-Hayatının baharında, yaşantıma en derin izleri bırakarak Rabbe uğurladığımız ağabeyime-
Yine bir kış mevsimi olanca hıncıyla kesti kapılarımızı. Soğuk bir bereketsizlik çöküverdi şehrimizin üstüne.
Ben, penceremin önünde lapa lapa yağan kar taneleri arasında bir kırıntı arayan can havlindeki serçeleri seyrederken, hafızam alıp yıllarca geriye götürüyor beni.
Demir parmaklıkları olan küçücük pencerem de, 4 direk üstünde kurulu, altında bir kuytu köşesi olan ağaç tekirimiz de yok artık. Ne yazık ki çamaşır leğenine bir ip bağlayarak kuytuluğumuza sığınmış serçeleri yakaladığımız kapanlarımız ile, yakalayıp sonra onları bekleyen yavrularına ya da kardeşlerine bağışlayarak yakaladığımız mutluluğumuz hiç yok.
En acısı, bize gurbetin en ücra köşelerindeki yalnızlık-çaresizlik ve kurtuluş öykülerini anlatarak uzaaaak iklimlerdeki soluklarla hayallerimizi büyüten sen aramızdan ayrılıp gideli yıllar oldu.
Ben her bahar yaklaşımında, her mevsimin dönümünde sen dillendirmediğin için bahara uyanamayacağı korkusuyla kaç sabahı geçireceğim (geçirdim), penceremden umutlarımı da beraber yeşertecek ağaçların gövdelerindeki yumurcak kabartılara bakarak...
Daha toprağa düşmeyen cemreleri, anlayamadığımız bir dille anlatıp, birkaç güne kalmaz uyanır dediğin, bahçemizin en ulu ağacı kestanemiz kim bilir hangi hanedeki afacan bir çocuğun gürültüyle çarptığı kapıya dönüştü. Babama direndiysem de, Tomrukçu Mustafa Amca'nın hızar sesleriyle uyandım serin bir sonbahar sabahı. Seni aramızdan alıp götüren bir kış sabahında, okula gitmeye hazırlanırken, küf kokulu öğrenci evimize ulaşan kara haberinle yaşadığım tarifsiz acı yeniden bağrıma saplandı. Senden başka kim anlardı milyonlarca hatıramı saklayan ve sınırsız hayalimi süsleyen kestanemi.
Yaprakları ne güzeldi kestanemizin. Bahar gelince sanki senin saçlarını sererdi yapraklarının üzerine. Uyandı uyanacak dediğinde yeryüzü, kestanemize dikerdim gözlerimi, nasıl uyanıyor diye. Uyanan bir ağaca şahit olup bunu bütün arkadaşlarıma, hatta fen bilgisi dersimde öğretmenime anlatmayı yıllarca hayal ettiğimi duysaydın bana gülerdin.
Sonra bir gün küçük kulakçıklar halinde yeşerivermiş bulurdum yapraklarını. Ne zaman uyanmış anlayamazdım, bu sene de kaçırdım uyanışını diye, seneye bahar gelince 'birkaç güne kalmaz uyanır toprak' dediğinde gece gündüz kestanemizin başında nöbet tutmaya karar verirdim. Yıllar geçti, hiç yakalayamadım tomurcuklardan fare kulağı gibi sessizce fırlayıveren yüzlerce yaprağın uyanışını.
Bir okul dönüşümde yakalardım köyümüzle birlikte en az 5 köyü daha uzaktan seyredebildiğimiz bahçemizdeki tahta sedirin üstünde seni. Öylece kanatlanmış, ayaklarının altına alıvermiş gibi izlerdin etrafı. Güneşten korumaya çalıştığını sandığım zümrüt yeşili, kısık bakışlarından bilgelik saçılırdı demet demet. Hep bir şeyler okurdun, bunca kitabı nereden nasıl alırdın şaşardım. Köyümüzde ne kitapçı ne de kütüphane bulunurdu. Bizim bulabildiğimiz tek kitap ders kitaplarıyken, yazarlarının isimlerini bile okumakta güçlük çektiğim kitapların olurdu ki, babam köye jandarmaların geldiği haberini her aldığında zenbillerle sırtımıza takıp bizi evimizin hemen arkasında orman arazimizde saklanmaya yolladığında bu kadar ürkecek ne var içlerinde diye anlamaya çalışırdım.
'Sen okuyacaksın' demiştin bir keresinde. 'Büyük adam olup şehre gideceksin. Okumak insanı engin bir okyanus yapar çünkü. Bakma, bize nasip olmadı'.
Şaşkınca bakakalmıştım gözlerine. Babam yoksul adamdı. Şu küçücük köyümüzde kızını okutacak adama yiğit denirdi. Bütün köylü gülerdi adama. Kızı okutup elaleme okumuş gelin mi vericen, derlerdi. Öylece bakakaldım sana.
Beni sana hayran kılan bir bilgelikle; - 'Babama; - Kızı okut dedim'.
Babamın kızı çoktu. Ya beni algılamadıysa kaygımı hemencecik söndürerek,
- 'Diplomanı alıp, bana getir, Çarşamba günü de çarşıya gidip 8 tane resim çektireceksin, gerisini bana bırak' demiştin.
Dediğin oldu, kaç okula gittiysem hep senin desteğinle gidebilmiştim.
Çalışamaz durumdaydın. Saniyede bir tıklayan o altın parçasında bir şeyler ağır aksak gidiyordu. Nefesin kesiliyordu zaman zaman. Ellerin, ayakların, karnın şişiyordu....ve sık sık hastaneye yatırıyorlardı seni. Güçlü olup geleceksin sanıyordum. Her keresinde biraz daha çökmüş olarak dönüyordun. Ve İmtihan dediğin hayatı tek başına yürütemeyecek kadar güçsüz.
Oysa ben, gurbet dönüşü dolu gemilerin demirleyeceği limanların heyecanıyla beklerdim seni. Şehirden bambaşka gizemleri toplayıp döneceğini sanırdım.
Sen yokken, emanet olan kuzularını gözüm gibi kollamak isterdim. Giderken bana tembihlemeni, anneme de onları yalnızca bana emanet ettiğini söylemeni beklerdim.
Bana her kış süt beyazı çoraplar hayal ettiren, ertesi baharda keseceğimiz, kıvır kıvır saçları olurdu, özel itinayla bakılan kuzularının. Benim hayalini kurduğum süt beyazı çoraplara sıra hiç gelmezdi, Ya yorgan-yatak için biriktirilir yada hanemizin başka ihtiyaçları için takas edilirdi.
Upuzak diyarlara okumaya yollarken beni hayranlığım tazelenmişti sana. Nelere ihtiyaç duyacağımı bile sen söyledin. Karşılaşabileceğim olay ve sorunlara karşı binlerce tedbir ve nasihat önerdin. Babamın verdiği harçlığı yetersiz bulup, artırmasını istedin. Ayda bir küçücük kasabamıza inmekten başka, şehirle bağlantın olmadığı halde nereden bilirdin bu kadar çok şeyi anlayamazdım.
Bunca bilgi okuduğun kitaplarda mıydı? Yanından ayırmadığın el kadar radyonda mıydı? Yatağının başucunda asılı duran ülke ve dünya haritasında mı? Envai renkte fışkırıveren bahar mevsiminde, bütün bunları yöneten yüce bir kudret var diyerek, derin bir hayranlıkla izleyiverdiğin canlılıkta mı?...
'Dönüşünde her şey bambaşka olacak, büyüyerek döneceksin' diyerek uğurlamıştın beni. Bu benim geriye dönemeyeceğim şehre ilk uçuşumdu. Bana dair ne hayaller kurmuştun, ne kaygılar duymuştun kim bilir. Ben ise sadece senin kadar bilgili olabilmeyi hedefliyordum. Anlaşılmaz bulduğum düşüncelerini anlamaktan daha büyük ne olabilirdi, çitimizin bittiği yerde bitiverirken dünyam. Daha ötesi yoktu hayallerimin.
Gerçekten de ayrılığın bir başka büyüttü beni. Karşılaştığım herkesi seninle kıyas ederdim önceleri. Ve sonra bu imkanlara senin sahip oluşunla çıkabileceğin basamakları hayal ederken, hüzün kaplardı içimi. Sana haksızlık gibi gelirdi. Bunu sana da dillendirirsem üzülmenden korkardım.
Hayata dair sorularımı hep sen cevaplardın tatillerimde. Öğretmenlerime sormaya cesaret edemediğim soruları not alırdım kilitli defterime. Yalnızca imtihana geldik derdin. Ve hepimiz O'na döneceğiz bir gün.
Döndüğümde seni bulamayacağımı da biliyor muydun acaba? diye sormadan edemedim kendime.
Yine hastaneye yattığını haber aldığımda, buruk bir yürekle, koca kentten sana yolladığım upuzun mektubumu okuyamamışsın bile. Şehrin ayak uyduramadığım karmaşasını ve çirkinliğini de şikayet etmiştim sana. Sağlıksızlığına rağmen benden güçlü olduğuna inanıyordum, çünkü gücün gözle gördüğümüzden öte bir şey olduğuna öylesine İnandırmışsın ki beni...
Yıllar sonra, içimdeki hüznü iyice arttıran bu bembeyaz örtü bile yetmiyor yaşadığımız bunca kirliliği örtmeye.
Dünya globalleşiyor; teknoloji kuduruyor; yeni savaşlar, yepyeni anlaşma ve ittifaklar oluyor; zalimler haddi aşıyor; aydınlar koca küreye dair yeni eserlere imza atıyorlar metropollerde. Nice günler devriliyor, evriliyor aramızda, taptaze bir minik bedeni bir dolar bile etmiyor; kan-gözyaşı dinmiyor; sınav sürüyor; zihinler bulanık; eller duadan inmiyor.
Hep bizim hanelerimize düşüyor hedefini şaşırmış bombalar. Hep mazlumların yüreklerinde söndürülemez olup, büyüyor yangınlar. Bizim bebelerimiz doğmadan başlıyor sınavını vermeye. Analarının yürek ürpertilerinden düşüyor ceninlerimiz cemre olup toprağa. Tohum gibi uykuya yatırıyoruz bebelerimizi üzerimize yağan ateşler altında.
Ve inatla analar doğuruyor umudu yitirmeden. Yüreklere ürküntü salan yumruklar çoğalıyor fezaya doğru. Mağdurluk, mazlumluk hep kaderimiz olmayacak elbet bizim, diye intifada büyüyor, arsızca çıkarlarımızı korumaktan dem vururken birileri. Binbir plan kuruluyor, hesaplar düzeltiliyor, bütün hesapların üzerindeki hesapçı hesaba katılmadan.
Yaşanan yoğunluk ve geçen zaman bir çığ gibi çoğaltırken hasretini, eski günlere değil, üzerinden son nefesinde dahi eksilmeyen o teslimiyet ve sekinete buğulanıyor gözlerim. Ve kıyamet gelecekse, yaşanacak sadece bir hayatımız, çıkacak yalnızca bir canımız varsa ha pembe köşkteki kuş tüyü yataklarda, ha Bağdat'ta, Cenin'de, Kudüs'te kör bir kurşunla, kana susamış canavar bombayla, ya da bir hastane köşesinde çıkmış ne olur diye bana teselli cümlelerini duymakta kulaklarım. Ecel nerede olsa ulaşmayacak mı vadesi dolana?
Sen söylemezsen soymuklarına su yürümeyecek, sen onaylamazsan yeşeremeyecek, meyveye duramayacak sanarak seyirle büyüdüğüm kestanemizin altında, iyi demlenmiş çayla dolu, mavi emayeli küçük çaydanlığınla, -'hadi sen şu koyunu çitin içine geçirene dek ben çayını hazır edeceğim' diyerek özlü muhabbetler etme-yeli kaç zaman geçti. Nöronlarımın belleğime silinmez izlerle işlediği bu sade ve tatlı sohbetlerimizin yerini dolduracak hiçbir uğraşı bulamadığımı itiraf etmeliyim.
Hiç yönünü şaşırmadan, sabırla dönüp duran dünyada her zahmet ve her nimete yalnızca belirlenmiş bir süre sahip olunacağını, ölümsüz kalan hiç bir şey olmadığını, hiç büyüyemeyecek en çocuk yanıma en gerçek haliyle öğreterek, çekip gittiğin buz tutmuş kış gününden beri özlemini bitirecek günleri çentiklemekten ve çentiklenen her günü muhasebe ederek Hakk'a layık olanı yakalamaya çalışmaktan başka ne kaldı bana.
Birde sahip olduğumuz bunca teknolojik imkanlarla, hayatın en ideal yaşı sandığım, vedalaşma imkanı bile bulamadan ayrıldığımız yaşına eriştiğimde bile ulaşamadığım bilgeliğinle, en derin doğruları benliğime işleyen sana olan minnetimi en içten dualarıma dönüştürmekten...