Beklemeye başlayalı henüz beş dakika olmadı ama epey içimin daraldığını hissediyorum. Fatih'te Yavuz Selim durağındayım. 28 no'lu otobüsle Beşiktaş'a gidip oradan motorla Üsküdar'a gideceğim. Malum insan ve trafik yoğunluğundan olsa gerek, daha çok sıkılmaya başlıyorum ve dayanamayıp güzergahımı değiştiriyorum. Bir an önce buradan uzaklaşmak, Üsküdar'a ulaşmak istiyorum. Eminönü otobüsüne biniyorum, trafik nedeniyle ağır aksak yol alıyoruz. Ama aldığımız her metrelik mesafe bana sırtımdan yük atıyormuşum hissini veriyor.
Az sonra Eminönü'ne varacağız, Karaköy ile Eminönü'nü birbirine bağlayan yeni Galata köprüsünün üstündeyiz. Eminönü'nün o bildik mahşeri görüntüsünü görebiliyorum; göğü örtme çabasındaki betondan yığınlar, trafik, seyyar satıcılar ve ortalama aynı hedefler için bıkmadan her gün koşuşturan insanların oluşturduğu kirli tablo. Otobüsün kirlenmiş camlarından bu tablo bana daha da kirli görünüyor. Bu arada Üsküdar'a geçmek için bineceğim vapur da görünüyor. Ama benimle Üsküdar arasında ciddi bir sıkıntı, bir engel daha var. Bu sıkıntım, otobüsten inip vapura bininceye, ben Eminönü'nün gürültüsünü duymayana, bana karanlıkları andıran görüntüsünü görmeyene kadar devam edecek. Üstelik içimde duyduğum sıkıntı, Fatih'teki kadar da değil şimdi. Sıkıntım strese dönüşmüş durumda, stresin içimde kızgınlığa dönüştüğünü hissediyorum. Tıpkı kötü geçirdiğiniz bir günün sonunda rahatlamayı düşünürken birileriyle tartışıp sinirleriniz iyice tahrip olmuş bir vaziyette dakikaların saatler oluverdiği o ruh haline benziyor.
Hem yürüyorum hem de sıkıntımın nedenini anlamaya çalışıyorum. Acaba insan yoğunluğu mu sadece? Yalnız bunlar değil herhalde beni bu denli etkileyen. Biraz daha düşününce içimden 'galiba nedenini biliyorum' diye geçiriyorum. Max Weber'in; 'Topraktan kopuşu yaşayan insanın şehirleşme (modernleşme) ile birlikte benliğini yitirmeye başladığını ileri sürdüğü ŞEHİR kuramı' kendimi anlamama yardımcı oluyor. Daha çok karınca topluluklarını çağrıştıran bu insan yığını, boğazlarına kadar batmış oldukları utanç verici durumlarını fark etmeyecek kadar benlik ve kişilik problemleri yaşıyor. Beni daraltan bu insan manzarası değil sadece. Bu insanların içerisinde önceden tanıdığım, tanımlanması güç bu anafora kapılan güzel insanların oluşu, sıkıntımı arttırarak devam ettiren ve kızgınlığa dönüştüren asıl neden. Avrupa yakasına her geçişimde bu aklıma geliyor, imkanım olsa da bu yakaya hiç geçmesem.
Nihayet vapura biniyorum, dışarıda oturup denizi seyretmek istiyorum, vapurun Eminönü'nü görmeyen tarafına geçip kimse rahatsız etmesin diye de oturulacak yerlerin sonuna kadar ilerliyorum. Benden öteye, kim bilir nerelere dalıp gitmiş, altmış yaşlarında durgun ruh haliyle yaşı arasında uyum bulunan ilerlemiş yaşına rağmen giyim kuşamı ile bende iyi bir izlenim bırakan bir teyze var sadece. Farkına varmadan ben de dalıp gidiyorum bu teyzenin düşüncelerini, hissettiklerini okumaya çalışırken.
Dernek mutfağında buluyorum kendimi. Yaklaşık bir metrekarelik, etrafında oldukça eskimiş ve üzerinde boya lekeleri bulunan üç sandalyesi ile kahverengi, yorgun bir masada oturuyorum. Karşımda; bir miktar beyazlaşmış saçı ve seyrek sakalı, burnunun üzerinde iz yapmış pek zarif sayılmayacak gözlüğü, hayatın alnına katmış olduğu anlamlı kırışıklıklar bulunan, gözlerinin altında siyahlık ve yorgunluktan kaynaklandığı belirli olan gözaltı torbaları oluşmuş orta yaşlarda olgun bir adam oturuyor. Aramızdaki yaş farkından dolayı 'abi' diye hitap ediyorum. Siyasi konjonktürden, İslami camianın genel durumundan, gidişatın vehametinden, bireysel ve kültürel boyutlu kırılmalardan konuşuyoruz. Genel gözlemlerinden bahsediyor, kendince önemli gördüğü hususlar üzerinde duruyor. Farklı tecrübeleri, zorlu ve günümüze benzer yaşantıları içine sindirmiş olan yılların verdiği rahatlıkla kelimelerini özenle seçiyor ve yine cümlelerini yanlışsız kurmaya dikkat ediyor. Moral bozmamaya, bir şeyler yıkmadan bir tablo oluşturmaya çalışıyor. O, kendilerini inkar süreçleri yaşayanlardan, kötü örneklerden söz ederken benim de kendi yaşantım, çevrem, tanıdıklarım ve gözlemlerim canlanıyor zihnimde. Kimlik, hatta kişilikleriyle birlikte evrilmeler yaşayan tanıdıklarım... Üzülüyorum. O da ne kadar psikolojisini gizlemeye çalışsa da moral bozukluğunu hissedebiliyorum.
Bu moral bozucu durumu tanımlamaya buna neden olan insanların tutumlarını tanımlamaya, anlamaya çalışıyorum. Zulmün resmi-gayri resmi tüm tezahürlerine karşı sokakları adımlayan bu insanlar, ne oldu da aynı sokakları gafletle, dalalete doğru adımlıyorlar? Hem de aradan o kadar uzun zamanlar da geçmedi. Bütün bunlar birkaç aylık diyebileceğimiz zaman diliminde oluyor. Kalbimdeki üzüntü zihnimin bu evrilmeleri açıklamasını istiyor. Belki diyor kalbim üzüntüm, teessüriyetim hafifler. Zihnimde sorular ve yanıtlar sahnesi perde açıyor. İslam'ın popüler bir kültür oluşu değildi şüphesiz bu insanlarla bizi kol kola buluşturan! Modern çağın bunaltıcı ve yıkıcı etkilerini engellemek üzere edinilen yüzeysel ve geçici bir kimlik arayışıydı denebilir mi? Hayır, hayır! gençlik hevesi olamaz insanların bu çaptaki farklılaşmalarını açıklayan anahtar kavram.
Bende karanlık odacıklar oluşturan bu sorulara yine kendimce cevaplar arıyorum, karanlığı güvenimi sarsan odacıkları aydınlatma ümidiyle. Acaba ortaya konulan bir hedef vardı ve bu hedefe ulaşılamadığı için mi İslami camia kuruyup dökülen bir alçı gibi kuruyup dökülmeye başladı? Değişen ne bir hedefimiz ne de bir gayemiz var, dün de darbe falan yapmayı düşünmüyorduk bugün de. Dün İbrahim'in yaşam biçimini, hayat felsefesini kalınlaştırarak devam ettirmekti bugün de mümin olmanın gerekleriyle aynı gayeleri güdüyoruz. Devlet dünkü devlet, düzen dünkü düzen, köy dünkü köy, ama insanlar dünkü insanlar değil.
Ardı arkası gelmeyen gelecek gibi de görülmeyen sorular ve bu sorulara cevap bulma ihtiyacı. Bu arada masanın öbür tarafında oturan adamın başka şeyler düşündüğümü fark etmemesi, incinmemesi için bakışlarımı farklı yerlere çevirmemeye, sürekli gözlerine bakmaya özen gösteriyorum. Zihnimdeki oyun sahnelenmeye devam ediyor. Üstelik dökülmeler, kırılmalar o kadar keskin, o kadar aceleci tutumlarla gerçekleşiyor ki, geç kalınsa kaçırılacak bir fırsat var sanki. Yaşananların hızı bana Uhud okçularını anımsatıyor. Ani sekülerleşmeler, artan kapitalistleşme, alelacele takınılan demokrat maskeler... Bireysel örnekliklerden kurumsal teşekküllere, avam tabakasından akademik sayılabilecek portlere kadar böyle... İçim burkuluyor. Örnekler çoğaldıkça derin bir hüznün beni içine çektiğini hissediyorum. Hele bir de bu kötü tabloya yaşadığım değişik görüntüler de eklenince evrilmeler yaşayan insanların tavırları... İğreti veren bir gülümsemeyle birlikte "bir zamanlar biz de..." diye başlayan kül ve mangal ikilisi arasında cereyan eden nutuklar, "sen hâlâ orda mısın" gibi saldırıyla yapılan küstahça savunmalar ekleniyor bu tabloya. Bunlar yetmiyormuş gibi yanı başımızdaki dostlarımızın (şişirilmiş bireyci benlik algıları geliştirmeye başlamalarından olsa gerek) müslümanların yaşadıkları kötü şartların, ekonomik sıkıntıların boyutlarını, müjde verir gibi dile getirmeleri ok gibi saplanıveriyor böğrümüze. Bu arada karşımda oturan adam, özenle seçtiği ibarelerle İyimser tablolar çiziyor, moral bozukluğunu gidermeye, beni karamsar bir ruh haline kapılmaktan uzaklaştırmaya çalışıyor.
Düşüncelerim, duygularım; buruklukla birlikte durgun bir suyu andıran hüznün içerisinde yüzerken, sürekli terennüm ettiğimiz ayetler bu sefer sahneye çıkıyor: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve 'Rabbimiz bizi halkı zalim olan şu kavimden kurtar' diyen çocuk, kadın ve güçsüz erkekler uğrunda mücadele etmiyorsunuz?" "Ticaretiniz, eşleriniz, mallarınız, çocuklarınız size Allah'tan daha sevimli ise bekleyin..." "Allah uğrunda söz verip bedel ödeyenler ve sözlerinden dönmeyip sıralarını bekleyenler..." Âyetler biribiri ardına sahne almaya devam ediyor: "Bırak onlar kısa süreli bir zevk ve oyalanma içerisinde oyalanıp dursunlar." "İman edip salih amel işleyenler ve imanlarında sadık olanlar,.." "Gözlerin yuvalarından fırladığı o gün geldiğinde..," "O gün kendilerine yazık edenler diyecekler ki; Keşke geri gönderilsek de..." "Allah'ın azabı can yakıcı bir azaptır. Ateş, o gün annenin kucaklayışı gibi kucaklayıverir." "Geri dönüşü olmayan o gün, Allah uğrunda çaba sarf edenleri ve sabredenleri müjdele." Birbiri ardına sahne alan ayetler, ilkin bir tırpan gibi az önceki buruk düşüncelerimi biçiyor, sonra durgun bir suyu andıran hüznün içerisinde yüzen duygularımı sert esen bir rüzgar gibi döverek kıyıya çıkartıyor. Üzüntü ve burukluğun yerini bana sıcaklık veren bir ferahlık alıyor.
Beni tanımlanması oldukça güç ruh haline sokan şu iki ayet, sahnelenen oyunun son perdesini oluşturuyor: "Yoksa siz, Allah içinizden iman eden, namaz kılan ve cihad edenleri seçip ayırmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?" "Allah mallarınızı ve canlarınızı cennet karşılığında satın almıştır," Bu son iki ayet, yüreğimin ta derinlerine umutsuzca gömdüğüm dağların kokusunu, Bedir özlemini anımsatıyor. Söylediğimiz cenk türkülerinin nağmeleri çalınıyor kulağıma. Tüylerim diken diken oluyor. Garip bir sevinç alıyor şimdi beni, kalbimin güzelleştiğini hissediyorum. Sevincimin nedeni; ortamın onca yozlaştırıcı ve yok ediciliğine, işlediğim günahlara rağmen tüylerimin ürperme yetisini kaybetmemiş olması.
Annemin sabah vakti omzuma hafifçe dokunarak beni uykudan çekip alması gibi yumuşak bir el, omzuma dokunup beni dalgınlığımdan çekip alıyor. Vapurda yanımda oturan yaşlıca teyze Üsküdar'a geldiğimizi söylüyor. Görünüşe bakılırsa vapurda yolcu olarak sadece ikimiz kalmışız. Mutfaktaki adamı ve düşüncelerimi bir tarafa bırakıp hızlı adımlarla vapurdan iniyorum. Üsküdar'a varmış olmak beni tamamen rahatlatıyor. Sanki kendi beldeme gelmiş gibi kendimi güvende hissediyorum. Çay içip sohbet edilebilecek rahat ortamları, insan duyargalarını estetikleştiren doğal ve tarihi mekanları, etrafında bulunan ağaçlık ve ormanlık alanları, İstanbul'un diğer semtlerine oranla insanlarının genel niteliğinin daha iyi oluşu ve konuşabileceğim, dertleşebileceğim çok sayıda dostumun bulunması Üsküdar'ı bana böylesine sıcak kılıyor.
Kıyıya inip birkaç adım attıktan sonra arkamdan birinin "evladım" diye seslendiğini farkediyorum. Arkamı dönüp baktığımda sözünü ettiğim teyze: "İstirham etsem inmeme yardımcı olur musun?" dedi. Yardım talebindeki bir cümleyle özetlediği zarifliği bende ilk bıraktığı izlenimle birleşince içimden, kaba bir ifadeyle soyu tükenen eski İstanbul hanımefendilerinden herhalde diyorum. Talebine tebessümle cevap veriyorum. Bana elini uzatıyor, vapur ve kıyı arasındaki küçük tahta köprüyü kullanmayı tercih etmiyor -öteki tarafta kaldığı için herhalde.- Yaşlıca bayanın elini tutuyorum bir adımını kıyıya atıyor. İkinci adımını atacakken aniden dalgaların etkisiyle olsa gerek vapur hafifçe geriye doğru gidiyor, kadıncağızın bir ayağı kıyıda bir ayağı vapurda kalıyor. O da ben de çok heyecanlanıyoruz. İki elimle eline sarılıyorum ve o anda, vapurda gelirken zihnimde sahnelenen oyun ile şu andaki tablo birleşince çaresiz ve aciz bir ruh haliyle şu cümleyi terennüm ediyorum: "Ya Rab bırakma ellerimizi!"