Türk hukuk sisteminin oluşumu ve uygulaması her zaman siyasetin gölgesinde kalmış ve günümüze kadar da bu şekilde devam etmiştir. Tüm temel yasalar Avrupa'dan tercüme edilerek alınmış ve sadece kanunun başına "Türk" kelimesi eklenmek suretiyle Türkleştirilmiştir!
Hukuk sistemini batılılaştırma ve laikleştirme çabalarının yoğunlaştığı 1920'li yıllarda, bilinen anlamda hukuki uygulamalardan bahsedilemez. Başta İstiklal Mahkemesi uygulamaları olmak üzere, hukuk yerine idari tasarruflar belirleyici olmuştur; İdamlar, yargısız infazlar, toplu tehcirler, inanç, düşünce ve azınlık haklarına yönelik baskılar üzerine sistemi inşa faaliyetleri sürdürülmüştür. 1930 ve 4O'lı yıllar, bünyeye uymayan yasalarda değişiklik yapma dönemidir. Laiklik, bu dönemde anayasal bir ilke haline getirilmiştir. Ceza kanununda yapılan değişikliklerle devlet aleyhine işlenecek suçların cezaları ağırlaştırılmış ve yeni suçlar ihdas edilmiştir. 1940'lı yıllar, "ebedi şef" yerine "milli şefin dönemidir. Baskılar toplumsal infilak boyutuna varınca, 1950 seçimlerinde DP hükümet olmuştur.
İslami motiflerle halktan oy toplayan DP Hükümeti'nin Türk hukuk sistemine iki önemli katkısı(!) vardır: Atatürk'ü Koruma Kanunu'nu çıkarması ve dini istismar etme gerekçesiyle Millet Partisi'ni kapatması.
İktidarı kaybeden devlet partisi, seçimle iktidara gelemeyeceğini anlayınca 27 Mayıs 1960'da darbe yaptırdı. 1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve Danıştay gibi kurumların yetkileri artırılarak, istenmeyen iktidarlara karşı bürokratik denetim hedeflendi.
Solun neredeyse tamamı 27 Mayıs 1960 darbesini "ilerici" olarak değerlendirerek sahiplenmiştir. Ancak darbe sonrası yapılan seçimlerde yine sağcı partilerin seçimi kazanması üzerine öğrenci eylemleri ve işçi grevleri başladı. Darbeci irade, bu kez darbeleri alkışlayan sola karşı harekete geçti.
12 Mart 1971 Muhtırası ile, 1961 Anayasası'nın hak ve özgürlükleri genişleten maddeleri değiştirildi. Milli Nizam Partisi ve Türkiye İşçi Partisi kapatıldı. DGM'ler kuruldu.
12 Eylül 1980 darbesi ile bütün partiler kapatıldı. Anayasa yeniden (1982) hazırlandı. Bu dönemde 669 yasa, 90 KHK ve 76 Milli Güvenlik Konseyi kararı yürürlüğe girdi. Yine aynı dönemde 589 dernek kapatıldı, 210 bin kişi aleyhine dava açıldı, 171 kişi işkence sonucu öldü, 50 kişi idam edildi, 14 bin kişi vatandaşlıktan atıldı.
İslami Değerlere Tahammülsüzlük ya da 28 Şubat
1990'lı yıllarda Müslümanlara yönelik baskı ve operasyonlar artarak devam etti. Özellikle başörtüsüne yönelik tedrici yasaklamalar ve duygusal manzaralar oluşturan baskılar sonucunda Erbakan, 30 yıllık özlemi olan "başbakanlık" koltuğuna oturdu. Ve o koltuk uğruna inanılmaz tavizler verdı, en temel iddialarını terketti. Boncuk boncuk terler dökerek Anıtkabir'de "Ata'ya Sadakat" defterini imzaladı. Ama bütün tavizlere rağmen yine de egemenlere yaranamadı. Sonunda başbakanlık koltuğunu bırakmak zorunda kaldı. 'Türkiye'de hakimler vardır" dedi. İşte o hakimler, partisini kapatarak siyaseten idamına karar verdiler.
28 Şubat darbesi, hukuku had safhada siya-sallaştırdı. İlginç olan, diğer darbe dönemlerinin aksine bu kez, Ceza mahkemeleri yerine İdare mahkemeleri ve Danıştay'ın kararlarında siyasallaşma daha yoğundu. DGM'ler zaten olağanüstü görevlerini ifa ediyor, üzerlerine düşeni fazlası ile yapıyorlardı. Asıl sorun, kamusal alanda mevcut İslami motifleri sona erdirme yolunda tetikçilik yapan yöneticilerin hukuki çıkmazları idi. Hukukun kuralları geneldi(!). Şahsa özel yasa çıkarılamazdı(!). Ama şahsa özel uygulamalar gerekiyordu. Başörtüsü nedeniyle okullardan atılan öğrenciler, işlerinden çıkarılan ya da sürgün edilen memurlar, doktorlar, hemşireler, duruşmalara alınmayan avukatlar idare mahkemelerine başvuruyorlardı, Açılan davalar, tetikçi bürokratlara ecel terleri döktürüyor idiyse de, kralcılar, kralın koruması altına alınmıştı. Konjonktüre uygun hukuki (!) içtihatlar geliştirildi. "Tıpkı basım" kararlar verilmeye başlandı. Buna uymayan hakimler sürgün edildi.
28 Şubat Sürecinin Günümüzdeki Sonuçları
28 Şubat darbesinin 6. yıl dönümünde, Refah-yol Hükümeti'nin Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Abdullah Gül başbakan. Yine aynı hükümetin birçok bakanı da kimisi başbakan yardımcısı sıfatıyla yeni kabinede. Peki, boşuna mı yapılmıştı 28 Şubat müdahalesi? Hayır! Egemenler onları değiştirerek hükümet yapmışlardı. TC Başbakanı AKP'li eski İslamcı Abdullah Gül, işgal edilmiş ve her karışı Müslüman kanı ile sulanmış Filistin'in semalarında uçarken, İsrail hava alanı görevlisi vasıtasıyla Beyrut Kasabı Ariel Şaron'a, "sağlık ve başarı" dileklerini ileterek ne kadar değiştiğini ispatlıyordu (Basında çıkan bu haber tekzip edilmedi). Başta Irak saldırısı olmak üzere diğer uygulamalarını ise birlikte göreceğiz.
28 Şubatçıların da dönemsel tetikçiler olduğuna, bugünkü halleri birer delildir. Nerede bunlar?
Güven, Allah'a hesap vermeye gitti. Yekta, Vural ve diğerleri seçim listelerinin dibine gömülerek sustular. Nuh Mete magazin basınına malzeme oluşturacak kaseti ile, DGM mevzisini kaybetti. Çevik'ten haber yok. Siyaseten atanmış Mesut, Bülent, Devlet ve DTP'li yedekler kutsadıkları demokrasiye kurban gittiler.
Müslümanlar cephesinde ise kısmen uzlaşma, savrulma, kimlik erozyonu yaşandı. Ağır baskılara rağmen onurlu tavrını sürdüren Müslümanlar varlıklarını korudular. Binlerce başörtülü öğrenci, dünyanın dört bir yanına öğrenimlerini sürdürme ümidi ile dağıldılar. Çoğu ekonomik vb. sorunlar içinde öğrenimlerini sürdürüyor. Bir kısmı başlarını açarak okula devam etti ama psikolojik sorun ve iç çelişkilerden kurtulamadı. Kimi zorunlu evlilik yaptı, kimi evlerine döndü.
İyilerle kötülerin ayırt edilmesi için, imtihanlar kaçınılmazdır. İmtihan istenmez ama ona hazırlıklı olunmalıdır. İslami şahsiyetlerin yetiştirilmesi ve oluşumların inşası, sağlıklı temellere dayanmalıdır. İslami mücadelede, vitrin yerine öze önem verilmelidir. Böyle bir müdahale ile, vitrinin camları kırılınca dükkanın içi gözükür ve gerçekler anlaşılır. Gerçeklerin anlaşılması ile zayıf karakterli insanlar, mücadele alanını terk ederler. Ancak kulluk bilinci ile, insanlığa umut ve Müslümanlara soluk olma gayretindeki mücadele erleri varlıklarını sürdürürler.
Darbeci Dayatma
Egemenler, muhaliflerini sindirmek için bütün yollan meşru görmektedirler. Özellikle darbe dönemlerinde yoğunlaşan işkence, yargısız infaz ve tecrit uygulamaları olağan birer uygulama haline gelmiştir. F Tipi uygulaması ile birlikte, cezaevlerinde başlayan ölümler devam etmektedir. Bugüne dek 104 'insan', ailelerine tabutla teslim edildi.
"Ya sev ya terk et!" sloganı ile muhaliflere hayat hakkı tanımayan egemenlerin baskıları sonucunda, yüz binlerce kişi yurt dışına çıkmayı tercih(!) etmek zorunda kaldı. 1970'li yıllarda başlayan ve 12 Eylül darbesi ile yoğunlaşan ilticacıların sayısı ürkütücü boyutlara varmıştır. Son yedi yılda sadece Almanya'ya, Türkiye'den 90.885 iltica başvurusu yapılmıştır (www.bafl.de verilerine göre). Diğer Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelere yapılan başvurular da düşünüldüğünde sayının ne kadar yüksek olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Diğer darbelerde olduğu gibi 28 Şubat ile de, sindirme ve yıldırma amaçlanmıştır. Korkutma ve sindirme politikaları duyarlı insanları bireyselleşmeye, uzlete çekilmeye mücadele alanlarını terk etmeye zorlamaktadır. Bunun bilgi, birikim, inanç ve kararlılıkta yeterli donanıma sahip olmayanlar üzerinde etkisini göstermesi de doğaldır. Ancak bilgi, iman ve eylemle onurlu bir yaşamdan yana tercih yapanlar, ne cahiliyenin korkutma ve yıldırmalarından ne de tecrit ve sürgünlerinden çekinirler. Cahiliye, varlığını sürdürmek için her türlü hileye başvuracaktır. Bazen kin kusarak saldıracak, bazen de uzlaşı teklifinde bulunacaktır. Müslümanlar ise, her türlü İmtihana rağmen muvahhid ve adil şahidler olarak etkin varlıklarını sürdüreceklerdir.
"Tağuttan, ona İbadetten kaçınıp da Allah yoluna yönelenlere gelince): Onlar için de müjde vardır. O halde kullarımı müjdele." (Zümer; 39/17)