Tuzla Belediyesi'nin geçtiğimiz yılın sonunda düzenlemiş olduğu roman yarışmasında birincilik ödülü kazanan iki romandan biri olan 'Yağmurdan Sonra', yazarı Ahmet Kekeç'in popülaritesinin ötesinde, ele aldığı dönem sebebiyle oldukça yoğun bir ilgiye muhatap oldu. "28 Şubat sürecinin eksen alındığı bir özeleştiri ve muhasebe girişimi" olarak tanımlanan roman hakkında çok sayıda değerlendirme basın organlarında yer aldı. Bu değerlendirmelerdeki ortak kanaat romanın "bizim hikayemizi" anlattığı yönündeydi. Sanatçının yaşadığı zamana tanıklık etmesi açısından gerçekten olumlu bir nitelik taşıyan romanın diğer değerlendirmelerde dikkate alınmayan ama bizce tartışmaya açık olan ve üzerinde durmayı düşündüğümüz tarafı, bu tanıklığın yaralı bir bilinçle gerçekleştirilmiş olduğu görünümü ve bu durumda anlatılan hikayenin bize aitliği hükmünün ne kadar geçerli bir hüküm olduğu noktasında odaklaşmakta.
Romanın başkahramanı Murat daha önceleri yayıncılık yaparken bu işlerden ve diğer pek çok şeyden elini eteğini çekmiş, gelecek ülküsünden yoksun, geçmişiyle kavgalı, yorgun, güçsüz, acı çeken ve tutunamamış bir birey olarak çıkıyor karşımıza. Kendi ifadesiyle "hayatlarının en güzel, en verimli olması gereken yıllarını içini dolduramadıkları kavramlarla o kavramların taşıdığı ithal ikameci bir uygarlık projesini savunarak tüketmişlerdir. O hayat dolu, kıpır kıpır, dünyayı değiştirecek cesarette oldukları gençlik günlerinin ardından babasının deyimiyle 'koyun gibi bir milleti yola getirme adına abuk sabuk kitaplar' yayınladığı bir yayın evi kurmuştur." Ancak işler istediği gibi gitmemiş ve yayın evini tasfiye ederek hem yayıncılıktan hem de arkadaş çevresinden koparak bir kırtasiye dükkanına hapsolmuştur. Bütün bunların yanı sıra bir yandan ağır hasta babasıyla geçmişten bugüne devam eden sorunları, öte yandan eşiyle aralarındaki bağın gitgide zayıflayışı onu hayat karşısında iyice yorgun hale düşürmüşken, 28 Şubat süreci başlar.
TV ve gazetelerde yer alan haberler adeta içindeki sıkıntının dozajını artıran bir fon müziği oluşturmaktadır. Kendisi de, ülke de kötüye gitmektedir ve yapılacak fazla birşey yoktur. İşte böylesi bir "yaralı bilinç" ile bir özeleştiri ve muhasebe süreci yaşamaya başlar. Üst kat komşuları onun, onlara yani İslamcılara benzemediğini söyler bir defasında. Evet, şu anki duruşu itibariyle onlara fazlaca benzememektedir. Ama neye benzediğini de henüz keşfedebilmiş değildir. Bir yönüyle hala onlara benzediğini hissettiren 28 Şubat icraatlarına dair haberler içindeki sıkıntıyı artırmaktadır. Bu arada geçmişinden bugüne kanca atan ve onu bir türlü bırakmayan bir mahkemesi de vardır. Çok önceleri yayınlamış olduğu ve yayınevini devrettiği dağıtımcı tarafından habersizce tekrar basılan bir kitap hakkında 312. Maddeden dava açılmış ve bir süre önce alınan beraat kararı yargının siyasallaşması sürecinden etkilenerek bozulmuştur. Kitabın adı ise şu an içinde bulunduğu durum itibariyle oldukça manidardır: "Direnenler"
Artık fazlaca aidiyet hissetmediği bir kesime karşı uygulanan baskı politikaları onu hem vicdanen hem de madden etkisi altına alıvermiştir böylece. Bu ahval içinde bir iç muhasebe ve özeleştiri süreci yoğunluğunu artırmaya başlar. Hem kendi bireysel bunalımının hem de kitlesel anlamda yaşanan sıkıntıların kaynağını geçmişte yapılan yanlışlıklarda bulur, "Sanattan, edebiyattan ve gelenekten kopmuş bir neslin iflah olmayacağını" unutmuşlardır. Geleneksel kültür verimlerini tanıyamamışlar, Ahmet Cevdet'i, Yahya Kemal'i, Tanpınar'ı okuyamamışlardır. Evrensel devrimcilik adına kıytırık Mısır, Afganistan, Pakistan ulemaları sunulmuştur kendilerine. Birşeyler vermek için çırpındıkları halka ise bir türlü yaranamamışlardır.
Romanda üstünde durulan önemli bir tipleme olan İrfan Bulut'un şahsında müslüman aydınların mevcut bunalımdaki payını da sorgular roman kahramanı. Ajitatif kitaplarıyla gençliği kimi kavramlara başkaldırıya çağıran İrfan Bulut ve benzerleri, aynı kavramları kullanan kendi yarattığı canavara itidal telkin etmektedir şimdi. Aslında vardığı nokta doğrudur ama az başını yakmamıştır onun kitaplarını okuyup dava bilincini kuşanan zavallı taşralı çocukların. Süreç sert işliyorsa yalnızca sürecin yönlendiricilerinde değil, vaktiyle dindar çoğunluğu azdırıp bu sonucu hazırlayan İrfan Bulut gibilerde de aramak lazımdır kabahati.
Roman kahramanının iç muhasebe ve özeleştirisi işte böylesi bir mahiyet arz etmekte. En iyi niyetli ifadeyle "yaralı bir bilincin mahsulü" olan bu değerlendirmeler, özellikle belirli çevrelerde büyük bir hoşnutlukla karşılanıp benimseniverdi. 28 Şubat süreci içinde bir çıkış yolu olarak piyasaya sürülen "yedilik" düşüncesinin temel tezleri romanda iç muhasebe ve özeleştiri adıyla karşımıza çıkmakta. Zaten yerlilik düşüncesinin popülaritesini artırmasının ardında da yine en iyi niyetli ifadeyle bir "yaralı bilinç" yatmakta değil mi?
İçine düştüğü bunalımdan çıkmanın o derin boşluk duygusunu gidermenin yolunun birey olmanın problematiğiyle tanışmaktan geçtiğini düşünen kahramanımız bir yandan iç muhasebeler yaparken diğer yandan da çıkış yolları aramaktadır. Bu arayış içinde bastırılmış duygularının da tazyiği ile platonik de olsa yasak bir aşkın ortasında bulur kendini. Elinden kayıp giden hayatını anlamlandırabilecek bu hülyadır artık. Kızı yaşında ve aynı zamanda üvey kardeşi olan Hülya'ya duyduğu ve gitgide kontrolünden çıkan hislerin hayatına yeniden anlam kazandırabileceğini düşünmektedir. Hatta karısından boşanıp bütün olası tepkileri göğüsleyerek onunla evlenmeyi ve yeni bir hayat kurmayı planlamaktadır.
Ama kendi durumu da, ülkeninki de kötüye gitmeye devam etmektedir. Bir yandan İrtica brifingleri verilir, sarık operasyonları düzenlenirken öte yandan mahkumiyet kararı kesinleşmiştir. Tutunduğu son dal olan Hülya'nın onun duygularından habersiz, başka bir erkeğe ilgi duyduğunu öğrendiği ve aşk sandığı şeyin insanı yok oluşa, tükenişe götüren bir yanılsama, bir illüzyon olduğunu fark ettiği yağmurlu bir akşam üstü evine gelen iki polis son ümidi olan yeni bir hayat büyüsünü bitirir.
Özellikle dili ve anlatımı açısından başarılı bir düzey yakaladığını söyleyebileceğimiz "Yağmurdan Sonra", roman kahramanının iç dünyasındaki bunalım ve çatışmalarla, 28 Şubat sürecinin doğurduğu kitlesel düzeydeki bunalım ve çatışmaları meczederken de başarılı bir kurgu örneği vermekte. 28 Şubat'ın toplumu cendere altına alan boğucu atmosferinin günlük yaşama olan etkilerinin farklı kesime mensup insanların bu sürece nasıl tepki verdiklerinin somut ve canlı örneklerle yansıtılması açısından belgesel bir çalışma niteliği taşıyan romanın en büyük handikapı, iç süreçleri sorgularken bunu son derece sübjektif ölçülerle gerçekleştirmiş olmasıdır diyebiliriz.
28 Şubat öncesinde zaten yaralı olan çözülme aşamasındaki bir bireyin sürecin baskısı altında yaşadığı yoğun bunalım sonucu yaptığı geçmişe dönük eleştiriler hem üslup hem de içerik itibariyle hastalıklı bir görünüm vermekte. Bu durum, kitabın "bizim hayatımızı" anlatma iddiasını da oldukça zayıflatmakta. Son dönemde moda olan geçmişe dönük ölçüsüz özeleştiri furyasının ne getirip götürdüğü ise ayrı bir tartışma konusu şüphesiz.