Muhammed Reşid RIZA
Ekin Yayınları tarafından yayına hazırlanmakta olan EL-MANAR tefsirinin birinci cildinde yer alan bu çalışma, Dr. İbrahim Tüfekçi tarafından çevrilmiştir.
30- Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dedi. Onlar: ‘Bizler hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi herhalde Ben bilirim.’ dedi.
Yaratılış Kıssasına Giriş
Yaratmanın (tekvin) nasıl gerçekleştiği konusu kavranması zor olan ilahî meselelerdendir. Yüce Allah bu âyetlerde bize insanlığın yoktan var olma haberini, bizden önce geçen Ehl-i Kitab’dan nakledilenleri tekrar gündeme getirerek hikâye etmektedir. Yüce Allah bize birtakım soyut manaları somut biçimlerde temsilî olarak vermekte ve anlatmaktadır. Böylece bizler için -insanlarla konuşurken ve hakkı beyan ederken izlemiş olduğu yola uygun olarak- münazara ve karşılıklı diyalog üslubu içinde birtakım hikmetleri ve sırları açığa çıkarmaktadır.
Üstadımız Muhammed Abduh bu âyetlerin anlamlarının, zâhirlerine göre anlaşılması mümkün olmayan müteşâbih âyetlerden olduğu kanaatine varmıştır. Çünkü bu âyetler hitabet kuralına göre, ya istişare yani akıl danışmadır ki bu Yüce Allah açısından imkânsız bir olaydır ya da Allah Teâlâ’nın meleklere vermiş olduğu bir haber ve onların bu projeye itirazları, karşı delil ileri sürmeleri ve Allah'la tartışmalarıdır. Bu da hem Yüce Allah'a ve hem de O'nun meleklerine yakışmayan bir husustur. Ayrıca bu hareket dinimizin meleklerin “Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan”1 şeklinde beyan etmiş olduğu yaklaşımı ile de uyuşmamaktadır. Hocamız bu kıssanın anlaşılabilmesi için bir ön giriş olarak mealen şöyle demiştir:
İslâm bilginleri Allah Teâlâ’nın yaratıklara benzemekten “münezzeh” olduğu noktasında görüş birliği içerisinde olmuşlardır.2 Aklî ve naklî delil bu yaklaşımı destekler mahiyettedir. Dolayısıyla bu inanç itikat noktasında sağlam bir temeli oluşturmaktadır ki, başka şeyler hep bu inanca havale edilir. Söz konusu inanç Yüce Allah'ın yaratıklarına benzemekten tenzih edilmesidir. Şu halde Kitab’da veya Sünnet’te zâhiren tenzih akidesi ile çelişen birtakım ifadeler geldiğinde Müslümanların bu konuda iki yaklaşımları olmuştur:
Müteşabih Ayetleri Selef ve Halef Bilginlerinin Değerlendirmesi
1) Selef'in Metodu:
Selef'in bu konudaki metodu, Yüce Allah'ı tenzih inancıdır ki bu konuda akıl nakli destekler. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de tenzih akidesi şu şekilde ifadesini bulmaktadır: “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.”3 Bir başka âyet-i kerime ise şu şekildedir: “Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.”4 Selef metodu tenzihin yanında âyette ifade edilen hususun gerçek yüzünü anlamada meseleyi Yüce Allah'a havale etmektir. Öte yandan Yüce Allah'ın bu ifadesiyle ahlakımız, amelimiz ve ahvalimiz açısından istifade edeceğimiz şeyleri bize bildirdiğini, soyut kavramları bizim akıllarımıza yaklaştırıcı, havsalamıza aldırıcı ifadeler kullandığını da bilmeliyiz.
2) Halef’in (Sonradan Gelen Âlimlerin) Metodu:
Halef’in metodu te'vil etme metodudur. Halef âlimleri derler ki: İslâm dininin kuralları akıl temel alınarak konulmuştur. Şu halde bu kurallardan hiçbiri aklın dışına çıkamaz. Eğer akıl herhangi bir hususta kesin olarak şöyledir diyor, nakilde ise (Kur'ân'da ve hadiste ise) tam tersi yer alıyorsa, o zaman aklın kesin yargısı naklin zahirinin kastedilmediğine bir karine (delil) teşkil eder. Şu halde böyle bir naklin akla uygun olarak yorumlanan bir manasının olması şarttır ki, o mana te'vil aracılığı ile araştırılır.
Abduh der ki: Ben Yüce Allah'a, O'nun sıfatlarına ve gayb âlemine ilişkin konularda verilen haberleri olduğu gibi kabul etme ve işin gerçek yüzünü Cenab-ı Allah'a havale etme noktasında Selef'in metodu üzereyim ama bizler âyetleri anlamada her iki metot üzere yürüyoruz. Çünkü bir söz söylenmişse, bu sözün aklen yorumlanabilen bir faydası olması gerekir. Zira Allah Teâlâ manasından hiçbir şey anlamayacağımız şekilde bize hitap etmez.
Bu tefsirin kaleme alanı olarak benim görüşüme gelince: Ben -Allah'a hamdolsun- Selef âlimlerinin yolundayım ve onların gittikleri yoldan gitmekteyim. Bu yol üzere yaşayıp, inşaallah bu yol üzere öleceğim. Üstadımızdan başka âlimlerden ve bir de benim kendi açımdan bazı te'villeri zikretmemin nedeni şudur: İnsanları denemem sonucu ortaya çıktı ki filozofların, mütekaddimûn ve müteahhirûn bid'atçı mezheplerin nazariyelerinin ümmet içinde yayılması, Selef’in mezhebinin kabulü ve ona inanılması -genelde- bunların daha küçük yaşta doğru biçimde beyan edilmesine, ona aykırı olan görüşlerin hatalarının gösterilmesine ve bunlara uzun uzun cevap verilmesine bağlıdır. Biz Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarında nakil ile aklın bir arada cem edilmesi noktasında Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye ile İbn Kayyim el-Cevziyye'nin kitaplarından oldukça yararlanıyoruz. Ben şahsen kendimden örnek vereyim: Benim kalbim ancak bu kitapları okuduktan sonra Selef'in mezhebi karşısında bütünsel bir tatmine kavuşmuştur.
Biz bazı âyetler ve hadisler üzerinde öyle şüpheler duyduk ki, bu şüphelerin izale edilmesi ve onları taşıyan kimselerin Yüce Allah'ın kelâmının ve Peygamberimizin (s) sözünün doğruluğuna ikna edilmeleri, te'vil yapılmadıkça ve kuşku duydukları konular kendilerine misal verilerek, akıllarına ve kavrayışlarına sığdırılmadıkça çok zor görünmektedir. Birçok kelâm bilginiyle müfessir, Selef'in mezhebini beyan ederken işi Allah'a havale etmenin anlamlarını ve te'vilin ne demek olduğunu açıklarken hata etmişlerdir. Bu söylediklerimizin ayrıntısını Âl-i İmran Suresi’nin baş taraflarında bulmak mümkündür.
Öte yandan; “Aslolan aklî delildir. Sem'î (nakli) delili akla havale etmek gerekir ve bu delillerin akla mutlak olarak uygun düşmesi için te'vil edilmeleri şarttır.” diyenler -Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin de (ö. 727/1327) işaret ettiği üzere- hata etmişlerdir. Gerek aklî, gerek naklî delilin kat'î olanı ve olmayanı vardır. Aklî ve sem'î delillerin kat'î olanına karşı durmak mümkün değildir ki, bunlardan birini diğerine tercih edebilelim. Aklî ve naklî delilden birisi kat'î (kesin) delil ile çatıştığında mutlak olarak kat'î delilin tercih edilmesi gerekir. Aklî delilin zannisi ile naklî delilin zannisi birbiriyle çatıştığında menkul (nakli) delil aklî delile tercih edilir. Çünkü Yüce Allah'ın ve peygamberinin kelâmından “zann-ı galib” ile idrak ettiğimiz şey, bizim aklî nazariyyelerimizden yine zann-ı galib ile kavradığımızdan daha evlâdır. Zira aklî nazariyyelerimizde hata çok fazla olur. Dolayısı ile -sözgelimi- Hz. Âdem’in yaratılmasını konu alan âyetlerin zahirleri, insanların buna aykırı nazariyyelerinden daha önceliklidir. Yaratmanın esrarı, yaratılışın neden aşama aşama gerçekleştiği ve yaratılış nizamı hakkında ileri sürülen nazariyeler, kesinlik derecesine ulaşmadığı ve zannî kaldığı sürece Kur'ân âyetlerinin zahirinden daha öncelikli olamaz.
Bundan dolayı bir mü'mine gerekli olan Selef'in mezhebini kalben ve gönül huzuruyla kabul etmek ve başka nazariyelerle ilgilenmemektir. Eğer mü'minin kalbi ancak Arap dilinin üslubunun kaldırabileceği bir te'vil ile yatışıyor ve mü'min bunları ancak bu durumda gönül huzuruyla kabul edebiliyorsa bunda da herhangi bir sıkıntı ve beis yoktur. Çünkü Allah hiçbir nefse gücünün yettiğinden daha fazlasını yüklemez. Selef âlimleri bazı âyetlerin zahirlerini te'vil etmişlerdir. Nitekim İmam Ahmed (ö. 241/855) ve başka âlimler “maiyyet âyetlerini” yani Allah'ın mü'minlerle birlikte olduğunu ifade eden âyetleri te'vil etmişlerdir. Başka âlimler de başka âyetleri aynı şekilde zahirlerinden alıp te'vil etmişlerdir. Her şeyden önce bir mü'mine düşen Yüce Allah'ın kelâmının bütününü hak olarak kabul etmek ve bunun gerçek olduğuna inanmaktır. Yoksa mü'min, te'vil ettiği âyetleri kötü niyetle te'vil etmiş olur. Aynı şekilde Hz. Peygamber’den (s) din adına “sahih” olarak bize nakledilen haberleri de bir mü'min hiç kuşku duymaksızın kabul etmeli ve buna inanmalıdır. Arap diline uygun biçimde yapılan tefsire “te'vil” denmez. Te'vil yapılırken Allah Teâlâ’nın tenzih edilmesi, gayb âleminin hiçbir biçimde bu dünyaya benzetilmemesi gerekir.
Meleklerin Durumu
Buraya kadar söylediklerimizden sonra, şimdi Üstadımız Muhammed Abduh'un (ö. 1323/1905) el-Ezher Üniversitesi’nde üzerinde durduğumuz âyetleri ne şekilde tefsir ettiğini ele alabiliriz. Üstadımız bu âyetler hakkında yaklaşık olarak şöyle diyordu:
Meleklere gelince, Selef âlimleri melekler hakkında onların varlıklarını ve bazı amellerini Yüce Allah'ın haber verdiği yaratıklar olduklarını söylerler. Şu halde bize gerekli olan, meleklere iman etmektir. Meleklere iman etmek onların gerçek durumlarını bilmeye bağlı değildir. Biz onların gerçek mahiyetlerinin bilgisini Yüce Allah'a havale ederiz. Eğer haberlerde meleklerin kanatları olduğundan söz ediliyorsa biz buna iman ederiz. Fakat biz deriz ki: Bu kanatlar kuşların kanatları gibi tüyden veya başka bir maddeden yapılmış kanatlar değildir. Çünkü eğer meleklerin kanatları böyle olsaydı, biz onları görebilirdik ve yine nakilde onların bitki ve denizler gibi maddî âlemlerdeki işleri çekip çevirmekle görevli oldukları yer aldığına göre biz bu ifadeden kâinatta şu gördüğümüz âlemden daha latîf başka bir âlem olduğu ve o âlemin nizamıyla ve ahkâmıyla bizim bu âlemimizle ilişkisi olduğu sonucunu çıkarırız. Akıl bu söylediğimizin imkânsızlığına hükmetmez. Tersine bunun bizatihi mümkün olduğuna ve bunu bize haber veren vahyin doğruluğuna hükmeder.
Üstadımız der ki: İnsanlar meleklerin özünün ne olduğunu araştırmışlar, melekleri öğrenmeye ve anlamaya çabalamışlardır. Fakat onların içinde Yüce Allah'ın bu sırrı verdiği ve kendilerini bu sırra muvaffak kıldığı kimseler azdır. Din ancak ve ancak bütün insanlar için bir yol kılınmıştır. O zaman doğru olan davranış; gayb âlemine gerçek yüzünü araştırmaksızın iman etmekle yetinmektir. Çünkü insanları bu araştırmayla mükellef kılmak ya da bunun bilgisiyle yükümlü tutmak, hemen hemen “güç yetmeyen bir şeyi yapmakla sorumlu tutmak” anlamına gelir. Yüce Allah'ın bu konuda fazladan özel ilim verdiği kimseye gelince bu Yüce Allah'ın bir ihsanıdır ve Allah onu dilediği kimseye verir. Mü'minlerin Emiri Hz. Ali’nin (ö. 40/661) bu sözünü ettiğimiz özel ledunnî ilme sahip olduğuna dair rivayetler vardır. Hz. Ali’ye sorarlar: “Hz. Peygamber (s) size özel bir ilim verdi mi?” O şöyle cevap verir: “Hayır. Toprağa atılan taneyi orada yaran ve bütün ruhları yoktan var eden Allah'ın adı üzerine yemin ederim ki, özel ilim ancak Yüce Allah'ın bir kuluna Kur'ân'ı anlama yeteneği bahşetmiş olmasıdır.”
Âyetlerde yer alan bu karşılıklı konuşmalara gelince, bu Yüce Allah'ın melekleriyle kendi arasındaki bir durumdur. Allah Teâlâ bu kıssada bize meleklerle arasında geçen diyalogu, söz söyleme, müracaat etme, soru sorma ve cevap verilme şeklinde tasvir ediyor. Biz bu sözün gerçek mahiyetini bilmiyoruz. Fakat biz biliyoruz ki; bu karşılıklı konuşma bizim yaptığımız gibi değildir ve burada seçilen ifadelerle belirtilmek istenilen manalar vardır. Bunlar, Âdem'in yaratılmasından önce Yüce Allah ile O'nun kâinatı Âdem'e hazırlaması ile ilgili hususlarla, insan türünün yaratılması konusunda melekleri ile ilgili ve bir diğeri de insanın kerametinin ve üstünlüğünün beyanı ile ilgilidir.
Meleklerin gerçek nitelikleri onlarla Yüce Allah arasındaki konuşmanın ne şekilde cereyan ettiği yolundaki araştırmanın arkasından elde edilecek faydalara gelince bunları birkaç yönden ele almak mümkündür:
1- Allah Teâlâ, azameti ve celâliyle birlikte yaratıklarının yaptığı işte gözettiği hikmeti, yaratmada onların anlayamadıkları sırları sormalarından hoşnut olur. Özellikle de bu konuda kafa karışıklığı yaşıyorlarsa! Soru sormak sözle olabildiği gibi lisan-ı hâl ile ve kulun aradığı bilgiyi bol bol vermesi için bizzat O’na yönelmekle de olur. Allah Teâlâ'nın öteden beri izlemiş olduğu yol, ilmî araştırma, akıl yürütme ve ilham verme gibi yollarla kendi bilgi kaynaklarından kullarına bilgi vermek olmuştur. Belki de meleklerin Yüce Allah'ın ilminden istifade etmek için -bizim hiçbirimiz tarafından bilinmeyen- gittikleri başka bir yolları vardır. Dolayısıyla meleklerin sordukları soruyu bu şekilde yorumlamamız mümkündür.
2- Allah Teâlâ'nın meleklere gizli kalan, onların bilmediği sırları ve hikmetleri bulunduğuna göre, bizim bilmediğimiz sırlar ve hikmetler haydi haydi vardır. Şu halde insanoğlu yaratıkların esrarının tümünü bilmeye, hikmetlerini kavramaya heves etmemelidir. Çünkü insana ilim adına ancak çok azı verilmiştir.
3- Yüce Allah hayret içinde olan meleklere doğru yolu göstermiş, kendilerine boyun eğme ve O'nun hükmüne teslim olma tavsiyesini verdikten sonra delil ikame etmek için sorularına cevap vermiştir. Bunlar, Yüce Allah'ın onların bilmediğini kendisinin bildiğini, Hz. Âdem’e isimleri öğrettiğini haber vermesinin ardından olmuştur. Daha sonra Yüce Allah ileride açıklaması geleceği üzere o isimleri meleklere arz etmiştir.
4- Bu meleklerle olan diyalogun bir diğer hikmeti, insanların kendisini yalanlamasına, inkârlarına bir delilleri olmadığı halde Hz. Peygamber'in peygamberliği konusunda kendisi ile tartışmalarına karşı ona teselli verilmesidir. Mele-i a'la (yüce topluluk) Yüce Allah ile dava gören, bilmedikleri hususlarda açıklama ve burhan (delil) talep eden kimseler olarak temsil edildiklerine göre; insanlar haydi haydi mazurdurlar. Ve peygamberlerin onlara tıpkı Yüce Allah'ın mukarreb meleklere davrandığı gibi davranmaları haydi haydi gerekir. O halde ey Peygamber! Sana düşen seni yalanlayanlara karşı sabretmektir. Senden doğru yolu göstermeni isteyenlere yol göstermen ve davet ehlinin karşısına apaçık delillerle çıkmandır. İşte bu âyetlerle daha önceki âyetler arasında irtibatı sağlayan yön de bu noktadır. Bir diğer irtibat noktası ise ifadenin hâlâ Kitab ve onun üzerinde hiçbir kuşku bulunmadığı, Hz. Peygamber ve onun Allah'ın vahyini tebliğ edişi ve onunla Allah'ın kullarına doğru yolu göstermesi, insanların Kitab ve Hz. Peygamber hakkında farklı düşünmeleri noktaları üzerinde durmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in özelliklerinden birisi de birbirine yakın veya farklı olmak üzere bir sorundan bir diğerine geçebilmesidir. Ancak ilginç olan yön, farklı meseleleri ele alan bütün bu âyetlerin bir tek siyâkta (ifade akışı içinde) olmasıdır.
Halef âlimlerine gelince, bunların içinde meleklerin hakikatinin ne olduğu hakkında söz edenler ve melekler için tarif yapanlar olmuştur. Bunlardan bazıları ise meleklerin gerçek niteliklerinden ve tanımlarını yapmaktan kaçınmışlardır. Ancak Halef âlimleri meleklerin kavrayan ve bilen kimseler oldukları noktasında görüş birliği içindedirler. Üzerinde durduğumuz âyette yer alan kıssa -onların yaklaşımlarına göre- bir temsil babında gelmiştir. Amaç, Hz. Âdem’in yaratılması hali hakkında bilinmesi faydalı olan şeyleri ve bu yaratılışın mertebesi ile özelliklerine dair yararlı malumatı insanlara kavratmaktır.
Yüce Allah meleklere kendisinin yeryüzünde bir “halife” yaratacağını haber vermektedir. Melekler bu haberden Allah'ın (c.c.) yeryüzünde halife kılacağını ve bu türün fıtratına mutlak irade sahibi ve yapacağı işte sınırsız bir ihtiyar sahibi olma özelliğini bahşettiğini anlamışlardır. Meleklerin anladığı bir diğer husus ise Allah Teâlâ'nın bir halife yaratacağı bu türün karşısına çıkan işlerden birbiriyle çelişik olanlar arasında yapacak olduğu tercihin kendi bilgisine göre olacağıdır. Ve bilgi, maslahat ve menfaatleri her yönüyle kuşatıcı değilse o zaman insan, iradesini maslahatın ve hikmetin aksi yönünde kullanacaktır. İşte bu da fesattır ve bu fesadın meydana gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü kuşatıcı ilim ancak Yüce Allah'ın ilmidir.
Melekler bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bu tür bir varlığı nasıl olup da yaratacağına hayret ettiler ve Allah Teâlâ'ya yönelerek -eğer konuşuyorlarsa- söz diliyle veya lisan-ı hâl ile bu konuda bilgi sahibi olmak ve bu türün yaratılmasının neden düşünüldüğünün beyanını ve hikmetini istemek için o soruları sordular. Allah Teâlâ bunu “dedi” kelimesiyle ifade buyuruyor. Çünkü Yüce Allah'ın kendilerini doğru yola iletmek için Kur'ân'ı indirmiş olduğu beşer nezdinde bilgi almak ve soru sormak için bilinen yöntem bu yöntemdir. Nitekim Allah Teâlâ gökler ve yeryüzü için de “dedi” ifadesini bu nedenle kullanmakta ve “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek gelin dedi. İkisi de 'isteyerek geldik' dediler.”5 diye haber vermektedir.
Yüce Allah'ın gerek ilham ve gerekse bildirme yollarından bir başka yolla meleklere verdiği ilk mesaj; boyun eğmelerinin ve her şeyi bilen Yaratıcıya teslim olmalarının gerekliliği idi. Çünkü herhangi bir meseleyi kavramada bir şahsın bilgisinin yetersiz kaldığı veya o meselenin nasıllığı hakkında şaşırıp kaldığı noktada ondan daha âlim olanın bilgisi bunu kavrayacaktır. İnsanoğlunun bir özelliği de karşılaştığı problemin çözümünü -kendi kanaatine göre ortaya çıkması ne kadar uzak bir ihtimal olursa olsun- kendisinden daha bilgin olduğuna inandığı kimseye havale etmektir. Abduh, bununla ilgili tasavvufta tarikat şeyhlerinin müritleriyle olan durumunu örnek vermiştir.
Bu söylediğimize bir başka örnek ise çağımızda medeniyette ve sanayide ilerlemiş ülkelerin insanlarının birtakım işlerin ve işlemlerin artık mümkün olduğuna inanmalarıdır. Oysa bunlar -fen bilimlerinde ileri gitmiş bazı büyük bilginler bir yana- başka hiç kimsenin mümkün olacağını tasavvur etmediği şeylerdir. Bu insanlara bilginlerin şöyle bir işlemi yapmaya çaba harcadıkları söylendiğinde -bunu nasıl gerçekleştireceklerini- kavrayamasalar bile söylenen sözün doğruluğuna inanmaktadırlar.
Çünkü elektrik akımı ile haberleri bir veya birkaç dakika içinde uzak yerlere nakletmek için kablo yapan bu kimseler, kendilerinin bu haberleri kablosuz da ileteceklerine inanmaktadırlar ve nitekim bu gerçekleşmiştir ve onlar sesin iletilmesi yanında konuşanın görüntüsünün de birlikte iletilmesini sağlayacak bir cihazı yapmanın mümkün olduğuna da inanmaktadırlar. Ve şu anda çabaları bu yöndedir. Bu sanat türünde çalışan kimseler bize bunun mümkün olduğunu söylüyorlarsa biz onların söylediklerine hiç tereddüt etmeden inanırız. Bizim bu inancımız söylendiği üzere kör bir taklit ve teslimiyet değildir. Aksine bu delile dayanan bir tasdiktir ki bunun püf noktası -araçların aynı olduğunun bilinmesi ardından- sonradan olacak şeyi önceden bilfiil olmuş olana kıyas etmekten ibarettir.
Melekler, Yüce Allah'ın fiilleri hakkındaki şanını bizden daha iyi bilirler ve yine onlar bilirler ki Yüce Allah her şeyi bilen ve her şeyi yerli yerince yapan hikmet sahibidir. Melekler halife yaratılması haberi karşısında hayretten ne yapacaklarını şaşırmış iseler de en küçük bir uyarı hemen onları “yakîn” (kesin bilgi) noktasına getirmiştir. Bu nedenle Yüce Allah âyetin devamında; “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde Ben bilirim.”6 demiş ve O’nun bu cevabı melekler için son derece ikna edici cevap olmuştur.
Üstelik âlim ve kâdir olan Allah'a bu çeşitten bir teslimiyet belki o hayreti gidermeyebilir ve hayrete düşenin ruhunda meydana gelen huzursuzluğu ortadan kaldırmayabilir. İnsan nefsi sadece ve sadece varlık âleminde zuhur eden ve kendisini karşısından hayrete düştüğü o durumun iç yüzünü anlarsa ve onun esrarına ve hikmetlerine bilfiil vâkıf olursa sükûnet bulabilir. Bundan dolayı Yüce Allah meleklere, bu insan olan halifeyi yaratmadaki hikmetine, yaratılması esnasındaki sırrına dair onların ilmini tamamlayıcı bilgiler verdi ve Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra o isimleri -ileride geleceği üzere- meleklere arz etti. Melekler; bu halifenin fıtratında ve yeteneğinde onların bilmedikleri bir bilgi olduğunu öğrendiler ve onun hangi özelliği dolayısı ile yeryüzünde hilâfet makamına layık olduğunu anladılar. Bir de yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan dökeceği yolundaki tahminlerinin insanın halife kılınışın hikmetini, faydasını ve yüksek mertebesini gideremeyeceğini anladılar. Onların tahminlerinin ilim mertebesini, onun faydasını, âlemin sırrını ve hikmetini giderememesi sana yeter.
Biz öğrendik ki; Selef ve Halef âlimleri, Yüce Allah'ı kendisine layık olmayan, yaratıklara dair özelliklerden tenzih etmekte ve meleklerin kendilerine layık olmayan itiraz veya inkârdan masum oldukları noktasında görüş birliği içindedirler. Bu netice ve sonuç açısından meseleyi Yüce Allah'a havale edip, O'na teslim olmakla âyetleri te'vil edip anlamaya yakın hale getirmek arasında hiçbir fark yoktur. Allah her şeyi bilendir. Şimdi üzerinde durduğumuz âyetlerin ayrıntılı olarak tefsirine geçebiliriz.
Daha önceki açıklamalarımızdan anlaşıldı ki; bu âyetler, “Kitab”ı, onu getiren “Peygamber”i ve o Peygamber’in davet ettiği “insanları” konu alan daha önceki âyetlerle birbirine irtibatlıdır. Bu âyetler Hz. Peygamber'in (s) delilini ve davetini ortaya çıkarıyor. Şöyle ki, melekler bilgiye muhtaç olduklarına ve o bilgiyi Yüce Allah'tan kendi hallerine uygun bir yöntemle aldıklarına göre, insanoğlu bu bilgiye haydi haydi muhtaçtır. Çünkü beşerin tabiatı her şeyi ve bu arada bilgiyi, çalışıp çabalayarak elde etme niteliği üzerine yaratılmıştır. Bu âyetler diğer yandan Hz. Peygamber'e teselli vermektedir. Çünkü insanoğlu bilmediği bir şeyi hakkında tam bilgi sahibi oluncaya kadar inkâr etmeye meleklerden daha yatkındır ve insanlar tevbe etme, hata ettikten ve günah işledikten sonra ondan dönme karakteri üzere yaratılmışlardır. Yeryüzünde fesat çıkarma, hakkı inkâr, hakka çağıran davetçiye karşı gelme, Hz. Peygamber’in (s) kavminin sonradan uydurduğu bir bid'at değildir. O ancak fikir ehlinin ve beşer tabiatının yaratılış mayasında mevcuttur.
‘Halife’ Kavramından Anlaşılan
Öte yandan müfessirleri “halife” kelimesinin anlamı açısından iki gruba ayrılmış görmekteyiz: Bazı müfessirler bu sözcüğün yeryüzünde “hayvan-ı nâtık” (konuşan canlı) türünde bir veya birden çok sınıf olduğuna ve bunların dünyadan yok olup gittiklerine işaret ettiği kanaatindedirler. Onlara göre Yüce Allah'ın yeryüzünde halife kılacağını haber verdiği bu sınıf, işte o yeryüzünden silinip giden önceki neslin yerini alacak ve onların yerine geçecek olan sınıftır. Nitekim Yüce Allah, o nesillerin helâkinin zikri ardından şöyle diyor: “Sonra da nasıl davranacağınızı görmemiz için onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Onların yerine sizi getirdik.)”7 Bu birinci gruptaki müfessirler derler ki; bu yeryüzünden silinip gitmiş olan sınıf ve tabaka yeryüzünde fesat çıkarmışlar ve kan dökmüşlerdi. İşte melekler sordukları soruyu bu duruma kıyas ederek çıkarmışlar ve sormuşlardı. Çünkü halifenin, yerini aldığı kimseye uygun olması ve -insanın aklına ilk anda geldiği üzere- o kabilden olması gerekir. Fakat sonraki gelecek olanın her yönden öncekiyle aynı olacağına dair elde bir delil mevcut olmadığından ve sonradan gelenin önceki gibi olacağı halifeliğin gereği bulunmadığından dolayı, Yüce Allah meleklere; “Kendisinin, onların bilmediği şeyleri bildiği” şeklinde cevap vermiştir. Onların, bu halifenin önceki halifeden hangi noktalarda üstün olduğunu ve Yüce Allah'ın bu konuda gözetmiş olduğu üstün hikmetleri bilmediklerini, bunu sadece kendisinin bildiğini vurgulamıştır. Üstadımız der ki: Eğer bu müfessirlerin sözü doğruysa o zaman Hz. Âdem yeryüzündeki canlılar arasında akleden türün ilki değildir. O ancak “hayvan-ı nâtık” (düşünen canlı) türünden yeni bir tâifedir. Bu yeni taife yeryüzünden silinip giden önceki tâifeye veya tâifelere (zümrelere) zat ve yapı taşı itibariyle benzemekte, ahlâk ve huy açısından bazı yönlerde ise ayrılmaktadır.
Bu ekolün görüşleri en güzel biçimde ancak böyle yansıtılabilir ve onların görüşlerine dair söylenebilecek en fazla söz bundan ibarettir. Onların bu görüşlerine Müslümanlar Farslıların (Acem) mitolojilerinde de rastlamışlardır. Bu mitolojilerden veya hurafelerden birisi de şudur: Rivayete göre Hz. Âdem’in yaratılmasından önce yeryüzünde “hınn” ve “binn” ya da “tımm” ve “rımm” dedikleri yaratıklar yaşamaktaydı. Çoğunluk Hz. Âdem’in yaratılmasından hemen önce yeryüzünde yaşayan yaratıklara “cinn” adını veriyor. Bunların içinde o tâifeye “hınn” ve “binn” adını verenler diyorlar ki, bunlar yeryüzünde cinlerden önce yaşıyorlardı ve yeryüzünde fesat çıkarınca Yüce Allah onları -daha önce geçtiği üzere- helak edip yok etti. Bu âlimler görüşlerine şöyle devam ediyorlar: Yüce Allah bu tâife üzerine İblis'in başkanlığında meleklerden bir ordu gönderdi. Bu ordu cinlerle savaştı ve onları yerle bir ederek adalara ve denizlere sürerek darmadağın etti. Ancak bu iddiayı savunan âlimlerin ellerinde anlattıkları bu kıssaların doğruluğuna dair İslâm'dan kendilerini destekleyecek herhangi bir delil yoktur. Ne var ki, bu konuda kavimlerin ağızdan ağza nakledegeldikleri ve geneli itibariyle üzerinde müttefik oldukları önemli bir konuyu haber veriyorlar. Üzerinde ittifak edilen nokta -daha önce dediğimiz üzere- Hz. Âdem’in yeryüzünde sakin olan akıllı canlıların ilki olmadığıdır.
Buraya kadar “halife” kelimesinin tefsiri hakkında birinci grubu oluşturan âlimlerin görüşlerini yansıtmış olduk. Buna karşılık karşı gruptaki bilginler âyetin manasının “Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım.” şeklinde olduğunu belirtiyorlar. Bundan dolayı insanoğlunun yeryüzünde “Allah'ın halifesi” olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık.”8 Ağır basan ihtimal, halife kelimesinden asıl maksadın, -Yüce Allah daha iyi bilir- halifenin Hz. Âdem ve onun neslinden gelen insanlığın tamamı olduğudur.
Şimdi hilâfetin ne anlama geldiği üzerinde duralım: Bu “halife kılmak”tan maksat, bazı insanların bazılarına halife kılınması mıdır? Yoksa bazılarının başkalarına halife kılınması mıdır?
Yüce Allah'ın insanlar hakkında geçerli olan âdeti; ahkâmını aralarından seçtiği bazı insanların vasıtasıyla öğretmek ve onların aracılığı ile uygulamaktır. Yüce Allah’ın bundan amacı; bu sayede insanın kendisine halife olmasıdır. İnsan, Yüce Allah ahkâmını ve vad'î kanunlarını (yani şer'î kanunlarını, çünkü şeriat ilahi bir vad'dır) nasıl ortaya koymuş ve açıklamışsa, aynı şekilde O'nun hikmetlerini, tabiî ve yaratılışa ait kanunlarını ortaya koymuştur. Bundan dolayı, hilâfetin manasının Yüce Allah'ın insan türünü diğer yaratıklardan ayrıcalıklı kıldığı her şeye şamil ve kapsayıcı olacak biçimde genel olması mümkündür. Vahyin dile getirdiği tecrübenin ve gözle müşahede etmenin delâlet ettiği bir nokta; Yüce Allah'ın âlemi farklı ve çeşit çeşit yaratmış olduğu ve insan türü dışında her bir türe belli, muayyen bir özellik verdiği ve her türün bu özelliğin dışına çıkamadığı gerçeğidir. Buna karşılık, -melekler gibi- ancak vahiy yoluyla bilebileceğimiz yaratıklara gelince; bunlar hakkında, vazifelerinin sınırlı olduğunu gösteren âyetler ve hadis-i şerifler mevcuttur: “Onlar, bıkıp usanmaksızın gece-gündüz tesbih ederler.”9 “Şüphesiz biz orada sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah'ı tesbih ederiz.”10 “Saf saf dizilmişlere, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki ilahınız birdir.”11 “Söküp çıkaranlara, yavaşça çekenlere, yüzdükçe yüzenlere, yarıştıkça yarışanlara, iş düzenleyenlere andolsun.”12 Bu son âyeti orada sıralanan fiilleri yapanların melekler olduğu yaklaşımına göre örnek veriyoruz. Daha meleklerin, birçok tâifeden oluştuklarını ve her tâifenin belli bir vazifesinin olduğunu ifade eden birçok âyet-i kerîme göstermek mümkündür. Hadis-i şerif'lerde13 meleklerin içinde kıyamete kadar daima secde eden ve sürekli rükû halinde bulunan melekler olduğu ifade edilmiştir.
Buna karşılık düşünerek ve deney vasıtasıyla bilebildiğimiz şeylere gelince; bunlar madenlerin, cansızların durumu gibi durumlardır. Bunların bilgileri olmadığı gibi herhangi bir amelleri de yoktur. Bitkilerin durumuna gelince, onların hayatlarının etkisi bizzat kendilerinedir. Bitkinin ilmi ve iradesi olduğu var sayılsa bile bu bilgi ve iradenin bitkilerin hareketlerini, Yüce Allah'ın hükmünü ve yaratıklar üzerindeki âdetini beyan edici kılmakta herhangi bir etkisi yoktur. Bitkinin belli ve sınırlı bir yeteneği, yine sınırlı ilhama dayalı bilgisi ve mahdut bir hareketi vardır. Durum böyle olduğu için bitki, bilgisine, iradesine sınır olmayan hükümleri ve kanunları sayılıp bitmekle sonu gelmeyen, yaptığı amellerin ve tasarrufların nihayeti olmayan Yüce Allah için halife olmaya elverişli değildir.
İnsana gelince, Yüce Allah onu kitabında ifade buyurduğu üzere zayıf “Çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”14 ve cahil yaratmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı.”15 Fakat insan zayıf ve cahil olmasına rağmen, ibret almayı bilen kimse için bir ibret numunesidir ve hayret uyandıracak bir varlıktır. Çünkü o zayıf olmasına rağmen güçlü olan varlıklar hakkında tasarrufta bulunur, kendi yaratılışını bilmediği halde bütün isimleri bilebilir. Bir hayvan ilham yoluyla kendisine faydalı ve zararlı olan şeyleri öğrenmiş olarak dünyaya gelir ve kısa zamanda gücü kemale erer. İnsan ise ilham adına, vıyak vıyak ağlamaktan başka herhangi bir şey öğretilmemiş olarak dünyaya gelir. Sonra kendi dışındaki diğer canlılara oranla peyderpey ve yavaş yavaş hissetmeye ve duymaya başlar. İnsana bir başka güç daha verilir. Bu güç; insanın şuuru ve duyularıyla birlikte öyle bir harekete geçer ki, insan onun sayesinde şu kâinata hâkim olup, üzerinde otorite kurar ve insan bu garip gücün elverdiği biçimde kâinatı emri altına alır ve kendine boyun eğdirir.
O güç, adına “akıl” dedikleri ve fakat sırrını bilmedikleri, hakikatini ve iç yüzünü kavrayamadıkları garip bir güçtür. Bu akıl gücü öyle bir güçtür ki, diğer hayvanlara fıtraten bahşedilmiş olan ve kendilerini soğuktan, sıcaktan koruyan elbiseye, kürke insanı muhtaç olmaktan kurtarır. Diğer hayvanların gıdalarını elde ettikleri, kendilerini savundukları, düşmanlarına hücum ettikleri organlara muhtaç bırakmaz ve bunun dışında diğer hayvanlara kendi çabaları olmaksızın bahşedilen başka yeteneklere de muhtaç kılmaz. Hatta insan akıl gücüyle bu zamana kadar gerçekleşmiş hayret verici keşif ve icatları yaptığı gibi bundan sonra da tahmine ve takdire sığmaz keşifleri ve icatları yapacaktır.
İnsanoğlu bu güç sayesinde yetenekleri sınırsız, istekleri hudutsuz, bilgisi ve fonksiyonları nihayetsiz bir hale gelir. İnsanoğlu fert fert zayıf olmakla birlikte toplamı itibariyle kâinatta Yüce Allah'ın izni ve fırsat vermesi sayesinde sınırsız tasarruflarda bulunur. Öte yandan Allah Teâlâ bu yetenekleri ve doğal kabiliyetleri insana yaratıklarının sırları ortaya çıksın, yeryüzündeki mülkü belli olsun ve yeryüzünün âlemleri insana boyun eğsin diye vermiştir. Allah Teâlâ insana öyle hükümler ve hukuki düzenlemeler (şeraî') vermiştir ki, bunlarla insanın yapacağı fiilleri ve ahlâkını sınırlamıştır. Bu sınır insan fertlerinin ve zümrelerinin diğer fertlere ve zümrelere zulmetmesinin ve azgınlıkta bulunmasının önüne geçer. Bu hükümler insanoğluna kendi kemaline erişmesi hususunda yardımcı olur. Çünkü bunlar insanoğlunun bütün bu meziyetlerine kaynaklık eden aklı için bir mürşit ve bir mürebbidir. İşte bundan dolayı Cenab-ı Allah, insanı yeryüzünde halife olarak yaratmıştır. İnsan bu hilafet vazifesine yaratıklar içersinde en layık olandır.
Bu sözünü ettiğimiz hilâfet açısından insanoğlunun eserleri yeryüzünde zuhur etmiştir. Biz insanlığın madenler ve bitkiler hakkında hayrete değer faaliyetlerini müşahede ettiğimiz gibi karada, denizde ve havadaki faaliyetlerini de görmekteyiz. İnsan her gün bir şey icat edip bir buluş yapmakta, bir fen meydana getirmektedir. İnsan her gün bir keşif ve buluş yapmakta, yeni bir yenilik getirmekte ve çalışmaktadır. Hatta insan yeryüzünün şeklini değiştirmiş, katı olan kısımları yumuşatmış, çamurlu olan toprağı verimli, harap olan toprakları imarlı hale getirmiştir. İnsanlık çölleri denizlere veya haliçlere çevirmiştir. İnsan aşılama yoluyla bitkilerden çifter çifter elde etmiştir. Sözgelimi “Yusuf Efendi” dedikleri mandalina ağacında olduğu gibi. Yüce Allah mandalinayı insan eliyle yaratmış ve insanın çabalaması sayesinde o ağacı var etmiştir. İnsanoğlu hayvan türleri içinde de birtakım işlemlerde bulunmuş, onlara dilediği eğitimi ve gıdayı vermiş, istediği şekilde doğum yaptırmıştır. Sonunda o hayvanın yaratılışında, davranışında ve türlerinde değişiklikler zuhur etmiştir. Böylece hayvan türleri içinde büyük ve küçük, ehlî ve vahşi türler meydana gelmiştir. İnsan bu türlerin her birinden yararlanmakta ve onları kendi hizmetinde kullanmaktadır. Tıpkı yaratılışı güçlü olanı ve diğer yaratıkları kendi emrinde kullandığı gibi.
Yüce Allah'ın insanı bu yeteneklerle birlikte yeryüzünde halife kılması, onun her şeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösteren hikmetinden değil midir? İnsanoğlu bu halifeliği yaparken Yüce Allah'ın sünnetini uygulamakta, O'nun yaratmada hayret uyandıran noktalarını, yaratıkları üzerindeki esrarını, hikmetlerinin parlak örneklerini, ahkâmının faydalarını ortaya koymaktadır. Şimdi sormak gerekir, Yüce Allah'ın kemaline ve ilminin alabildiğine genişliğine en güzel biçimde yarattığı şu insandan daha açık bir delil acaba var mıdır? İnsanoğlu bu anlamda yeryüzünde halife olduğuna göre melekler ondan nasıl olup da hayrete düşüyorlar?
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dedi.” Bunun üzerine melekler hemen soruyu sormaya ve bu projeyi tuhaf bulduklarını ifade eden soru yöneltmeye kalktılar ve “Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler.” Yeryüzünde fesat çıkarıp, kan döküp, böylece seni tesbih ve takdis etmekten gafil olacak insanı mı halife kılıyorsun? “Bizler” hiç gaflete düşmeksizin ve hiç gevşeklik göstermeden “Hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis ediyoruz.” dediler. Hiç kuşkusuz meleklerin Yüce Allah'a yöneltmiş oldukları bu soru “halife” kelimesinden maksadın ne olduğunun anlaşılmasından kaynaklanmaktaydı. Bu sorunun yöneltilmesinin diğer nedenleri ise sınırsız bilgi ve serbest irade konusunda halifelik iradesine sunulan ilmin ancak peyderpey elde edileceği, fesada ve -daha önce geçtiği üzere- kan dökmeye yol açan çekişmeye sebep olacağı gerçeğinden kaynaklanmaktaydı.
Öte yandan bu geniş bilgi insan fertlerinden hiçbir ferde ve insan türünün tamamına bir anda verilmez, ta ki insanların bilgisi Yüce Allah'ın bilgisine benzememiş olsun. İnsana ilimden her pay verildiğinde daha önce bilmediği bir şeyin cahili olduğunu anlar. İnsana edep ve akıldan her pay verildiğinde kendi aklının zayıflığını kavrar. Allah İmam Şafiî’nin iyiliğini versin. Bu gerçeği şu dizelerde ne güzel ifade ediyor!
Ettikçe zaman terbiye beni,
Gösterdi bana aklımın eksikliğini.
Arttıkça ilmim zaman içinde,
Anladım cahilliğimin derecesini.
İlmin genişliğine rağmen insana ilahî ilimden ancak çok az bir miktar verilmiştir. Bununla birlikte o, ilahî ilmin tecelli ettiği en geniş aynadır. Bundan dolayı Allah Teâlâ meleklere “kendisinin her şeyi bildiği” yolunda cevap vererek şöyle demiştir: “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde Ben bilirim.” Allah Teâlâ böylece bu “hilâfet” görevinin hikmetinin bilgisini kendi zatına izafe etmiş, sonra meleklere insanoğlunun bilgiyle ve bilgiyi izleyen diğer özelliklerle halife olacağını ortaya koymuştur.
31- Allah Âdem’e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: ‘Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin.’ dedi.
32- Melekler: ‘Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak Sen'sin.’ dediler.
33- Ey Âdem! Onların (eşyanın) isimlerini onlara (meleklere) anlat dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca: ‘Ben size, muhakkak semavat ve arzda görülmeyenleri bilirim. Bundan da öte gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?’ dedi.
İnsanın İsimleri Öğrenmesi
“Halifelik” kavramının manası beyan edilirken meleklerin ilimlerinin ve amellerinin sınırlı olduğu, insanın ilminin ve amelinin ise böyle olmadığı ifade edilmişti. Yüce Allah'ın insanı yaratmış olduğu bu özelliği sayesinde insan halifeliğe meleklerden daha layık olmuştur. İşte bu Yüce Allah'ın meleklere karşı takdim etmiş olduğu kesin delilidir. Yüce Allah bu delili meleklere, onların bilmediği şeyleri kuşatan ilmine dikkatlerini çektikten sonra sunmuş ve “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” buyurmuştur. Yani Allah, Âdem’in nefsinde bütün eşyanın bilgisini herhangi bir sınırlamaya ve ayrıma gitmeksizin koymuştur.
Âyette geçen ve isimler anlamına gelen “esmâ” kelimesinden maksat isimlerin verildiği eşyadır. Böylece Yüce Allah, -kavramla (mana) o kavramın ifade edilmesi için getirilen sözcük arasındaki şiddetli ve sıkı ilişki ve birisinden diğerine hızlı intikal nedeniyle- “medlûl”ü (delilin gösterdiği kavramı) “delil” ile ifade etmiştir. Gerçek ilim, ancak bilinenlerin bizatihi kendilerini kavramaktır. O malumata (bilinenlere) delâlet eden lâfızlar, terimin ve ıstılahın kullanıldığı dillerin birisinden diğerine farklılık gösterir. Bu lâfızlar bir dilden diğerine değişebilir ve farklılık gösterebilir, ama mana (kavram) için hiçbir değişiklik ve farklılık söz konusu değildir.
Üstadımız Muhammed Abduh der ki: “İsim” kelimesi, insanın zihnine ulaşan “malum”a isim olarak verilebilir ve bu yanlış olmaz. “Malum”dan maksat; o “bilinen” nesnenin zihindeki izdüşümüdür. Bir başka ifadeyle anlatalım: İsim, âlimin nezdinde herhangi bir şeyin kendisiyle bilindiği semboldür. Mesela “Allah” ismini ele alalım: Bu isim sayesinde “Bizler Allah'ın varlığına iman ederiz, sıfatlarını kendisine isnat ederiz.” denilecek şekilde O’nu zihnimizde tanımış oluruz. Şu halde isimler kendileriyle eşyayı bildiğimiz sembollerdir. Bunlar hakikate uygun olan ilimlerdir.
“İsim, verildiği nesnenin aynısı mıdır, yoksa gayrisi midir?” şeklinde meydana gelen ihtilaf işte ismin bu kullanımı üzerinedir. Eski Yunanlılar, zihinde var olan bilgiye “isim” derlerdi. İhtilaf, zihinde var olan gerçeklerin bizzat o gerçeğin kendisi mi yoksa sureti mi olduğu kabulünden kaynaklanmaktadır. Tıpkı “ilim”in, “malum”un aynısı mı yoksa gayrisi mi olduğu noktasında çıkan ihtilaf gibi. Lâfız olan ismin müsemma'nın (isimlendirilen nesne) aynısı veya gayrisi olduğu yolundaki ihtilaf noktasında tartışma yapanlar, isimlendirmeler (terimlendirmeler) arasında çok hassas davranmadıklarından hata etmişlerdir. Çünkü bir “lâfz”ın, -zorunlu olarak- ifade ettiği anlamdan başka bir şey olduğu gayet açıktır. Zikrettiğimiz bu anlamda “isim”; takdis edilen ve mübarek kılınandır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Yaratıp düzene koyan (...) Yüce Rabbinin adını tesbih (ve takdis) et.”16 “Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücelerden yücedir.”17 Şu halde Yüce Allah'ın adı öyle bir isimdir ki, biz O'nun sıfatlarından bildiklerimizi ve öğrendiklerimizi isminden de alabiliriz ve O'nun ismi öyle bir isimdir ki; celâli ve cemali adına bizim içselliğimizde doğan bir duygudur. Bizim isimden bu manayı anlamamıza herhangi bir engel yoktur ve bu anlamıyla “İsimden maksat isimlendirilen eşyadır.” biçiminde söylenilen görüşle aramızda herhangi bir fark yoktur. Fakat bizim dediğimiz daha açık ve daha nettir.
Burada bir küçük not da biz ekleyelim: Fatiha Suresi’nin baş kısmında Allah Teâlâ'nın isminin tesbih ve ta'zim edildiğini ifade etmiştik. Tesbihin gerek söz ve gerek yazıyla O'na isnat edilmesi bu kavrama dâhildir. Allah Teâlâ'nın ismi zikredilmeksizin, O'nun tesbih ve ta'zim edilmesi kalbe ait bir özelliktir. Her kim kasten Yüce Allah'ın adını aşağılarsa kâfir olur, tıpkı Allah'ın Kitabı’nı kasten aşağılayan kimsenin kâfir olması gibi.
Öte yandan “ta'lim” yani öğretme kipinden insanın zihnine ilk gelen bu öğretme fiilinin peyderpey ve yavaş yavaş olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyet-i kerimede bunu şu şekilde dile getiriyor: “Bilmediklerinizi size öğreten...”18 İşte bu ancak tedricen, azar azar ve peyderpey olur. Nitekim bu söylediğimiz özellik “ta'lim” kelimesinin geçtiği bütün âyetlerin zahirinden anlaşılan bir husustur. “Allah sana bilmediğini öğretmiştir.”19 “Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı, İncil'i öğretecek.”20 Daha birçok âyet-i kerimeyi bu konuya örnek olarak verebiliriz. Fakat Âdem’e isimlerin öğretilmesi tabirinden insanın zihnine ilk gelen -“Âdem” kelimesi ile bilfiil onun şahsı veya bilkuvve Âdemoğlu özelliği kastediliyorsa- bunun bir anda gerçekleşmiş olduğudur.
Bundan dolayı Üstadımız Abduh şöyle derdi: Yüce Allah Âdem’e her şeyi öğretmiştir. Bu bilginin Âdem’e bir anda verilmiş olmasıyla, çeşitli zamanlarda bahşedilmiş olması arasında hiçbir fark yoktur. Allah her şeye kadirdir. Öte yandan bu ilmî güç, insan türünün tümüne şamil ve hepsini kuşatıcı bir özelliktir. Buradan Âdemoğlunun bütün fertlerinin daha ilk günden isimleri bilmesi gerektiği sonucu çıkmaz. Bu bilme gücünün insan türü açısından sabit olması için insanın eşyayı araştırarak ve akıl yürüterek öğrenmesi yeterlidir. Allah Teâlâ, Âdem’e isimleri yukarıda açıkladığımız biçimiyle öğretmiş “sonra onları meleklere arz etmiştir.” Yani, yüce Allah meleklerin durumuna uygun bir ilham yoluyla kendilerine bu eşyanın tümünün toptan bilgisini vermiştir. Eğer onların nefislerine eşya ayrıntısıyla sunulmuş olsaydı ve bilgileri sınırlı olmasaydı, onları bileceklerdi. Hâlbuki Yüce Allah eşyayı onlara arz etmiş ve kendilerine aciz bırakıcı bir soru yönelterek, “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz şunların” şu isimlendirilmiş eşyaların “isimlerini Bana bildirin, dedi.” Burada eşyanın isimlerinin haber verilmesinden maksat; onların bilgisinin açığa çıkarılmasıdır. “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz” ifadesinin anlamı ise eğer yeryüzünde halifenin beşerden kılınması dehşete kapılanacak ve garip karşılanacak bir husussa; ayrıca halifeyi başkalarından ayıracak özelliklerin neler olduğunu gerçekten bildiğinize göre, o zaman size arz etmiş olduğum şu nesnelerin isimlerini haber verin.
“Melekler: Ya Rab, Seni tesbih ederiz” yani Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz “dediler.” “Subhane” lâfzı mastar olup tek başına nadiren kullanılır. Bu lâfız çoğunlukla “maazallah” teriminde olduğu üzere isim tamlaması şeklinde kullanılır. Kelime Arap dilbilgisi kurallarına göre takdir edilen gizli bir fiilin mef'ûlüdür (tümlecidir). Manası ise seni kutsarız, ilminin eksik olmasından ve buna bağlı olarak bir halifeyi boşuna yaratmaktan seni tenzih ederiz. Ya da ilminin eksik olmasından ve buna bağlı olarak, bize bir şey sorup öğrenmekten seni tenzih ederiz. Oysa biliyorsun ki; biz sorduğun o şeyi bilmiyoruz ve sana o konuda bilgi verecek güçte değiliz. “Subhaneke” kelimesi bunu gösteriyor. Sanki “subhaneke” kelimesi bir başına bir cümle gibi duruyor. İşte bu, öyle bir mükemmel belâgattir ki, binası kurulmuş, bahçesi meyveli ve hakikatleri apaçık ve nettir. Buna bir de bu kıssanın temsil (örnek verme) yerinde geldiğini ekleyelim. Allah Teâlâ hakkı ve gerçeği söyler. O, yolu gösterir. Yüce Allah'ın tenzihinden sonra melekler kendi bilgilerinden soyutlanıp Allah'ın bilgisine ve hikmetine başvurarak şöyle diyorlar: “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur.” ve bu bilgi sınırlıdır, bütün her şeyi kuşatamaz ve eşyanın tamamını çevreleyemez. “Şüphesiz” yarattıkların hususunda “âlim ve” yaptığın her işte “hâkim olan ancak sensin, dediler.”
Üstadımız Abduh der ki: Âyette yer alan bu te'kidler21 işaret ediyor ki, ilk “istiğrâb” (tuhaf karşılama) sorusundan bir şeyler sızıyordu. “Bana bildirin!” emrine meleklerin “Bizim bilgimiz yoktur.” şeklinde verdikleri cevaptan da bazı şeyler sızmaktadır. Bundan dolayı melekler cevaplarını her şeyden teberri (uzak olduklarını ifade) ile ve Yüce Allah'ın sabit olan zât-ı âli'si ile vacip olan ilmini ve bundan ayrılmayan sonsuz hikmetini övgü ile bitiriyorlar. Daha önce Fatiha Suresi’nin tefsirinde “faîl=alîm” kalıbının, ruha kök salmış ve insanın şahsiyetinden ayrılmayan sıfatları gösterdiğini belirtmiştik. Meleklerin bu kipi kullanarak cevap vermeleri gösteriyor ki, onlar kendileri gibi olan yaratıkların asla gafil olmamaları gereken bir tavrın içine giriyorlar. Bu tavır, Yüce Allah'ın geniş ilmine ve hikmetine sonuna kadar teslim olmaktır.
“Ey Âdem! Onların (eşyanın) isimlerini onlara (meleklere) anlat dedi.” Yüce Allah'ın istediği şekildeki “inbâ” (haber verme) ve bunun zikri, bunun üzerine hüküm bina etmek içindir. Bu hüküm Yüce Allah’ın “Âdem onların isimlerini onlara anlatınca” şeklindeki ifadesinde canlanmaktadır. Bundan sonra Yüce Allah meleklere dönerek “Ben size muhakkak semavat ve arzda görülmeyenleri bilirim...” Yani durumu bu olan bir yaratıcı hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmaz ve yeryüzünde halifeyi boş yere yoktan var etmez. “Bundan da öte ‘gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim dememiş miydim?’ dedi.” Meleklerin açığa vurdukları ve açıktan yaptıkları, eserin kendi nefislerinde ortaya çıkmasıdır. Gizli yaptıkları ise onların içgüdülerinde bulunan ve doğalarında var olan şeylerdir.
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldı ki; Selef âlimleri bütün bu konuşmaları, karşılıklı soru sorup cevap almaları ve tartışmaları ve bunların içyüzünün bilgisini Yüce Allah'a havale ediyorlar ve sadece bunların faydalarının ve hikmetlerinin bilgisi ile yetiniyorlar. Nitekim bu söylediklerimiz daha önce geçmişti. Buna karşılık Halef âlimlerine gelince onlar bu konuda te'vile başvuruyorlar. Yaptıkları te'viller arasında -burası için- en güzeli, bu ifadenin bir “temsil” olduğu yolundaki izahlarıdır. Yüce Allah'ın Kitabı’nda yer alan âdeti; soyut kavramları lâfız ve ifade kalıpları içinde bize belirtmek ve aklın kavrama alanına giren bilgileri daha kolay anlayalım ve daha kolayca ifade edilsin amacıyla somut şekil ve kalıplar içinde ortaya koymaktır. İşte bu faydalardan birisi de kıssadan öğrenmiş olduğumuz şeylerdir.
Bu kıssadan biz insan olarak değerimizi, bizi diğer yaratıklardan ayıran fıtratımıza Yüce Allah'ın yerleştirmiş olduğu değerleri öğrenmiş olduk. Şu halde bize düşen -melekleri ve diğer yaratıkları değil- bizi öğrenmeye yetenekli kıldığı ilimlerle buluşmak ve amel etmek çabasıdır, ta ki Yüce Allah'ın bağışladığı hikmeti bizde ortaya çıksın. Belki biz, Yüce Allah'ın meleklere bizim üstünlüğümüzü bildirmesinin ne anlama geldiğini, onların bizim aslımıza secde etmelerinin ne demek olduğunu böylece anlamış oluruz: “Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.”22
Dipnotlar:
1-Tahrim, 66/6.
2-Temel inanç ve esas Allah Teâlâ’nın cisim olmadığı ve cisimlere benzemediği yolundadır. Çünkü cisimli olmak, eksik olmak demektir.
3-Şûra, 42/11.
4-Saffat, 37/180.
5-Fussilet, 41/11.
6-Bakara, 2/30.
7-Yunus, 10/14.
8-Sad, 38/26.
9-Enbiya, 21/20.
10-Saffat, 37/165-166.
11-Saffat, 37/1-4.
12-Naziat, 79/1-5.
13-Bkz. Ebû Naîm, Hılyetu'l-Evliyâ, Aliyyu'l-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, I, 315.
14-Nisa, 4/28.
15-Nahl 16/78.
16-A'la 87/1-2.
17-Rahman, 55/78.
18-Bakara, 2/151.
19-Nisa, 4/113.
20-Al-i İmran, 3/48.
21-Tenzihte manevi bir te'kid (pekiştirme) vardır. Bunun gibi ilmin meleklerin nefislerinde bizzat olmadığı ve onun sadece Yüce Allah'ın verdiği nefislerde olduğu da aynı şekilde te'kid ifade eder. Sonra bunları lâfzî bir te'kid izliyor, o da “enne” isim cümlesi ve zamiri fasıl olan “ente”dir. Manevi te'kid ise ilim ve hikmet ifade edilirken seçilen mübalağa (abartı) sigasıdır.
22-İbrahim, 14/25.