Yahudi Düşmanlığında Değişim

Zehra Ç. Türkmen

Hannah Arendt, bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Yaşadığı Hitler Almanyası'ndan kaçarak Fransa'ya yerleşmiş ve daha sonra da Yahudi göçmen hareketi içinde aktif rol almıştı. 1975'de öldüğünde ABD'de felsefe profesörüydü. Totalitarizmin Kaynakları serisi içinde 1955 yılında yazdığı Antisemitizm adlı kitabı, 1996 yılında İletişim Yayınları tarafından çevrilerek yayınlanmıştır. Arent bir Yahudi olduğu halde, Yahudi düşmanlığı anlamına gelen antisemitizmle ilgili bu çalışmasında nesnel sayılabilecek bir yaklaşım sergilemeye çalışmıştır.

Arent, antisemitizmi modern siyasal düşünceler kapsamında ele almış ve çalışmasında bu akımın eski çağların Yahudi karşıtlığından farklı olduğunu belirtmiştir. Arent'ın bu farklılığın nedenini din tartışmasından ulus tartışmasına geçilmesi olarak göstermese de, eski Yahudi düşmanlığı ile modern Yahudi düşmanlığını farklı şeyler olarak belirtmesi önemlidir.

Ortaçağın sonlarında Avrupa'daki Yahudi tefeciler önemlerini yitirmeye başlamışlardı. Otuz yıl savaşları sırasında Avrupa'nın hemen hemen her yerine dağılmış olan bu tefeciler, özellikle savaş lordlarına bağlı paralı askerlerin her türlü ihtiyacını sağlamaktaydılar. Ve bu durum saray Yahudilerinin sayısını artırmıştı. Ancak bu Yahudiler toplumda ciddi hiçbir temsil güçleri olmayan, sadece efendilerinin gözünde itibar edilen bir özellik taşıyorlardı. Siyasetten de uzak olmaları Yahudilerin önemli siyasi bir mesele haline gelmelerini engellemişti.

Arent'e göre, Avrupalı halklar arasında Yahudiler, kendilerine ait bir devleti olmayan ve bu yüzden de neyi temsil ederlerse etsinler, hükümetlerle müttefik olmaya son derece elverişli bir sosyal gruptu.

Yazar, kitabının ilk bölümünde 19. ve 20. yüzyıldaki antisemitizmin tarihsel dinamiğini ele almakta ve bu dönemde Yahudilere sözde eşit haklar tanıyan ulus devletlerin bahşettiği hakların, aslında Yahudilerin konumunu tartışılır hale getirdiğini vurgulamaktadır.

17. yüzyıl sonlarında ekonomik açıdan çıkmaza düşen ve beklenmedik bir borcun altına giren krallıklar, ekonomik çıkarlarına son derece uygun düşmesi hasebiyle, tefecilik konusunda iyi bir deneyime sahip olan Yahudilere belirli ayrıcalık tanımak ve onlara farklı bir grupmuş gibi davranmak zorundaydılar. Ayrıca devletin kurduğu işlere mali anlamda destek vermek durumunda olan Yahudiler, tarihsel yazgılarını ekonominin gelişmesine bağlayan tek sosyal kesimdi. Bu hizmetin en belirgin durumu ise Yahudilerin konumlarında değişikliklere yol açacak büyük ayrıcalıkların olmasıydı.  Ve en büyük ayrıcalıkta eşitlikti. Bu eşitlik ilkesi 18. yüzyılın sonunda servetlerinin doruğuna ulaşan Berlinli Yahudileri zora soktu. Çünkü onlar yoksul din kardeşleriyle eşitliklerini paylaşmayacak, kendilerini ayrıcalıklı ve özel özgürlükleri olan bir grup olarak göreceklerdi.

Aslında 19. yüzyıl boyunca Yahudiler, Avrupa'daki ulus devletlerin bir bağı olma anlamını taşıdılar. Yahudiler ayrı bir grup, ayrı bir sınıf oluşturamadıkları gibi, yaşadıkları ortamda var olan sorunların ve sınıfların hiç birine de ait olamadılar. Ancak bu yüzyılın sonunda emperyalizmin doğmasıyla beraber mülk sahibi sınıfların devlete karşı bakışları değişmeye başladı. Şiddet araçlarının gelişmesi ve buna paralel olarak da emperyalizmin geniş bir zemine yayılması devlete ciddi oranda ekonomik önem kazandırdı.

Bunun en önemli anlamı ise tefeci Yahudilerin yavaş yavaş kendilerine özgü, benzersiz konumlarını yitirmeleriydi.

Yahudiler devlet ile halk arasında yaşanan gerilimden habersiz oldukları gibi, aynı zamanda değişen ekonomik şartların kendilerini de çatışmaların merkezine çektiğini çok sonraları fark etmişlerdi. Bu nedenle de antisemitizmi nasıl değerlendirmeleri gerektiği konusunda ortak bir karara varamamışlardı.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde yazar, 17. ve 18. yüzyıl Yahudilerinin düzensiz bir ilişki içerisinde olduklarını belirtmiştir. Ama sonraki dönemde diğer halkların tersine Yahudi toplumlarda, konumlarını koruma açısından aile, soyluluk gibi kavramlar önemli bir rol oynamıştır. Avrupa'da evlilik ve hane ile ilgili telakkiler gittikçe önemini kaybederken, Batı Yahudiliğinde ise manevi ve dinsel açıdan aile bilinci son derece önem kazanmıştır. Ve ayrıca kendi grup üyelerini de büyük bir ailenin üyeleriymiş gibi görmeye başlamışlardır. Bu durum 19. yüzyıl antizemitizminin doğuşunda ve yükselmesinde önemli bir etken olmuştur.

Yazar bu tarihsel girizgahtan sonra antisemitizmin ilk çıkışını ve bu çıkışın nedenlerini ele almaktadır. En önemli vurgusu ise, eski antisemitizmle (Yahudi düşmanlığıyla) , modern antisemitizmin sebepleri üzerinedir. Eski antisemitizmin aksine modern antisemitizmin çıkışının siyasi amaçlı olduğunun altını çizmektedir.

Modern antisemitizm, ilk olarak Napolyon'un 1807 de yenilmesinden sonra ortaya çıktı. Yazar kitabında ilk antisemitik partileri ve bunların işlevlerini de ele almaktadır. 19. yüzyılın son yirmi yılında antisemitizm aynı anda Almanya, Avusturya ve Fransa'da ciddi bir siyasi etken olarak ortaya çıkmıştır.

1812 tarihli kurtuluş beratı ile Yahudilere devletin özel ilgisi garip bir şekilde belirdi ve 20. yüzyılda güçlü Yahudilerle devlet arasında mükemmel bir çıkar birliği sağlandı.  Zengin Yahudiler Yahudi yoldaşları üzerinde denetim kuruyor ve Yahudi olmayan toplumdan ayrı durmalarını istiyorlardı. Bunu başarmaları da zor olmadı.

Yazar, ilk antisemitik partilerin küçük olmakla birlikte diğer partilerden ayırt edilir yanının "partiler üstü" parti olmak amacını güttüğünü ifade eder. Ve antisemitik partilerin "partiler üstü"  olma iddiası, tek başına iktidar olma, tek başına bir güç olma iddiasını da içeriyor ve kendilerini devlet yerine koyma söyleminin de açıkça ilanı anlamına geliyordu.

Kitapta kendini seçilmiş ırkın seçilmiş kişisi olarak gören kudretli büyücü Benjamin Disrael'den de bahsedilmektedir. Disrael'e göre Yahudilik, başından itibaren eğip bükülmesi gerçek bilgiyle engellenmiş bir köken sorunuydu. Bu yüzden Yahudi olmayan biri Yahudiliğe nasıl bakıyorsa, Disrael de bu gerçeğe öyle bakıyordu.

Disrael'in ırk öğretileri asimile olmuş Yahudilerin ruh halinde bir paradoks yarattı. Yahudilerin asimile edilmeye çalışılması, Yahudi şovenizminin güçlenmesi anlamını taşıyordu. Bu paradoks kişiliğini Disrael'de bulmuştu.  O hem bir İngiliz emperyalisti, hem de Yahudi şovenistiydi.

Hannah Arendt kitabının dördüncü bölümünde antisemitizmin doğuşu ve aynı zamanda Siyonist hareketinin de şafağı sayılan ünlü Dreyfus davasının analizini yaparak günümüze gelinceye kadar "anti-Dreyfuzcu" teriminin hala cumhuriyetçi, demokrat ve Yahudi karşıtı herkesi tanımlayan bir kavram olarak kullanıldığının altını çizmektedir.

Arendt'in kitabı antisemitizmin doğuşunu, gelişimini, dünya üzerindeki etkilerini incelemeye çalışmış olmakla beraber, analizlerinde tarafların sosyolojik konumuna açık işaretlerde bulunmamaktadır. Eski antisemitizmle modern antisemitizm arasındaki fark ifade edilmiş ama bu farkın ne olduğu açıklığa kavuşturulmamıştır. Dünkü Yahudi düşmanlığı din temelli bir tartışmanın ürünü iken, modern Yahudi düşmanlığı, dini bir guruptan sanal ırk teorileriyle bir ırk ve ulus üretmenin bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. Oysa Arent, Yahudi dini cemaatini ırkçı teorilerle seküler zeminde bir ulus olarak tanımlama gayretlerine dikkatleri yöneltmek yerine, Yahudi tüccarların ekonomik etkinliğini ön plana çıkartmıştır. Böyle olunca da Arent'in tüm objektif yaklaşma görüntüsüne rağmen, antisetizmin ortaya çıkış nedeni olarak ulusçuluk ve ırkçılık çekişmeleri gözden kaçırılmış olmaktadır.