İnsan hakları günümüzün en çok konuşulan ve tartışılan konularından biridir. Hele ki AB'ye uyum süreci için ardı ardına çıkan uyum paketleri ile yapılan bazı anayasa değişiklikleri, konuyu daha da tartışılır hale getirmiştir. Hukuk karşısında eşitlik, özgürlük, bireyin güvenliği, zulme karşı direnme, insanlığa aykırı ve haysiyet kırıcı cezalardan kurtulma, keyfi ve sebepsizce tutuklamalara karşı direnme, istediği gibi giyinme, istediği gibi ve istediği zaman rahatça ibadet edebilme gibi hususlar insan haklarının bazılarıdır. Ve insan hakları tarihi her ne kadar uzunca bir geçmişe sahip olsa da kavramsal olarak Batı tarihinin şekillendirdiği bir kavramdır. Batı kaynaklı bir terim olan insan hakları, evrensel bir boyut kazanmış ve Batı dışı toplumlar tarafından da benimsenen, bütün toplumlar için önem verilen, bir alan haline gelmiştir.
İnsan hakları ihlallerinin çokça yaşandığı, hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, insanların zulme maruz kaldığı bir toplumda yaşıyoruz. Yaşadığımız topraklarda her ne kadar AB uyum yasaları ile bir takım iyileştirmeler sağlansa da yazılı metinlerin uygulamaya geçirilmesi için yapılması gereken uygulamaların zihniyetlerdeki değişimleri olmamıştır. Ve buna bağlı olarak yaşanan ihlallerde kısmi olarak iyileşme, azalma olsa da bazı sorunların çözümünde henüz bir ilerleme kaydedilmemiştir.
Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı Vahit Bıçak, Türkiye'yi insan haklarında çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı hedeflemekten bahseden açıklamalar yapmaktadır. Buna karşı ise Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)'nın hazırladığı '2003 Düşünce Özgürlüğü' raporu TBMM'de kabul edilen uyum yasalarına rağmen düşünce özgürlüğü davalarının bu yılda da sürdüğünü gözler önüne serdi. Raporda; sözlü ya da yazılı olarak dile getirilen görüşler, kitap, gazete, dergi gibi yayınlarda düşüncelerin açıklanması nedeniyle en az 774 dava görülmüş. 2003 yılında TCK'nin 'devleti, cumhuriyeti, emniyet ve askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif etme' suçunu düzenleyen 159. maddesi uyarınca en az 70 davanın açıldığı ve sonuçlanan 21 davada 7 mahkumiyet kararı verildiği açıklanmıştır.
Şunu belirtmeliyiz ki, hükümet en son Temmuz 2003'te taahhüt ettiği ulusal programda ifade özgürlüğünün evrensel değerlere dayalı AB müktesebatı ve AB üyesi ülkelerin uygulamalarına göre AİHS'nin 10. maddesi çerçevesinde gelişmeyi ve uyarlamayı vaat etmişti. Bu maddelerde her şeyden önce herkesin görüşlerini açıklama ve ifade etme özgürlüğüne sahip olduğu belirtiliyor. Türkiye paket paket demokratikleşmeyi ve düşünce özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasını konuşurken; uygulama bir yana hala yüzlerce gazeteci, yazar ve düşünürün ceza aldığı ya da yargılandığı Türkiye'de düşünceyi ifade hürriyeti ile ilgili maddeler aynen durmaktadır.
Düşüncelerinden dolayı pek çok kişinin DGM'lerde yargılandığı ve hapse mahkum olduğu gerçeğinden hareketle Anayasa değişikliğiyle kaldırılması düşünülen DGM'ler ise özgürlüklerin üzerinde 'demoklesin kılıcı' gibi sallanıyor. Örneğin; Ankara 2 No'lu DGM, AİHM'nin Türkiye'yi mahkumiyeti üzerine yeniden yargıladığı eski DEP milletvekillerinden Leyla Zana ve diğerlerinin 15'er yıllık ilk hapis cezasını aynen onayladı. Tarafsız ve bağımsız yargı organları olmayan DGM'ler var oldukça yargının bağımsızlığından bahsetmemiz mümkün değildir. Başka bir örnek ise HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ile İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz'in 2001'de telefonla çağrıldıkları Silopi Jandarma Karakolu'nda gözaltına alındıkları iddialarından sonra kaybolmalarına ilişkin yürütülen soruşturmanın 3 yıl sonra takipsizlikle sonuçlanmasıdır. Yine uyum paketleri çerçevesinde çıkarılan ve dernek kurmanın önündeki engelleri kaldıran düzenlemelere rağmen dernek ve vakıflara yönelik baskınlar ve kapatmalar ya da dernek faaliyetlerine izin vermeme ihlalleri de devam eden bir durumdur. Mesela; F tipi zulmüne sessiz kalmayarak kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik çalışmalar yapan TAYAD kapatılmış; Siirt'te de dernek kurmak isteyen Dicle Üniversitesi öğrencilerine izin verilmemiştir.
AK Parti hükümetinin ise bir yandan Türkiye'nin insan hakları ihlallerinin haritalarının çıkarılması için çalıştığı, bir yandan da yeni uygulamalara geçtiği haberleri gazete sütunlarına yansımaktadır. Bunlardan birisi, sanık-polis-hastane ilişkisinin yeniden düzenlendiği ile ilgili. Şöyle ki; artık sanık ya da zanlılar hastaneden rapor alırken muayene odasına polisin ve jandarmanın girmesine gerek kalmayacak. Muayeneyi tamamlayan hekim, yazdığı raporu bir zarf içine koyup mühürledikten sonra mührün ancak soruşturmayı yürüten savcı tarafından açılabileceği düzenlemesi yapıldı. Ancak önemli olan bu değişikliğin uygulama alanı bulup bulmayacağıdır. Bu değişikliğin diğerleri gibi kâğıt üzerinde kalabileceği de akıllardan çıkmamalıdır. Ve olumlu sayılabilecek gelişmeler olarak görülse de bunların ciddi anlamda hayata geçirilmesi/geçirilmemesi çok daha büyük bir sorundur.
Son yıllarda din özgürlüğü alanındaki ihlaller de yoğun bir şekilde yaşanmaya devam etmekte, evler jandarmalar tarafından keyfice basılmakta, insanlar gözaltına alınmaktadır. Temel hak ve özgürlüğün aynı anda ihlali anlamı taşıyan çok geniş mağdur kitlesi bulunan ve hala aynı şekilde devam eden başörtüsü yasağının giderilmesi için hiçbir somut adım atılmamıştır. Başörtüsü yasağı "Böyle bir yasak yok" denilerek unutturulmaya çalışılmakta. Ancak kamusal alan tartışmalarıyla da gündeme taşınarak yasağın tüm dünyaya yaygınlaştığı bir gerçektir. Türkiye'de başörtüsünün kamu kurum ve kuruluşlarda yasaklanmış olması ibadet hürriyetinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Başörtüsünü yasaklayan bir kanun maddesi olmadığına göre Türkiye'deki başörtüsü yasakçılığı fiili bir durumdur ve anayasanın ihlalini oluşturmaktadır. İnandığımız gibi yaşayamadıktan sonra düşündüğümüzü özgürce ifade edemedikten sonra özgürlükten bahsedemeyiz. İnsan hakları mücadelesi de insani ve İslami sorumluluğumuzdur. İbadet bilinciyle yürütmemiz gereken bir sorumluluktur.
Ak Parti Hükümeti, "İşkenceye Sıfır Tolerans" Sözünü Tutabiliyor mu?
İşkence 21. yy Türkiyesi'nde hala çok ciddi bir sorundur. Hükümetin dönem dönem 'sıfır tolerans' demeçleri vermesine rağmen, işkenceyle etkin mücadele edilmemekte, işkence uygulamalarının çoğu emniyet kuvvetlerince işlenmekte ve devlet buna rağmen işkenceyi önleyememektedir. İşkence kanıtlanamamakta, dava açılamamaktadır. Yıllarca süren davalar ve cezasız kalışlar zamanaşımı nedeniyle cezasız kalmaktadır.
Muhalif kimlikli kişilerin yol ortasında kaçırılıp işkenceye maruz kaldığı, işkencecilerin bulunmadığı bir ülke burası. Mesela; 14 yıllık bir dava olan işkence sonucu öldüğü iddialarının yer aldığı Birtan Altınbaş davasında Altınbaş'ı işkence ile öldüren sanık polisler bir türlü bulunamamakta haklarında gıyabi tutuklama kararı da olan polisler, duruşmalara getirilememektedir. Ve bir gazeteye cezaevindeki oğluna işkence yapıldığı yönünde beyanat verdiği için Sakine Tekelioğlu adlı bir kadın hakkında 30 yıl hapis istemiyle dava açılabilmektedir.
Başka bir durum ise toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde polisin kullandığı şiddet yöntemleridir. Oysa ki Türkiye, 2003 Temmuzu'nda 2911 No'lu Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası'nda bazı olumlu değişiklikler yapmıştı. Bununla birlikte aradan geçen zaman süresince, polis en az 105 basın toplantısını veya gösteriyi dağıtmış ve 1822 kişiyi de gözaltına almıştır. Polis 31 olayda toplantıyı dağıtmak için eylemcileri döverek ve biber gazı sıkarak şiddet kullanmıştır. Bazı illerde ise polis açık hava basın toplantılarını 'izinsiz gösteri' oldukları gerekçesiyle dağıtmaktadır. Yine üniversite yöneticileri de eylemlere katılan öğrenciler hakkında soruşturmalar açmakta ve öğrencilerin kayıtlarını silmektedir. Aslında Şubat 2000 tarihli Yargıtay kararına göre, basın toplantısı/açıklaması amacıyla bir araya gelenlerin mülki amirlere bildirim yapması veya bu makamlardan izin alması gibi bir durum da söz konusu değildir.
Kendisini demokratik bir yönetim olarak tanımlamaya çalışan Ak Parti hükümeti insan haysiyetiyle bağdaşmayan ve insan haklarını ihlal eden F ve D tipi tecrit hücreli cezaevleri konusunda hiçbir adım atmadı. Hatta 22 Nisan 2004'te yürürlüğe giren cezaevlerine yeni bir düzen(!) getirdiği söylenen tüzük değişikliğine göre siyasi suçlular tanımı kaldırılmakta, tek ve üç kişilik oda sistemine dayalı F tipi cezaevlerine konulacakların kapsamı genişletilmektedir. Hükümlü ve tutukluları açlık grevi yapmaya veya bu eylemlerini sürdürmeye "tahrik, teşvik veya ikna edenler" de F tipi cezaevlerine konulacaklardır.
19 Aralık 2000'de, dönemin hükümeti tarafından F tipi hücrelere gitmek istemeyen ve buna karşı direnen mahkumlara yönelik ölümlerle sonuçlanan baskı ve saldırı yürütüldüğü biliniyor. Ve ölüm oruçlarında da şu anda 111 kişi yaşamını yitirmiştir. Ak Parti de insanlık suçu olan bu politikayı değiştirmemiş, cezaevi sorununu çözmemiş, tersine baskı ve tecrit uygulamalarını artırarak sürdürmüştür. Hatta o dönem cezaevleri müdürü olan Ali Suat Ertosun'a 'üstün'(!) hizmetlerinden dolayı devlet onur madalyası vererek, katliamları ve ölümleri onaylamış ve cezaevleri konusundaki tavrını kanıtlamıştır. Bu tavrından dolayı F tipi cezaevlerini protesto için açlık grevi ve ölüm oruçlarının etkisiyle Wernicke-Korsakoff hastası onlarca tutuklu ve hükümlü, adli tıptan daha önce haklarında 'iyileşemez' denilirken bu kez 'iyileşebilir', 'cezaevine konulabilir' raporlarıyla dışarıda tedavi olmaya çalışan hükümlüler yeniden tutuklanarak cezaevlerine konulmaya başlanmıştır.
Adalet Bakanlığı F tipleri, D tipleri ile insanları yalnızlaştırmayı, insanı insan olmaktan çıkartan, ölümlere neden olan bu tecrit hücre sistemini şimdi de mahkum nakil araçlarına taşımaktadır. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü tarafından alınan 10 adet büyük tip hükümlü ve tutuklu nakil aracının yapısı F tipi cezaevlerini çağrıştırmaktadır. Mahkumları tecrit etme ve bir araya getirmeme politikasını sürdürmekte kararlı olan devlet, tek kişilik bölmelerden oluşan ve kapalı devre sistemle gözetlenen yeni tip nakil araçlarını 'modern ve konforlu' olarak tanımlamaktadır. Bu tanımlama bir dönem F tipi cezaevleri için kullanılan 'beş yıldızlı otel' benzetmesini akıllara getirirken, hücre tipi bölmelerin 'konforlu' yanının neresi olduğu ise merak konusu olmaktadır.
F tipi hücrelere, tecrit hücreli nakil araçları ekleyerek sistem, F tiplerinde yaşanan haksız ve hukuksuz uygulamaları, yaşanan mağduriyetleri dile getiren, kamuoyunu bilgilendirmeye çalışan kurum ve derneklerin de kapısına kilit vurarak nasıl demokratikleştiğini gösteriyor.
İnsan haklarına saygı göstermeyen bir rejim insan değerini, dolayısıyla kişinin insan olma niteliğini reddetmiş olur. İnsan hakları insan onurunun temelini oluşturmaktadır. Bir kimseyi insan haklarından yoksun kılmak kişi olarak onurundan yoksun kılmak demektir.
Çıkarılan uyum yasaları ve yeni düzenlemelere rağmen fiiliyatta ciddi sıkıntıların bulunduğu gerçeğiyle; yasalardaki değişiklikler uygulandığı zaman bir anlam ifade eder. Ama maalesef zihniyetler değişmediği için yapılan değişiklikler de kağıt üzerinde kalmaya mahkum oluyor.