Sermayenin müstakil bir beşeri kalıp olarak ele alınması, kapitalizm tahlili manasına gelir. Bu meyanda kapitalizmden önceki (yani 18. ve 19. Yüzyıl öncesi) sermaye ile kapitalizmden sonraki sermayenin de birbirlerinden ayrılması gerekir. Coğrafi unsuru da devreye sokarsak, eğer bir ‘sermaye’ tahlili yapıyorsak bu sermaye beşerî bir kalıp olarak modern Batı Avrupa’dan neşet etmiştir. İşte ‘klasik iktisat’ diye isimlendirilen iktisadi görüşler bu sermayenin ilk defa tahlilini yapanlardır ve Marks ve Marksist fikirler de bu gruba girer. İmdi, bu iktisatçılar sermayeyi çıkış noktasında ele aldıkları için tek bir bütün olarak görürler ve dolayısıyla ‘yabancı sermaye’ kavramına ihtiyaçları yoktur. Bu tahlili şiddetlendirip daha derin bir vukufiyete kavuşturan Marks ise sermayeyi cihanşümul tek bir vaka olarak ele alır ve daha ilgi çekici olarak, kapitalizmin (kapitalizm öncesi toplumları ileri götürdüğü fikrine dayalı olarak) beşeriyet için müspet yönüne vurgu yapar. Bu bakış açısı onu nihayet, en çok tenkit edildiği Hindistan meselesine getirir ki, burada açıkça ‘yabancı sermaye’ye bir övgü vardır.
Bundan takriben elli yıl sonra, sermaye ihracı ile emperyalizmi irtibatlandıran Hobson (gibi Marksist olmayan) ve daha dünyanın merkezi ve güçlü ülkelerinden yazdıkları için, sermaye ve emperyalizm tahlili onları ‘yabancı sermaye’ değil, fakat ihraç edilen sermaye kavramına ulaştırır. O halde yabancı sermaye kavramının kökenini, kapitalizmin merkezî ülkelerinden ziyade, onlardan sermaye ihracına maruz kalan ülkelerde aramamız gerekir.
Tam bu sıralarda Osmanlı’daki siyasi çelişki II. Abdulhamid ile İttihat ve Terakki arasında olmak üzere gün yüzüne çıkıyordu. Bu çelişkiyi iktisadi açıdan şöyle resmedebiliriz: Memleket meselelerini bilen ve milli bir bakış açısına sahip olan II. Abdülhamid’in ziraata dayalı ve dolayısıyla yavaş seyredecek kalkınma programına karşı, memleket meselelerinin yanında iktisattan da bihaber ve gayri milli yani ulusal bir bakış açısına sahip İT’nin sanayiye dayalı ve dolayısıyla hızlı seyredecek kalkınma programı. (Tam bu noktada sermayenin bir hususiyetini daha belirtmemiz icap eder ki, o da şudur: Modern kapitalist sermaye, aynı zamanda sınaidir, zirai değil.) Bunlardan ziraata dayalı olanı, ister istemez sermayenin, sermaye ihracını ve dolayısıyla emperyalizmin dışında kalma neticesini verecek; sanayiye dayalı olanı ise mutlak surette sermaye ile irtibatlı olmak zorunda olacaktı. Nitekim böyle bir gelişme ile bilindiği gibi Osmanlı ülkesi ‘yarı sömürge’ haline getirildi.
II. Abdulhamid’in hal edilip, iktidara İttihat ve Terakki’nin geçmesi ile birlikte dış sömürünün yanında ikinci bir iç sömürü çarkı da devlet eliyle işletilmeye başlandı. Bunu şöyle izah edebiliriz: Sermaye ister istemez sermayedarı gerektirir. Sermayedar yok ise teşvik edilip oluşturulması gerekir. ‘Ulusal ekonomi’ denilen şey budur. Devlet eliyle oluşturulacak mekanizmalar vasıtasıyla halktan alınacak küçük küçük paralar, sermayedar olmaları istenen bir azınlığa aktarılır ve böylece sermaye birikimi sağlanmış olur. Gümrük duvarları bu azınlığı adeta güvenli bir akvaryumda muhafaza edebilmek için yükseltilir ve bütün bu düzen meşrulaştırıcı bir söylem olan ‘yabancı sermaye düşmanlığı’ ile örtülür. Yabancı sermaye kavramının kökeni de budur.
İttihat ve Terakki ile başlayan bu iç sömürü Cumhuriyet döneminde CHP ile karma ekonomi adı altında uzunca yıllar devam ettirildi, hatta katmerlendi. Bu yerli ve ulusal kapitalistler sermayelerini devlet eliyle halkın sömürülmesinden elde ettikleri için, aslında hiçbir zaman tam olarak Batılı kapitalistler gibi olamadılar ve hep devlet desteğini beklediler.
Dikkatli bir bakış, bu iç sömürünün, dış sömürü ile olan bağlantısını ortaya çıkarabilir. Ulusal kapitalistler doğuştan sahte oldukları için sanayi yatırımlarında hep ikinci ve üçüncü dereceden yatırımlar oldu ve burada da Batılı kapitalistlerin acenteliğinden öteye gidemediler. (‘Montaj sanayi’ kavramı bunu vurgular.) Böylece dış sanayinin acenteliği ile gümrük duvarlarının yüksekliği; yani iç ve dış sömürü birleşmiş oldu. İşte 1980’lerden başlayan küreselleşme dalgası bu yerli ve ulusal kapitalistleri bir kez daha tehdit etti. Dikkat edilirse ‘ulusalcılık’ ve ‘yeşil sermaye’ kavramlarını Türkçe bu yıllarda üretti. Burada ulusal sermaye, Batı ile sömürgecilik ilişkisine girmiş olan sermaye ve siyaseti (ulusalcılık) temsil eder. Yeşil sermaye kavramı ise müphem olmakla birlikte, ulusallaşmamış parayı ifade eder. İşte bu noktada ‘yabancı sermaye’ kavramı bir kere daha ortaya çıkar: Ulusalcı siyasetin, kendini dayadığı sömürgecilik ilişkisinin tehlikeye girdiğini görmesiyle, bir tepki olarak.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Sermaye bir bütündür ve ürettiği kapitalist ilişkilerin aşılması gerekir. Yabancı sermaye düşmanlığı ise bir şaşırtmacadan ibarettir.