Yargının Varlığı Hukuk Devleti Olmak İçin Yeterli mi?

Haksöz

Türkiye’de dönemler değişse de hukuk tartışması gündemden hiç düşmüyor. Anayasanın başlangıç maddelerinde devlet kendisini ‘hukuk devleti’ olarak tanımlasa da bu iddianın pratiğe oldukça farklı biçimlerde tezahür ettiği görülüyor. Dönemsel gelişmelerin meydana getirdiği iyimserlik ise ardı ardına karşılaşılan olumsuz manzaralarla buharlaşıp, yerini karamsarlığa bırakıyor. Köklü sıkıntılara geçici çözüm arayışlarıyla ve sistematik çarpıklıklara yüzeysel düzeltme girişimleriyle günü kurtarmaya yönelik adımlar ne yazık ki sadece sorunun devamına ve derinleşmesine hizmet ediyor.

AK Parti iktidarı döneminde yargı mekanizmasının işleyişine genel manada bakıldığında önemli gelişmelerin kaydedildiği, ciddi çabalar harcandığı ama hukuk devleti olma iddiasını sakatlayacak, anlamsızlaştıracak uygulamaların köklü biçimde tasfiye edilemediği görülecektir. Yargıdaki Kemalist bürokratik vesayeti aşma yönünde sürdürülen mücadelede elde edilen kazanımlar ne yazık ki 17-25 Aralık sürecinde Gülenci çetenin provokasyonu ile sarsıntıya uğramış, ardından 15 Temmuz darbe konjonktüründe tam manasıyla düşüşe geçmiştir.

Darbeci yapılanmayla mücadelenin ancak olağanüstü tedbirler ve yöntemlerle mümkün olduğu kabulünden hareket eden iktidarın uygulamalarının bu süreçte yargıyı büyük ölçüde araçsallaştırması neticesinde hukuk düzeni ağır darbeler almıştır. Kısa vadede hemen her iktidarın özlemi olan güç temerküzü hususunda elde ettiği birikim iktidar açısından avantaj gibi görünmekle birlikte uzun vadede hukuk sisteminin oturtulması, yerleşmesi açısından tam bir risk kaynağı teşkil eder hale gelmiştir.

Yargı Bağımsızlığı Temenni Olarak Kalmaya Mahkûm mu?

Yargı mekanizmasının iktidara yakınlığı-bağımlılığı Türkiye’de hiçbir zaman az olmamış, bilakis hep iktidar olmanın mütemmim bir cüzü olarak değerlendirilmiştir. Varoluş felsefesi itibariyle resmî ideolojinin kılıcı fonksiyonu yüklenmiş yargı mekanizması muhalif kesim ve anlayışlar üzerinde kurulu despotik tahakküm zemininin en işlevsel ve etkili aracı olarak görev yapmıştır. Mustafa Kemal’in “İnkılâbın kanunu her türlü kevaninin fevkindedir!” buyruğunu esas alan bir yaklaşımla rejimin/iktidarın ideolojisinin, ihtiyaçlarının, muhafazasının kanunların da hukukun da üstünde olduğu anlayışı yerleşmiş, kurumsallaşmıştır.

Bu mantığın yaklaşık bir asırdır bu ülke insanına yaşattığı sıkıntılar, zulümler ve haksızlıklar dindar-muhafazakâr toplum kesiminin her zaman gündeminde yer almış ve en son 28 Şubat sürecinde yaşandığı üzere muhatap olunan sistematik ve kitlesel dayatmalar büyük tepkilere neden olmuştur. 28 Şubat zihniyetinin yol açtığı tepki dalgasıyla iktidara gelen AK Parti ise aslında çok uzun bir zaman gerçek manada iktidar olamamış, asker-sivil bürokrasinin ve bilhassa da yargı oligarşisinin gölgesinde siyasetini sürdürmek zorunda kalmıştır.

Uzun bir süre bürokratik yargı mekanizmasının iktidarın hareket alanını ciddi biçimde kısıtladığı, adeta asıl iktidar merkezi gibi davrandığına şahit olduk. Oligarşik yargı zihniyeti bu dönemde başörtüsü yasa teklifinden ötürü AK Parti’ye açılan kapatma davası örneğinde de çok net biçimde görüldüğü üzere iktidarı adeta hacir altına almış bir tutum içindeydi. Bilahare yoğun mücadelelerden, kavgalardan sonra farklı süreçler yaşandı ve bu kez iktidarın yargıyı denetimi altına aldığı bir görüntü ortaya çıktı.

Ne enteresandır ki iktidar gücünden mahrum olduğu dönemde hukuk devleti prensibini çok net biçimde dillendiren, temel bir talep ve yükümlülük olarak vurgulayan AK Parti’nin son süreçte iktidarını pekiştirdikçe bu hassasiyetini geri çektiği ve yargıyı kontrol etme, yönlendirme tutumuna yöneldiği görüldü. Bu tutumun kimisi dolaylı, kimisi doğrudan tezahürleri ile her düzeyde karşılaşmak mümkündür.

Hukuk Düzeninden Ziyade Rejimin ve İktidarın Kollanması

Halen devam etmekte olan hukuk düzeniyle ilgili en temel zaaf özgürlük-güvenlik dengesinin güvenlikçi tutum lehine bir hayli bozulmuş olmasıdır. Ardı ardına yaşanan ve elbette hiçbiri basit, sıradan sayılamayacak olağanüstü sarsıntılarla adeta kimyası bozulan ve soğukkanlılığını kaybeden iktidarın devletçi refleksle hareket etmesinin en somut yansıması yargının statükocu tavrında görülmektedir. Devlet otoritesine ve güvenliğine tehdit kabul edilen düşünce ve eylemlerin, aykırı bulunan yaklaşımların çok kolay bir şekilde suç kapsamına alınması ve sert şekilde cezalandırılması eğilimi giderek daha sık karşılaşılan bir tavra dönüşmektedir.

Bu tavır ülke genelinde zaten çok köklü bir geleneği bulunan ancak AK Parti sürecinde büyük uğraşlar neticesinde ve ağır adımlarla da olsa aşılabildiği görülen korku atmosferinin yeniden palazlanmasına yol açmıştır. Öyle ki yargının, iktidarın önceliklerine ve kamuoyu gündemine bağlı olarak suç tanımını alabildiğine genişletmesi toplumun azımsanamayacak büyüklükteki bir kesiminde adeta her an bir şeylerle suçlanabileceği korkusunu doğurmuştur.

15 Temmuz sonrasında yürütülen FETÖ soruşturmaları ile kitlesellik kazanan bu durum farklı kesimlerden muhalif kimliğiyle bilinen isimlere, çevrelere yönelik davalarla genişleyerek sürmektedir. İktidarın sürekli biçimde ‘Yeni Türkiye’ vurgusu yapmasına karşın, ülke güvenliğine tehdit oluşturmaktan cumhurbaşkanına hakarete, darbe çağrısı yapmaktan yasak yayın bulundurmaya, Atatürk’ün manevi şahsiyetini tahkire uzanan geniş bir skala üzerine dizilen suç demetinin kapsamlılığı ne yazık ki özgürlük alanının korkuya yenik düştüğü eski Türkiye manzarasına dönüşü simgelemektedir.

Siyasi nitelikli davalarda savunma yapmak zorlaşmıştır. Savcılık iddianameleri, hatta kimi zaman mahkeme kararları gazete köşe yazılarına benzeyen ifadeler ve yorumlarla doludur. Pek çok iddianame suç isnadının somut ve objektif delillerini ortaya koyup sanığın eyleminin hangi kanun maddelerine aykırılık oluşturduğunu net biçimde ortaya koyarak tecziyesini talep etmek yerine, yargılanan kişilere adeta ‘masumiyetini ispatlama’ vazifesi tevdi etmektedir.

İktidarın Gücü Karşısında Yargının Edilgenliği

Her türlü farklı yaklaşımın, aykırı görülen düşünce ve örgütlenme çabasının devletin güvenliği gerekçesiyle müsamaha alanının dışına sürülmesi yargılamalarda hukukilik ilkesinden ziyade siyasi konjonktür ve tutumun merkeze alındığı izlenimini giderek güçlendirmektedir. Siyaset mekanizmasının pek çok meselede doğrudan taraf pozisyonu takınmasından ve elinde bulundurduğu medya gücüyle kamuoyunu yönlendirme çabasından yargının etkilenmemesi düşünülemez. Ama kimi durumlarda bununla da sınırlı kalınmadığı ve doğrudan etkileme, kontrol altına alma çabalarına girişildiği de görülmektedir.

Nitekim normal bir hukuki işleyişte sadece önlerindeki dosya ve mevcut hukuki mevzuatla baş başa olmaları gereken savcı ve hâkimlerin verecekleri kararlarla ilgili kendilerini ağır bir baskı altında hissettikleri aşikârdır. Siyasi iradenin arzusu istikametinde, talep edilen, beklenen yönde karar çıkmazsa yargı mensuplarının başlarına neler gelebileceği hususunda endişe yaşadıkları; sürgüne gönderilme, rütbe tenziline uğrama, görevden alınma, hatta terör örgütüyle iltisaklı olmakla dahi suçlanabilme korkusu ile hareket ettikleri bilinen bir gerçektir.

Genel hatlarıyla resmedilen ve doğal olarak olumsuzluklara, zaaflara dikkat çekilmeye çalışılan bu tablo geleceğe dair iyimserlik taşıyacak bir işleyişten çok uzaktır. Hiç şüphesiz bir yönüyle bu tablo iktidarın gücüne işaret edebilir. İşini de kolaylaştırabilir. Mamafih adalete hizmet etmez, hukuk devleti olma iddiasını ise boşa çıkartır. Kısa dönemde belirlenmiş hedeflere ulaşmak açısından avantaj sağlar gözükse de uzun vadede iktidar sahiplerine kaybettirdikleri kazandırdıklarından çok daha fazla olacaktır. Ama en kötüsü şudur ki hukuk düzeninde meydana getirdiği kalıcı hasarın telafisi mümkün değildir.

Ertelenemez Bir Sorumluluk: Adil Şahitlik

Tüm bu manzara bize ne tür bir görev yüklemektedir? Hiç şüphesiz İslami hassasiyet sahibi kesimlerin, çevrelerin tarafgirlik mantığıyla davranmak yerine sorumluluk bilinciyle hareket etmekle mükellef olduklarının altı çizilmelidir. Ve belki de öncelikle, hoşumuza gitmeyen, içimize sinmeyen, kalbimizin mutmain olmadığı birtakım uygulamalarla ilgili olarak maalesef son zamanlarda sıkça duyduğumuz “Ama onlar da bize şöyle şöyle yapmıştı!” türünden savunma cümlelerini ve elbette buna zemin teşkil eden zaaflı mantığı açık biçimde reddetmekle işe başlayabiliriz.

“Kendileri ve en yakınlarının aleyhine dahi olsa adaletten ayrılmama” emrinin muhatabı olan Müslümanların önleyici vuruş ya da rövanş mantığıyla değil her durumda herkes için adalet prensibiyle hareket etmeleri gerekir. Evet, ‘onlar’, her kim iseler, pek çok haksızlık yapmış, tahakkümlerini kesintisiz sürdürebilmek adına her türlü hukuksuzluğa meyletmiş, adaletsizliği kendileri için bir iktidar yöntemi olarak benimsemiş olabilirler. Sahip oldukları kimlik ve inançları onlarda bu yaptıklarının yanlış olduğuna dair bir hüküm tesis etmemiş, hatta hoş göstermiş bile olabilir. Ama bizim kimliğimiz, imanımız bize haksızlığa, zulme en küçük bir sapmanın bile haram olduğunu bildiriyor. Zulme meyletmenin neticesinin ateş azabı olduğunu vaz ediyor. Öyleyse asla haksızlık, hukuksuzluk işleme durumunda olamayız, kim yaparsa yapsın haksızlığa, zulme göz yumamayız!

Sadece dünya görüşü itibariyle yakın durduğumuz kişi ve çevrelerle ilgili haksızlıklarla sınırlı kalmamalı itirazımız. Alparslan Kuytul ve Furkan Vakfı’na yapılan haksız muameleleri, Tevhid dergisinin maruz kaldığı sindirme operasyonlarını, mevcut kanunlar hiçe sayılarak Hizb-ut Tahrir mensubu kardeşlerimize yapılan zulümlere elbette karşı çıkmalı, tüm bu zalimane, çarpık karar ve icraata karşı sesimizi yükseltmeliyiz. Ama sadece bu ve başka çevreden Müslümanların maruz kaldığı hukuksuzluklara değil, hiçbir ortak değerimiz, zeminimiz bulunmayan insanlara, çevrelere karşı işlenen hukuksuzluklara da adalet temelinde itiraz etmeliyiz.

Örneğin Osman Kavala hadisesinde yaşanan hukuksuzluk görmezden gelinebilir mi? Osman Kavala’nın siyasi-ideolojik kimliği bize ters gelebilir, Batılı devletlerle ve kuruluşlarla yakın teması işkillendirebilir ama Gezi olaylarının üzerinden 5 yıl geçtikten sonra kalkışmanın organizatörlüğünü yapmak ithamıyla tutuklanıp bir yılı aşkın süredir cezaevinde tutulmasını hukukla izah etmek mümkün değildir. Bu kadar uzun bir süredir tutuklu olmasına rağmen suçlanan kişinin mahkemeye çıkartılmamış olması, hatta hâlâ hakkında iddianame dahi hazırlanmamış olması savunma hakkının gasp edilmesidir.

Daha yakın zamanda cereyan eden bir başka hadise üzerinden aynı soruyu sorabiliriz: Müjdat Gezen’le ilgili işletilen süreç normal midir? Birlikte yaptıkları programda Metin Akpınar’ın çirkin sözleri yüzünden ortaya çıkan tepkiler üzerine Akpınar ile birlikte Müjdat Gezen de gözaltına alınıp ancak adli kontrolle ve yurt dışına çıkış yasağı ile serbest kalabilmiştir. Elbette siyasi-ideolojik kimliği ve tutumu yüzünden Müjdat Gezen’e hiçbir şekilde sempati duymamız mümkün değildir. Ama bu durum haksızlığa maruz kaldığı gerçeğini değiştirir mi? Cumhurbaşkanına yönelik olarak “Haddini bil” dediği için bir kişinin tutuklanmak üzere mahkemeye sevk edilmesi olacak şey midir?

Zorlama yoluyla konuşmalardan, yazılardan suç üretmeye kalkışmak ve bunu abartılı hukuki formlara sokarak gündemleştirmek zaten çeşitli kısıtlamalara maruz kaldığı bilinen ifade özgürlüğünün sınırlarının hepten daralmasını getirmez mi? Herhalde arzuladığımız şey, insanların korkuyla sustuğu ve düşüncelerini açıklamaktan çekindiği, sinmişliğe ya da ikiyüzlülüğe mahkûm edildiği bir toplum düzeni değildir, olmamalıdır! 

Sadece yakınlarımız, sevdiklerimiz, bizden bildiklerimiz için değil, herkes için, icabında hiç hoşlanmadıklarımız, sevmediklerimiz için de tutarlılıkla adalet talep etmeliyiz. Allah’ın bütün kullarına adaletle davranmanın şahitlik bilincinin yüklediği bir sorumluluk olduğu gibi, aynı zamanda tebliğ ve davet vazifemizin de bir gereği olduğunu unutmamalıyız. Hiç kuşkusuz tebliğ ve davet çabası tutarlılık zemininde gelişir ve muhatapları nezdinde de ancak tutarlı tutumlarla bütünleştiği oranda karşılık görür, etki doğurur.     

Şahit Olduklarımızdan ve Şahitlik Vazifemizi Yapıp Yapmadığımızdan Hesaba Çekileceğiz!

Maide Suresinin 2. ayetinde Rabb’ül Âlemin müminleri şöyle uyarıyor: “Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoymalarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup sakının…”  Ve yine aynı surenin 8. ayetinde Rabbimiz müminleri dikkatli ve ölçülü olmaya, aşırılığa düşüp adaletten sapmamaya ve haddi aşmamaya çağırıyor: “Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın…”   

Allah Teâlâ müşriklerin eylemlerine dikkat çekiyor, yaptıklarının zulüm olduğunu hatırlatıyor ama buna karşı nerede durulması gerektiğini de bildiriyor. “Ama müşrikler şöyle zulmetmişti, zulümde sınır tanımamıştı!” vb. gerekçeler ileri sürerek cezalandırma adına her şeyi yapabileceklerini düşünen, müşriklerin hadsizliklerinin kendileri için hareket serbestisi sağlayacağını düşünen müminleri ayetleriyle uyarıyor. Onların ölçüsüzlüklerinin müminlere de ölçüsüzleşme hakkı doğurmadığını çünkü müminlerin düşüncelerini, eylemlerini belirleyen, sınırlayan ilahi ölçüler bulunduğunu hatırlatıyor.

Yaşadığımız süreçte Türkiye çeşitli haksızlıklara, zulümlere sahne oluyor. Geçmiş dönemlerle kıyaslayıp yanlışları, çarpıklıkları önemsiz ya da tolere edilebilir addetmek doğru bir tutum değildir. Unutmayalım ki İslami camia geçmiş dönemlerde yapılanları sürekli biçimde tartışarak, cerh ederek, Kemalist resmî ideoloji savunucularının hukuksuzluklarını, zulümlerini kıyasıya eleştirerek gündem oluşturdu. Şimdi bir biçimde kendilerine İslamcılık sıfatı isnat edilen kadroların yapıp ettiklerini sırf “düşmanlarımız karşısında yıpranmasınlar” diye görmezden gelmek bizleri ve mesajımızı sadece bugün için çelişik konuma düşürmekle kalmaz, gelecek nesiller gözünde de değersizleştirir.

Bu yüzden geciktirmeden, ertelemeden herkes için adalet çağrısını her vesileyle dillendirmek, sesimiz çıktığı kadar yükseltmek zorundayız! Bu ses sadece mazlumlar, mağdurlar, haksızlığa maruz kalanlar için adil tutumumuzun yankısı olarak kalmayacak, belki daha önemlisi yanlışa meyledenlere, haksızlığa sapanlara karşı da uyarı sorumluluğumuzun ifası olacaktır.