir siyaset olarak kullanmada ortaklık; halkların iradelerine ipotek koymada Suud’u aratmayacak partnerliğe oynamada ortaklık ve Ortadoğu’yu kaynayan kazana çevirip, Rusya ve ABD’nin beklentilerini doğru okuyup boşluktan istifade hem Körfez’i, hem Türkiye’yi, Arap’ı, Kürt’ü, Çeçen’i, Afgan’ı, Türkmen’iyle çevrelemede ortaklık! Yani bir nevi Suud’dan rol çalıp adeta “daha efdal bir oyuncu olduğunu ispat” sadedinde çevrilen mafyatik filmlerde yeni jön olmaya adaylık…
“Büyük İran” konferanslarında yüzde onluk bir kitlenin kuzeyden güneye, doğudan batıya yeni haritasından dem vurup, halkların da kucağını açıp bu “yeni” ideoloji ve kültür havzasıyla buluşmak için can attıklarına atıf yapmak başka ne ile açıklanabilir ki!
Tam bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız. Çünkü bu hırs, bu iştah, girdiği her yeri sadece Batılıların istediği tarzda bölmek ve girdaba sürüklemekle kalmıyor, bu sürecin gün gelip bölge halklarının ve kadim yapılarının boyun eğişiyle sonuçlanacağını umuyor. Kendine yakın kesimleri “vekil” tayin ederken; kendisinin de acaba birilerinin çıkarına bir “vekâlete” itilip itilmediğini hiç sorgulamıyor. Suud’u yıllarca böyle davranmakla eleştirirken; “Şimdi çevrelenmek neymiş görürsünüz!” efelenmesinin gün gelip pusuda bekleyen akbabaların (ABD-Batı-Rusya-Çin) pençelerine takılıp kalacağını hesaba yanaşmıyor. Suud’a zaten nefretle bakan halkların, nefret sebebine odaklanıp buradan bir vahdet siyaseti üretmektense, fırsattan istifade bir yıldırım gibi halkların tepesine çakılmayı marifet sayıyor. Tarihten ders almaya da niyeti yok. Saddam’ın Kuveyt’i işgal girişiminde sırtını sıvazlayanların, kendisiyle savaştıranların, bilahare ona nasıl bir akıbet biçtiklerini herhalde hatırlamak bile istemiyor. Bir unutma mı, yoksa geriye ket vurma hali midir bilinmez, müntesiplerinin her daim “üst akıl”, “hikmetli siyaset” diye pazarladıkları askerî-siyasi istikametin bir bumeranga, hatta ‘dejavu’ya dönüşebileceğini düşünmek dahi istemiyor. Bu histeri halinin, bu sıtma nöbetinin Ortadoğu halklarının kadim beklentileri ve İslami değerlerin yükselişine olan inançlarıyla ters; onların hayatlarını, hesaba kitaba vurduğu her coğrafyada riske edip, kirleten, makasıdüş-şeria’nın tüm ilkelerini çiğneyen ve dünkü cellâtlarının taktikleriyle ilerleyen bir “büyük şeytan”a dönüştüğünü göremeyecek kadar basiret, adalet, izandan uzak bir uçuruma kendi halkını da yuvarladığını tefekkür edemiyor. Tüm uyarılar, şeytanların vesveseleri gibi algılanıp, adeta “Ben yapmazsam bana yapacaklar!” çılgınlığıyla, uyandığında pişman olacağı bir kâbusun peşinden gittiğini, girdiği hipnozdan ötürü fehmedemiyor. Ve eğer bu kâbustan evin içindekiler tarafından uyandırılmazsa, korkarız ki, yaktığı ateşler tüm coğrafyalarımızı sardığında çok geç olacak.
“Stratejik” Aklınız da“Hikmetli” Siyasetiniz de Yerin Dibine Batsın!
Husilerin Aden’e doğru yürüyüp, Süveyş Kanalı’ndan geçen petrol trafiğini doğrudan etkileyecek Bab’ul-Mendep boğazını tehdit etmek amaçlı ve Yemen’in nüfus yoğunluğunun üçte birine yakınının olduğu bölgenin tamamen Suud karşıtı güçlerin eline geçmesi anlamına gelen senaryonun tam ortasında ilerlerken, bu durumu açık ifadelerle İranlı resmi ağızların oldukça iştahlı bir şekilde sahiplenmeleri hangi stratejik akılla açıklanabilir? Bu, ateşe benzin dökmek değil de nedir? Hatta o denli ileri ifadeler kullandılar ki, Suud içerisindeki muhtemel bir isyanı bile oldukça rahat bir şekilde dillendirmekten geri kalmadılar. Bir de çıkıp utanmadan “egemenlik ihlalinden” bahis açtılar. Irak ve Suriye’yi “altın tepsi” olarak gören haramiler, herhalde Yemen’i de çuvala rahatlıkla atılacak “elmas” hükmünde gördüler.
İran muhiplerinin “Suud’un desteklediği Sünni teröristler” zımni kabulüne saman altından atıf yaparak, İran’ın pozisyonunu “normalleştirme” adına “objektif tahlil” adı altında yaptıkları şu sinsi retorikten Müslüman halklar lehine bir hayır sadır olması mümkün mü acaba? Diyor ki, en tilki zekâlılarından birisi:
“İran, Arap isyanlarının sunduğu fırsatlarla elde ettiği stratejik yayılmayı sürdürülebilir bir forma kavuşturmak için ABD ile 36 yıllık düşmanlığı makul düzeye indirme gereği duyuyor. Körfez’deki müttefiki Suudi Arabistan’la Sünni militarizm üzerinden oynadığı oyunun artık kontrol edilebilir bir araç olmaktan çıktığını gören ABD de İran’la öngörülebilir bir ortaklığı test etmek istiyor.”
İnsanın “Ne büyük imkân; tepe tepe hayrını görün!” diyesi geliyor.
Bu “öngörülebilir”ortaklıktan ötürü İran’a bir uyarı mesajı göndermek hazretin son dört yıllık yazılarından hiçbirinde aklına düşmedi.
Bir başka hazret; Yemen koalisyonuna verip veriştirirken hızını alamıyor ve Hafız’ın şu beyitleri dökülüveriyor dudaklarından:
“Varsayalım ki İran yayılıyor, bunu tankla topla, zor ve zorbalıkla mı yapıyor? Oraya buraya savaş mı açıyor? Ülke mi işgal ediyor? Hayır. Sekter komitacıların gerçeklikten kopuk vehim dünyasındaki halüsinasyonları çöpe atarak söylersek, gerçek şudur: İran, mesela tekfirci terörün pençesindeki Iraklı veya Suriyeli ya da Lübnanlı mazlumlara yardıma koştuğunda doğal olarak seviliyor. Öyleyse bunu kıskanmak yerine sen de teröre karşı fedakârlık yapıp yardıma koşarsan seni de severler. Ama sekter komitacı tam aksini yapıp sevilmeyi bekliyor. Olmuyor haliyle, o insanlar bunlardan nefret ediyor.”
Ve ekliyor:
“İran'ın yayılması askerî ve siyasi değildir. Dünyanın en ücra köşesinde, İranlıların haberi bile olmadan, bir meraklı Mesnevi veya Hafız okumak için kendi kendine Farsça öğreniyorsa bu kültürel etkileşimin önünde hiçbir silah ve siyaset duramaz.”
Rabbim aklımıza mukayyet ol; bu hırıltılar kulaklarımızı değil, asıl kalplerimizi tırmalıyor:
“Ensarullah sadece vahhabi çetenin saldırganlığına karşı vatan savunması yapmıyor, tekfirci terörle de savaşıyor.” diyen “Yemen uzmanı” zat; el-Kaide’nin ve bağlı aşiretlerin 6 yıldır ABD’nin “drone”larıyla dövüldüğünü ama vatan savunması yapan Ensarullah’a bugüne dek tek bir çakıl taşı atmadığını da iyi biliyor.
Suretleri böyle, ya asılları:
Farsnews’in analizcisi Negar Muhammedi şöyle diyor:
“Erdoğan'ın imparatorluk hayali İran'ı suçlamasına sebep oluyor. Erdoğan, bölgesel politikalarda şantajla İran'dan imtiyaz koparmaya çalışıyor. Gerçekleri tersyüz etmemeli. Siyonist politikaların yanındaki Suud’la ittifakı stratejik kayıplarını artırdıkça Erdoğan feryat ediyor. Erdoğan'ın pozisyonu, bölgede Siyonist, sömürgeci, zorba ve mürteci politikaların yanında durmaktan ibaret.”
Kime yazıyor acaba? Kimi iknaya çalışıyor, merak konusu! Gaza gelmeyip geride kalan kaldı mı acaba? Yola çıkan çıktı zaten; Erdoğan nefretine ne hacet. Çin Seddi’nden Akdeniz’e, Kafkaslardan Kızıldeniz’e tutabilene aşk olsun.
Yazıyor hazretler; şimdi Yemen Somali mi olur, Irak mı, Suriye mi, yoksa Libya mı? Bir de cevap arıyorlar.
“Rusya sıcak denizlere iniyor, Ortadoğu’ya bunlar sayesinde yeniden müdahil oluyor; ABD Asya Pasifiği önceliyor…” diye başlayıp Ortadoğu halklarına herhangi bir çözüm reçetesi sunamayan beylik siyasi tahlillerden de gına geldi. Mümin kadın ve mümin erkekleri, çocukları, nesilleri, İhvan başta olmak üzere İslamcıları bir kaşık suda boğmaya çalışan Suud’un metazorik merhametine muhtaç hale getirenlere veyl olsun! “Dinsizin hakkından imansızın gelmesi”; bir zalimin başka bir zalimin eliyle defedilmesi için duaya duran İslam dünyasının, kalbinin derinliklerinden gelecek bir çığlık ile “Lebbeyk ya Allah” demeye her zamankinden fazla ihtiyacı var. O günleri yaşayıp görebilmek duasıyla…
Dipnotlar:
1- Eş-Şebâbü’l-Mü’min(İnançlı Gençler) Hüseyin Bedreddin el-Husi tarafından 1992’de Kuzey Yemen’de Sade’de bir gençlik örgütü olarak gençleri Şii inançları çerçevesinde yetiştirmek üzere kuruldu. Kısa sürede popülerlik kazanarak 20 bin civarında öğrenciye ulaştı. 2004’te hükümet kuvvetleriyle çarpışarak isyan başlattı. 1962’de kaldırılan imametin yeniden kurulması hedefi onlara dinî/ideolojik bir motivasyon sağlıyor.
2- Yemen’deki Müslüman Kardeşler Teşkilatının (İhvan) siyasi kanadı olan Islah Partisi de Husilerin yayımladığı manifestoyu kabul etmediğini belirterek, iptalini istedi. Açıklamada, “Tek taraflı olarak atılan bu adımların iptalinden ve ulusal birlik gereği krizin tek çözüm yolu olan diyaloğa geri dönülmesinden başka seçenek yok.” denildi. Açıklamada ayrıca “BM Yemen Özel Temsilcisi Cemal Bin Ömer ile yapılan görüşmelerde krizin çözümü için ittifaka varılmak üzereyken Husiler, görüşmelere karşı çıkarak, yayımladıkları bildiriyle tek taraflı bir duruş sergiledi.” ifadesi kullanıldı.
3- Ensarullah hareketinin ülkenin kuzeyinden güneye doğru kontrolü sağlama stratejisi ve sırasıyla Amran ve Sana'yı ele geçirmesinin, beraberinde devlet düzeninin çökmesi riskini getirdiği ifade ediliyordu. Amran ve Sana'dan sonra el-Hudeyde'nin düşmesi ve Taiz kentinin hedef seçilmesi ülkedeki istikrarsızlığın derinleşmesine yol açarken, devlet güçlerinin karşılık vermemesi kamuoyunda ülkedeki çatışmaların büyük bir iç savaşa dönüşebileceği endişesini artırıyordu.
4- Operasyona Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) oluşan Körfez ülkelerinin yanı sıra Fas, Sudan, Ürdün ve Mısır katıldı.