Yazın kavurucu sıcaklarının ve susuz günlerinin ardından hiç beklenmedik bir anda sağanağa çeviren yağmur, öylesine büyük bir karmaşa ve hengâmeye yol açıyor ki, bir çatı altı, sığınak bulmak için koşuşturanlar birbirlerine çarpıyor. Şemsiyeler şiddetli rüzgârın etkisiyle tuzağa yakalanmış kuş misali sahiplerinin elleri arasında umutsuzca bir o yana bir bu yana savruluyor, küfürler havada uçuşuyor. Yağmur altında el ele dolaşmanın aşk olduğunu zannedenler iliklerine kadar ıslanmanın ve rüzgârın bedenleri bir bıçak gibi kesen şiddeti karşısında aşklarını logarlara bırakarak hızlıca uzaklaşıyorlar. Bir anda renkli şemsiyelerle doluyor, seyyar satıcıların tezgâhları. Hava tahmin raporlarını memlekette en ciddi takip eden onlar sanırım. Tezgâh altına sıkıştırdıkları naylondan yapılmış yağmurluklarını bir çırpıda üzerlerine geçirip sağa sola koşuşturanlara, uzattıkları şemsiyeleri satmaya çalışıyor, bir yandan da diğer kolilerden Çin malı yağmurlukları tezgâha diziyorlar. Dilenciler, İsa'nın eli değmiş gibi sağlıklı kişilere dönüşüyorlar birden. Arkalarına bakmadan sığınacak bir yer aramak için ıslanmış bedenleri yararak uzaklaşıyorlar. Kapalı mekânları ter ve nefes kokuları içinde bunaltıcı bir hava dolduruyor. Maskelerini sulara kaptıranlar her şeye rağmen makyaj tazelemenin telaşıyla tuvaletler önünde uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Banliyö treni, ardında tiz bir siren sesi bırakarak hareket ediyor, arabalar korna çalıyor, çay ocakları tıka basa doluyor, pastanelerin camlarına ıslanmamanın verdiği mutluluk tebessümleri yapışıyor, insanların üzerinden maskeler dökülüyor. İkiyüzlülük, dolandırıcılık, ahlâksızlık, aymazlık, hüzün, yokluk ve yoksulluk yağmurla karışarak caddeleri dolduruyor.
Otobüs durakları daha bir kalabalıklaşıyor. "Ne mutlu Türküm diyene, demeyen İnsan değildir!" diye kükreyen politikacı, yolcuların üzerine su boca eden son model arabasıyla hızla uzaklaşıyor. Kavgalar artıyor. İntikamla yoğrulmuş ruhlardan nefret sızıyor. Boş koltuk kapmak için herkes birbirini eziyor, ne Türk kalıyor geride ne de Kürt, herkes kendi sathını koruyor ve hayat kendi gerçeğini dayatıyor aniden.
Yağmura aldırmadan yürüyor endişeli yürekler, ellerinde pankartları, özgürlük nağmeleri uçuruyorlar gökyüzüne. Adalet saraylarının adaleti, sulara karışıp soğuk binalar bırakıyor geride. Mutmain bir adam, yağmur damlaları biriktiriyor avuçlarında; merhamet, cesaret ve onur damlaları savuruyor soğuk sarayların avlusuna. Kalemine peruk takanların ruhları ıslanıyor. Gökyüzü kararıyor, balkonlardan cinnetli bedenler sarkıyor, kan yağmura karışıyor.
Pazar yeri, her zamanki telaşında. Yağmurun sesine karışıyor sesleri pazar esnafının. Tezgâhlarda mevsimin en nadide sebze ve meyveleri. Sağanak, fiyatlardaki zam sağanağını da artırıyor. Kara poşetli kadınlar duruyor tezgâh yanlarında. Atıkları topluyorlar utanarak, elleri titriyor her uzandığında yerdeki atıklara, yürekleri titriyor. Yanlarında kara gözlü çocuklar. Gösteriden topladıkları bayrakları satıyor açlar, biçareler, bir dilim ekmek parasına, biraz önce kürsüden konuşan zevat geçiyor yanlarından, yiyecek dolu poşetleriyle. Gürbüz çocuklara onuncu yıl marşını tekrarlattırıyorlar. En pahalı, en gösterişli elbiseleriyle, iğrenerek bakıyorlar elleri parçalanmış kenar mahalle annelerine.
Bir cenaze arabası beliriyor birden. Arkasında bir yığın kalabalık. En önde daha dün başörtüleri nizamiye kapılarına takılan başörtülü anneler, eşler, kardeşler yürüyorlar. Hemen yanlarında ellerini öpmek için sıraya giren üniformalı zevat. Tabuta sarılan yaşlı kadın Kürtçe bir ağıt söylüyor, yüreğine damlayan gözyaşlarıyla. Arkadaki kalabalık hep bir ağızdan bağırıyor: "Ne mutlu Türküm diyene! Şehitler ölmez, vatan bölünmez!"
Yağmur yağıyor üzerimize ihbarcı televizyon ekranlarından. Yağmur yağıyor, sorgucuların yüzlerindeki karalar dökülüyor kara asfaltın üzerine. Her şey kendini ele veriyor istemeden. Yağmur yağıyor, direniyor görklü yürekler. Sözleri hayatın ellerine düşüyor, toprak diriliyor, gökyüzü kirlerinden arınıyor. Yağmur yağıyor, seller akıyor; Arap kızı camdan bakıyor, yasaklar can yakıyor.