Danıştay'ın dini özgürlük alanının sınırlarına ilişkin olarak kısa aralıklarla verdiği çelişkili kararlar, AK Parti'nin kapatılması konusu, ardından Ergenekon gözaltıları derken Türkiye'nin kadim tartışma başlıklarından biri olan yargı sorunu yeniden gündeme oturdu. Türkiye'de siyasi-ideolojik kutuplaşmanın keskinliği bu tartışmaya da damgasını vurmakta ve bu yüzden tarafları kısa zaman aralıklarıyla birbirine taban tabana zıt tezleri savunurken görmek mümkün olmakta. Hemen herkes rakip olduğu siyasi kadroya yönelik yargısal girişimi "hukuka derin saygı ve güven" hisleriyle karşılar ve herkesi de buna çağırırken; oklar kendi tarafına döndüğünde alabildiğine kuşkucu, hatta açıkça muhalif bir tavır sergilemekte.
AK Parti hakkında Yargıtay Başsavcısı'nın kapatma talebi sonrasında yaşanan tartışmalarla Ergenekon operasyonuyla bağlantılı olarak gerçekleştirilen gözaltılara verilen tepkileri karşılaştırmak manzaranın trajikomikliğini göstermeye yetecektir. Başta CHP ve Kemalist medya çevreleri olmak üzere resmi ideoloji muhafızı kesimler AK Parti hakkında kapatma talebini ne büyük bir olgunluk ve hukuki sadelikle karşılamışlardı değil mi? Yargıyı etkileyecek beyanlardan kaçınma uyarısı tekrar tekrar hatırlatılıyordu. Hatta Yargıtay Başkanı dahi bir bildiriyle Başsavcısına sahip çıkma gereği duyuyor ve devamında tam 26 adet Hukuk Fakültesi dekanının ortak imzalı bildirisiyle "yargıya yönelik yıpratma" çabaları mahkum ediliyordu.
"Yargıya Güven" Tavsiyeleri Aniden Unutuldu!
Sonra ne oldu? Ergenekon darbe yapılanması bağlamında Cumhuriyet gazetesinin şefi İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek gibi isimlerle birlikte gözaltına alındı ve malum zevatın hukuka güven duygularının birden bire buharlaştığı görüldü. Adeta Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar hakkında "atış serbest" talimatı verilmişçesine laik müfreze yaylım ateşi başlattı. Bu arada atlanmaması gereken bir husus da eleştirilerin, tepkilerin sadece gözaltılarla sınırlı kalmayıp, alttan alta Ergenekon yapılanmasını örtmeye yönelik söylemlerle zenginleştirilmesiydi! Laik koroya bakılırsa olan bitenin tümü AKP'nin fitnesiydi ve Ergenekon ise zaten "fasa fiso" idi!
Bu tutum alışılmadık bir tutum değil elbette. Geçmişte de benzeri örneklerle sıkça karşılaşıldı. İlginç olan, bu tiplerin hiç yüzleri kızarmadan bunca çelişkili tutumu bu kadar kısa süreler içerisine sığdırabilme maharetleri! Halkın yarısının oyunu almış bir partinin idamını "hukuki prosedüre saygı" gerekçesiyle soğukkanlı karşılamak gerektiğini söyleyenler, ilerlemiş yaşına rağmen darbecilik alışkanlığını terk edemeyen bir cuntacıyı savunurken hukuki prosedür falan takmıyorlar. Burada bir de uyanıklık yapıp, gözaltı işleminin çirkinliğini öne çıkartarak operasyonun mahiyetini gizleme çabası geliştirmekten de geri kalmıyorlar.
Duayen cuntacının gözaltına alınma şeklinin gayri insaniliğini gündeme getirenlerin çifte standartlarını, ikiyüzlülüklerini saymaya kalksak sayfalar yetmez. İslami kimlikli şahısların maruz kaldıkları gözaltılar, ev baskınları, işkenceler, soruşturmalar, mahkemeler ve benzeri konularla ilgili olarak bugüne kadar yazdıkları ve yaptıkları zaten insani değerler ve hukuka bağlılık açısından içtenliklerini, samimiyetlerini yeterince açık biçimde göstermekte! Cumhuriyet gazetesinin sayısız insan hakkında kullandığı "şeriatçı terör örgütü üyesi" yaftasını; fotoğraf altı "kilit adam" yakıştırmasını; adeta işkencecileri teşvik babından "Konuşursa pek çok cinayet aydınlatılacak!" manşetlerini unutmak mümkün mü? Aslında o kadar karmaşık olaylara gitmeye de gerek yok. Sadece Medine Bircan olayında takındıkları tavır dahi bu zevatın insani değerlere ne kadar saygılı olduklarını hatırlamamıza yardımcı olabilir!
Tutarsızlık o kadar yoğun ve belirgin ki, sirayet etmediği yer yok. Ahtapot gibi düzeni sarmış durumda. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'yı savunma adına bildiri yayınlayan Yargıtay Başkanı'nın Ergenekon operasyonu savcılarını savunma gereği duymaması ya da geçmişte Ferhat Sarıkaya'nın maruz kaldığı saldırılara karşı Yargıtay'ın herhangi bir itirazının olmamasını kimse garip karşılamıyor. Garip karşılamıyor, çünkü herkes yargı mekanizmasının nasıl işlediğini iyi biliyor. Herkes bu ülkede yargı kurumunun esas işlevinin hukuku değil, rejimi ve resmi ideolojik dayatmaları kollamak olduğunun farkında.
Nitekim kısa bir süre önce yapılan bir araştırma kamuoyunun yaygın bir biçimde paylaştığı bu kanaatin temelsiz olmadığını gösterdi. TESEV adına Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırma görevlisi Dr. Eylem Ümit tarafından yürütülen "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" başlıklı çalışma hakim ve savcıların "devletçi" zihniyetini ortaya koymaktaydı. İstanbul, Ankara, Trabzon ve Diyarbakır'da 12'si kadın toplam 51 hakim ve savcı ile birebir yapılan görüşmelerle hazırlanan raporda ilginç bilgiler yar aldı.
Kendilerine "Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?" diye sorulan hakim ve savcıların pek çoğunun tipik devletçi refleksle davrandıkları ve adaleti, hukuku ikinci plana ittikleri görülmekteydi. "Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız!", "Ülkem söz konusu olduğunda hukuk dinlemem!" gibi cevaplarıyla dikkat çeken söz konusu yargı mensuplarının yaklaşımlarının yargı kurumunun geneline hakim ruh halini yansıttığı açıktı.
Buna rağmen hala birilerinin afaki yaklaşımlarla yargı erkinin tarafsızlığından, bağımsızlığından dem vurması sadece komik bir görüntü oluşturmaktadır. Hele devam etmekte olan davalar hakkında konuşmama/konuşturmama kaygıları haddinden fazla işgüzarlıktır. Siyasetin adliye koridorlarıyla, mahkeme salonlarıyla bu kadar iç içe geçtiği bir ülkede "saf hukuk" söylemleri kimseye inandırıcı gelmez. Komedi genelde şu şekilde sürmektedir: Televizyon programlarında, gazetelerde, siyaset kürsülerinde sürmekte olan tartışmalı davalarla, yargılamalarla ilgili olarak herkes, her şeyi söylemekte, yorumlar yapmakta ve son olarak ise "Devam etmekte olan dava konusunda konuşmamak lazım!" türünden sade suya tirit laflarla cümlelerini bağlamaktadır!
Darbelerle anayasaların ilga edilip yenilerinin hazırlandığı; yüksek yargı organlarının brifing tezgahından geçirilip anti-irtica kıvamına getirildiği bir ülkede hakimlerin, savcıların basında yayınlanan haberler, yorumlar ya da görüntülerden etkilenmelerini engellemeye çalışmak saçmadır. Sürmekte olan davaları etkileme kudreti olan asıl güç basın yayın organlarında yayınlanan haberler, yorumlar değil; gerektiğinde sopa göstermekten de kaçınmayan resmi ideoloji muhafızı çevreler ve onların oligarşik nitelikli yapılanmalarıdır. Bununla birlikte "devam etmekte olan dava konusunda" diye söze başlandığında adeta yargı mekanizmasının harici etkilere tümden kapalı bulunduğuna dair örtük bir mesaj verilmiş olmaktadır. Böylelikle yargıya hakim devletçi, statükocu zihniyet örtülmeye; yargı erkine ilişkin yüceltme, tazim balonu daha fazla şişirilmektedir.
Bu tutum ne zamana kadar sürer? Ta ki, kutsal yargının mızrağı kendilerine dokunana kadar! O andan itibaren sanki düne kadar yargının tarafsızlığından, dokunulmazlığından, yıpratılmaması gerektiğinden söz edenler kendileri değilmiş gibi, devletlu zevat da veryansın etmekte bir beis görmezler.
Yargı Kutsaması Sadece Laik-Kemalistlerin Hastalığı Değil!
Aslında yargıya çifte standartlı, çelişkili yaklaşım eğilimi sadece laik-Kemalist çevrelerle sınırlı bir hastalık değil. Yargıya ve genelde de düzenin kurumlarına yaklaşımda kendine yönelik ne tür sonuçlar doğurduğuna bağlı olarak tavır geliştirmek kendilerini laik şirretliğin mağduru sayan "muhafazakar" kesimlerin de bir hastalığı. Elbette laik-Kemalist kesimin tutarsızlığına yetişmeleri mümkün değil. Mamafih oradaki yoğunluk ve netlikte olmasa da "yargıya güzelleme" tavrının yansımalarıyla "muhafazakar" çevrelerde de bolca karşılaşılmakta.
Bu yüzden tümüyle siyasi olduğu belirgin konularda dahi bazen "Bırakalım hukuk son kararı versin!" veya "Yargıya güvenmek lazım!" türünden sözlerin bu kesime mensup politikacı ya da gazetecilerce de sarfedildiğini görebiliyoruz. Burada sorun iki yönlü: Çoğu durumda pragmatik tavır ile düzen ideolojisinden kopulamamış olması iç içe geçiyor ve ortaya çelişkili görüntüler çıkarıyor. Örneğin "hoşlanılmayan siyasi davalar" ile ilgili olarak takınılan tavır genelde bu çelişkiyi yansıtıyor. Genelde solcular ya da Kürt milliyetçilerine ilişkin yargılamalar söz konusu olduğunda çoğu durumda suskunluk, hatta bazen statüko güçlerine destek verir pozisyonlar sergilenmesi dikkat çekiyor. Son dönemlerde DTP'lilere ve bizatihi DTP'nin kendisine karşı açılan davalara ilişkin yaklaşım bu tutumun taze örneklerini sunmakta.
Burada temel sorun ilkeyi değil, yararı esas almaktan ve kısa menzilli hedefler gözetmekten kaynaklanmaktadır. Yine bu bağlamda örneğin Danıştay'ın zorunlu din derslerine ilişkin kararına karşı çıkılırken Anayasa'da din derslerine ilişkin hükmün ardına sığınılması gibi; ya da Genelkurmay Başkanı'yla muhalefet partilerinin liderleri arasında yaşanan söz düellosunda siyasetten yana tavır almak yerine Genelkurmay Başkanı'nı destekleyen bir eğilim geliştirilmesi gibi tavırlar da tutarlı davranışlar olmasa gerek.
İlkesel açıdan yanlış olduğu gibi, bu tutumun sonuçları itibariyle de riskli olduğu görülmek zorunda. Neden mi? Çünkü işinize geldiğinde sarıldığınız ve yücelttiğiniz Anayasa maddeleri bir sonraki aşamada ayağınıza dolaşabilmekte ve bu kez Anayasa'ya yönelik itirazlarınız inandırıcılığını yitirebilmektedir. Aynı şekilde içeriği ister doğru ister yanlış olsun bir muhalefet liderinin eleştirilerine ordu bürokratının celallenip, posta koyması konjonktürel olarak menfaatinize görünse de uzun dönemde sizi de silindir gibi ezen militarizmi güçlendirecektir de ondan!
Adaleti Değil, Resmi İdeolojiyi Esas Alan Yargı Güvenilmezliğini Kendisi İlan Etmektedir!
Hiç tartışmasız, bu ülkede hiç kimsenin inkar edemeyeceği, görmezden gelemeyeceği boyutta bir yargı sorunu mevcuttur. İstiklal Mahkemeleriyle start verilen ve darbe dönemlerinde kurulu düzeni muhaliflerden koruma kaygısıyla sistemli hale getirilen bir yargı despotizmi tüm toplumu kuşatmaktadır. Keyfilik, usulsüzlük, resmi ideolojiye fanatizm derecesinde bağlılık ve halka güvenmeme, halkın iradesini hiçe sayma gibi tutumlar on yıllar boyunca yargı mekanizmasını şekillendirmiş ve işleyişini belirlemiştir. Aslında sadece siyasi kimliği bulunanlar değil, sıradan insanlar da yargı mekanizmasına karşı derin bir kuşku, güvensizlik hissetmektedirler. En genelde bu toplumun adalet duyguları sürekli karşılaşılan manzaralardan ötürü yıpranmış, incinmiştir.
Böylesi bir vasatta kimsenin çıkıp bir başkasına "yargıya güvenin" demesi bir mana ifade etmez. Nasıl etsin ki, bu sözü sıkça sarfeden Başbakan'ın kendisi bile geçmişte yargı despotizminin açık örnekleriyle karşılaşmış ve mağdur edilmemiş miydi?
Bilhassa yüksek yargı organlarının arka arkaya verdikleri akıl almaz kararlar herkesi net biçimde yargı mekanizmasının ideolojik tarafgirliği hususunda aydınlatmıştır. Aynı eylemi A şahsı yaparsa suç, B şahsı yaparsa suç değil; aynı eylem dün suç değildi, bugün suç manzarası ortada hukuk adına tam bir garabetin hüküm sürdüğünü göstermektedir. Sonuç itibariyle bu yargı mekanizmasına ve işleyişine güvenmemek gayet haklı, mantıklı bir tutumdur. Tam tersini yapıp karşıtlarına akıl verir tarzda "Yargıya güvenmek gerekir!" masallarını dillendirmek ise saçma ve de boş bir uğraştır!