Arınamadığımız iç zaaflarımız en büyük ayıbımızdı. Tüm ümmet coğrafyası ve Osmanlı toprakları 20. yüzyılın başlarında düşmüştü. Zaafa uğrayan ümmet, işbirlikçi elitler eliyle ulus toplumlara bölünmüştü. Osmanlı bakiyesi olan Anasır-ı İslam dışarıdan gelen sömürgecilere ve içerideki garpzedelere mağlup olmuştu.
Hindistan’dan Mısır’a, Trablusgarb’a kadar yüreği özgürlük hasretiyle çarpan tüm müminler için de Osmanlı sonrası Anasır-ı İslam için de kurtuluş mücadelemiz kimliksel dirilişimiz ile ilgiliydi ve aynı zamanda da toprak temelliydi. Akif’in şüheda toprağını savunmanın yanında Asım’ın Nesli idealinde aradığı İslami uyanış, birbiri peşi sıra Büyük Doğu Gençliği, Diriliş Nesli, Kur’an Nesli, İmam Hatip Nesli vurgularında da hep canlılığını korudu.
İttihad-ı İslam stratejisinin temel amacı Müslüman olarak var kalabilmek için dayanışmamızı güçlendirmek, tarihî envanterimizi koruyabilmek, yeniden İslamlaşmak ve özgüvenimizi kazanıp yeniden vahyin aydınlığını yayacak ümmet diriliğini sağlayabilmekti. Bu uğurda içtihadi bir tarz-ı siyaset olan hilafet imajını yaşatmak ve ayrıca işgal edilen topraklarımızı kurtarmak, özümüzü diriltip kimliğimizi yeniden inşa etmek mücadelesinden ayrı değildi. Yitirdiğimiz medeniyet değerlerini yeniden inşa edebilmek istikametinde İslami toplumsal bir model üretebilmeliydik. Bunun için de önce düşmanın fiilî ve zihinsel cenderesinden kurtuluş yollarını aramalıydık.
20. yüzyılın başında tamamen işgal edilen ümmet coğrafyasında kurtuluş mücadelesi için ilk kıpırtılar Küçük Asya’da görüldü. Düşmanlar kovulacak ve bir tarz-ı siyaset olan hilafet makamı aracılığı ile coğrafyamızın diğer bölgelerine de belki el uzatılabilecekti. Ama tüm fedakârlıklara rağmen olmadı. Ne sembolik hilafet makamı yaşatılabildi ne de son kale denilen Misakı Milli sınırları korunabildi.
‘Kurtuluş Savaşı’ denilen muharebede nizami ordu olarak sadece Yunanlılarla çatışmıştık. Küçük Asya’ya Türkia demekte olan kapitalist-sömürgeci İtilaf Devletleri topraklarımızdan kuvvetlerini çekerken bize Lozan Antlaşmasıyla birlikte hukuklarını ve Batılılaşma/çağdaşlaşma projelerini dayattılar. İttihad-ı Terakki döneminde başlayan Batılılaşma/uluslaşma projeleri, garpzede Mustafa Kemal ve ekibinin hizbî atraksiyonları ve Lozan görüşmelerinde İtilaf devletlerinin zorlayıcı şantajlarıyla yürürlüğe girdi. Böylece kurtuluş hamlemiz mecrasından saptırıldı. Toplumsal kimliğimiz hem Batılı paradigmaya dayanan toplumsal mühendislikle biçimlendirilmeye çalışıldı hem de sınırlı bir toprak parçasına mahkûm edildi.
Yeni kurulan Türkiye’deki vesayetin temelleri, kendi medeniyet havzamıza dayanan hukukumuzun Avrupa medeniyet havzasının hukukuyla değişimi; ayrıca kimlik ve yaşam tarzımızın yine Batılı değerlerle reforme edilmesi süreciyle perçinlendi. Batı’nın değişen normlarıyla inişler çıkışlar yaşayan bu yabancılaşma süreci Kemalizm adıyla resmi ideolojiye dönüştürüldü.
Batı için moderniteyi ifade eden “medeni” değerlerin yaygınlaştırılmasında, vesayet altındaki tüm Müslüman halklar veya ümmet coğrafyası için Türkiye model hale getirilmişti. Peşi sıra vesayet altındaki diğer bölgelerimizde de eğitim aşamasında bulunan gençlerimiz üzerinde devşirme etütleri devam etti. Türkiye yabancılaşma ve asimilasyon politikalarında öncü rolü üstlenen model ülke haline getirilmişti. Ve sonra baskı, zulüm, sömürü ve devşirme mühendisliğinin uygulamaları tüm coğrafyamıza yayıldı.
19. yüzyılda İttihad-ı İslam stratejisinin temel amacı topraklarımızın bağımsızlığını sürdürebilmek, ümmet bütünlüğünü korumak ve ıslah etmekti. Ancak stratejimizin temellerini birleştiremeden müstevlilere esir düştük.
20. yüzyıldaki arayışımızın hedefi ise topraklarımız üzerindeki işbirlikçi, ulusalcı, sosyalist veya liberal devşirilmiş kurtarıcılardan ümmeti kurtarmak ve uyandırmaktı. Bu konuda birçok yöntemsel tartışma ve kurtuluş hamleleri yapıldı ama güçlü bir model oluşturulamadı.
21. yüzyılın başlangıcında ise ‘İntifadalar Süreci’ diye nitelendirebileceğimiz Arap Baharı ile yakalanmak istenen vesayetten kurtulma sürecinde Türkiye’de Tayyip Erdoğan iktidarıyla oluşturulan bağımsızlaşma çabaları örneklik teşkil ediyordu. Ayrıca bu süreç 2007 ve 2010 referandumlarıyla halktan onay alarak meşruiyetini deklare etmeye çalışmıştı.
Türkiye’deki normalleşme sürecinde adımlar atılması iç ve dış vesayet güçlerini rahatsız etti. Bu süreç en son küresel vesayet odaklarının teşvikiyle ve içimizden devşirilenlerin aracılığıyla 7 Şubat 2012 MİT Operasyonu teşebbüsü, 2013 Gezi Kalkışması, 17-25 Aralık 2013 operasyonları, 6-8 Ekim 2014 olayları ve ‘barikat-hendek kalkışması’ ve sonunda da 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ile engellenmeye çalışıldı. Ama hain planların gösterilen fotoğrafları bize hep selfie (öz çekim) olarak anlatıldı. İlmîlik iddiasındaki sosyal bilimcilerimiz akademik performanslarını sergileyip bu olaylardaki dış bağlantı irtibatı üzerinde durmayı “komploculuk” olarak telkin etmeye çalıştılar. Gerçeklerin izleri -Muhsin Yazıcıoğlu cinayetinde olduğu gibi- kaba ve arabesk komploculuğa düşmemek tedbirliliği adına örtülmeye çalışıldı. Böylece komploculuk gibi düşük akla duçar olmamak kaygısı içinde fotoğrafta gösterilenle yetinen bir yüzeysellikle yetinmemiz istendi.
Gündemdeki 16 Nisan 2017 Referandumu ise yönetimde halk destekli yetki düzenlemesinden daha çok, yerel ve küresel cahilî vesayet yapısından kopma sürecini engellemeye çalışan teşebbüslere karşı halkın desteğini güçlendirmek ve verilen mücadele için güvenoyu almak hedefini ifade etmektedir.
AK Parti Yönetiminin tüm zaaf ve eksiklerine, yanlışlıklarına rağmen bu teşebbüs, Türkiye halkının ve Müslümanlarının kendi iradelerinin tayin ediciliğini ön plana çıkartması açısından sevindirici bir hamleyi ve aşamayı ifade etmektedir. Zira bu teşebbüs, ‘15 Temmuz Direnişi’nde olduğu gibi toplumun İslam’la bütünleşen ortak değerlerine saygılı olan kitleleri, resmi ideolojiye bağlı bürokrasiyi güçlendiren koalisyonları ve vesayet sistemini aşmaya dönük bir gelecek tasavvuruna ve dayanışma zorunluluğuna sevk etmektedir. Bu teşebbüsle birlikte en az 140 yıllık müdahaleci ordu geleneğinin ve otonomik yargı yapısının ortadan kalkacağı beklentisi de kazanımlar hanesi için teşvik edici olmaktadır.
Dağılmış bir ümmetin çocukları olarak tarihî süreç içinde “ulul-emr” veya “şura içtihadı” modelini yitirdiğimiz için, çözümlerimizi sınırlı istişari arayışlar ve birikimlerle yapabiliyoruz. Bu sınırlılık, metodik ve stratejik ihtilaflarımızın veya zaaflarımızın da tabii nedenidir ama içtihadi olduğu için durum değerlendirmelerimizi ve tespitlerimizi yenileme-geliştirme imkânı da söz konusudur.
Kuşatılmışlık içindeki İslam’ın sabiteleri doğrultusunda yöntemsel yenilenmelerimiz ve şura bütünlüğüne ve sistemine yürüyen yönetsel arayışlarımız dondurulmamalıdır. Bu konudaki yorum ve görüşlerini mutlaklaştıran bazı particilerin hizipçi asabiyeleri veya parti içinde kendi oligarşilerini kurmaya çalışmaları vesayetten kopma misyonuna saygı duyup destek veren kişi ve çevreler için kaynaştırıcı değil itici oluyor. Ayrıca yöntemsel arayışlarda içtihatlarını akaidleştiren bazı bağımsız Müslümanlar ve İslami yapılar da asabiyeleri veya taklitçilikleriyle iç tuzaklarını oluşturup ilmihallerini geliştirememektedirler. Asabiye ile ilgili iki tutum da farklı içtihadi çizgideki Müslümanlarla dayanışma ve müzakere imkânlarına kıyabilmektedir.
15 Temmuz gecesi tekbirlerle, ezanlarla, salâlarla direniş hatlarına koşan Türkiye toplumunun yani Müslümanların öz gücünü özne olarak görmeye veya bu gücün vesayetten kopma mücadelesinde özneleşmesine imkân vermemeye çalışan tüm asabiyelerin de kendilerine ve geleceklerine kıymakta oldukları görülmelidir.
Kurtuluş Hatları ve Merhale Sorumluluğu
20. yüzyılın başından bu yana hem istiklalimizin hem ümmet diriliğimizin temini için telafi edici çabalar içinde olunmaya çalışılmaktadır. Islah ve dirayet çizgisindeki insanlarımızın dilindeki bu gayretlerle ilgili formül ‘uyanış, ıslah ve inşa’dır.
Bize dayatılan reel politik alana zorunlu ilgimiz, ıslah ve inşa mücadelemizin merhaleleri için kaçınılmazdır. Tüm resullerin içinden sıyrılıp geldiği veya kimliksel hicretleriyle İslami kimlik inşasını gerçekleştirdikleri sistem içi mücadelenin fıkhını kavrayamayanlar veya stratejilerinin cahilî sistem içinde taktiksel seyyaliyetlerini üretemeyenler özgünleşme ve özgürleşme yolumuza içeriden barikatlar oluşturmaktadırlar. Ümmeti ve ümmetin çocuklarını öncelikle İslami sabitelerden sapan mezhepçi, hizipçi, bölgeci, gelenekçi asabiyelerden veya ilkesiz, modernist, pragmatik, ulusalcı ve çeteci savrulmalardan kurtarmalı, uyandırmalıyız.
Hattımızın sabiteleri usulu’d-din tutarlılığı ile zamanla kayıtlı veya zamanı aşkın delaleti açık nass algısı içinde kavranabilmeli; İslami sabitelerimize dayanarak yapılan yorumlarımızın ise farklılığı hasımlaşmaya değil alternatif zenginliğe ve saygıya vesile olabilmelidir.
Tüm kuşatmalara rağmen müstekbirler ümmet coğrafyasından İslami duyarlılığı ve varoluş bilincini silemediler. Kurtuluş mücadelelerimiz ve temel aidiyetlerimizdeki ısrarımız topraklarımız üzerinde bazı özgürlüklerimizi sınırlı olarak getirse de insanlarımız Batılı paradigmanın ulusalcı, sosyalist veya liberal kimliksel sapmalarından yeteri kadar arındırılamadı.
Mekânsal kurtuluş çabalarımızı, yeniden kimliksel kurtuluş hamleleriyle merhale merhale yükseltmek ihtiyacındayız.
Hem fıtrat ve vahiy temelli yeniden kimliksel dirilişlere ihtiyacımız var hem de tesirleri devam eden yerel ve küresel vesayet şartlarına karşı yeniden kurtuluş ve özgürleşme hamlelerine... Kuşatmalar altında İslami özlemlerimizi, merhale merhale büyüyen bir mücadele seyriyle Rabbimizin gaybi yardımına müstahak hale getirebilmek en önemli sosyal görevimiz olmalıdır.
20. yüzyılda kurtuluş ve inşa çabaları içinde yaşanan ve tartışılan yöntem konusunda kendisine 1969 yılında yöneltilen bir soruyu Hint-Pakistan Müslümanları ve dünya Müslümanları içinde önemli bir muslih ve müceddid olan Ebu’l Âla Mevdudi şu şekilde cevaplamıştır:
“Silahlı ihtilal yolunun fayda yerine son derece zarar getireceği kanaatindeyim. Kültür ve moral bakımından henüz hazırlanmamış bir cemiyette İslâm inkılâbı yer alamaz. Evvelâ muayyen merhalelerin aşılması icap eder…
Modern devletlerce beslenen İslâm düşmanları bizden çok silah edinebilirler. Orduyu, polisi ve memleketin kilit noktalarını ellerine geçirebilirler.
Silahlı bir ihtilal neticesinde devlet mekanizması ele geçirilse bile; memleketin birçok kısımlarının henüz İslâm’ın istediği inkılâba tamamen hazırlanmamış olmasından dolayı, devletin İslami ölçülere uygun olarak idamesine imkân olmaz. Gayri İslâmî hareketlerin memleketi kötüye götüreceği bir devrede İslâmi iktidarın başta zorla bulunuşu, halkta o iktidara ve hatta İslâmiyete karşı sükûtu hayal doğurur.
İktidara gelmek için silahlı mücadele usulü ise karşı ihtilâllere yol açar. Bu metodu, kötülük olsun diye, İslâm memleketlerine ecnebiler sokmaktadır…
Silahlı ihtilal yapmak için gizli teşkilât halinde çalışılması icap eder. Bu gizli kapaklı hücre faaliyetinin kendine has mahzurlu tarafları vardır. Oralarda fikir hürriyetine müsaade edilmez. O hücreler, fikir hürriyetinin boğazlandığı yerlerdir. Gizli hareketleri idare edenler, içinde bulundukları şartlar icabı zalim, müsamahasız ve despot olurlar…
Keza bu tekniğin îcabatından olarak kendi taraftarlarını yerine göre hilebazlık, yalancılık, tahrifkârlık, katillik, dolandırıcılık velhasıl İslâm’ın men ettiği her türlü kötülüğe sevk için talime tâbi tutarlar.” (Hilâl Dergisi, Mayıs 1969, Çev: Halil Zafir)
Tüm tutuklamalara, işkencelere, sürgünlere, infazlara rağmen Mevdudi öncülüğündeki Cemaat-i İslami Hareketi Pakistan’da ve Bangladeş’te tüm ulusçu, gelenekçi ve modernist kirlilikleri aşarak varlığını ve hattını, hatta daha sahih hat arayışını 21. yüzyıla taşıyabilmiştir.
19. yüzyıldaki düşüşümüzü durdurmak için ortaya konan İttihad-ı İslam stratejisinin tüm katkılarına rağmen 20. yüzyılın başında küresel müstekbirlerin istilasına uğramıştık. Topraklarımız 1921 Kahire Toplantısı ile bölündü. Küresel vesayet 1923 Lozan Antlaşması ile ‘Türkiye Modeli’ni oluşturmaya ve asimile edici vesayetini dayatmaya çalıştı. Yaşanan çözülmüşlüğümüze karşı Müslümanlar ve İslami hareketler 20. yüzyıldan bu yana -Mevdudi’den yaptığımız alıntıda da görüldüğü gibi- değişik ve tartışmalı mücadele ve kurtuluş hatları denediler. Farklı içtihatlara yönelim zorunluydu. Zira şeriat sabitti ama kurtuluşun yolu farklılaşan şartları karşılayacak içtihadi çözümlemelere bağlıydı.
21. yüzyıla uzanan İslami direniş ve kurtuluş hatlarını üç başlık altında toplamamız mümkün:
a. Pasif direniş veya buğz ve inziva çizgisi
b. Devrim/ihtilal ve tekfir çizgisi.
c. Cahilî sistem içi mücadele çizgisi.
A- Pasif Direniş
Eli ve dili kullanma gücü kalmadığında kalben buğz etme yolunu gösteren hadis-i şerifle irtibatlandıracağımız bu çizgi, “kahhariye” çekme psikolojisiyle de bağlantılıdır. 1925’ten sonra Mehmet Akif’in ve Said Nursi’nin zorunlu olarak duçar kaldığı bu hal, çoğu zaman imkânsızlıklara rağmen teslimiyeti aşan bir sabır veya adanmışlık bilinciyle tevekkül eden bir bekleme-içe kapanma halini ifade eder. Ama bu içe kapanma halindeki direniş bazı kere de olumsuzluğa yönelen boyutuyla kaderci ve tarihî atalet çizgisini ifade eden tasavvufi inziva veya pasifist selefilik olarak karşımıza çıkmıştır. Ayrıca yorum ve görüşlerini tevhidî ilkelerle aynılaştıran aşırı yorumsamacı tekfircilik de ‘temiz kalmak’ adına yeni bir inziva yaklaşımı oluşturmuştur.
Vehmi veya zanni rivayetlerle hayat bütünlüğünden kopan sûfi ve selefi din algısını emperyal güçler ılımlı İslam projesi kapsamında açıktan; fundamentalist şekilcilik ve taklitçiliği ise el altından teşvik etmektedirler. Vahyin bütüncül şahitlik görevini ihmal eden veya marjinalleştiren bu hat, İslamlaşma veya arınma gündemlerimizin konusudur.
B- Devrim/İhtilal ve Tedhiş Çizgisi
İhtilalci boyutun aceleciliği, yaptığımız alıntıyla Mevdudi’nin de müzakere edip eleştirdiği önemli zaaflar taşımaktadır. Çoğu zaman sünnetullah çizgisini gözetmeyen devrimci heyecanlar da Kur’an merkezli tutarlı bir tarih ve toplum değerlendirmesine dayanmamaktadırlar. Islah projesi ve programından kopuk tüm devrim/revolution arayışları aslında ihtilalci veya darbeci bir sığlığı ve aldanışı taşırlar.
Bu tür heyecanlı tutumlar resullerin içinden sıyrılıp geldiği cahilî sistem içi mücadele şartlarıyla ve merhalemizin lehinde ve aleyhinde olan boyutuyla ilgili Kur’ani işaretlerle ve konuyla ilgili Siret-i Resul’le ilgili tertil fıkhı üzerinde genellikle tefekkür etmiyorlar. Ya da metot formunun akaidden neşet edeceği ve tartışılamayacağı anlayışı içinde ortaya konan hareket metodu ile ilgili ezberlerin taklitçisi konumuna düşüyorlar. (Bu tutum, Allah rahmet eylesin 20. yüzyılın ortalarında Takiyyuddin Nebhani’nin içtihadi çabalarına bağlı olarak talebeleri tarafından doktrinleştirilmiştir.) Oysa her eesule verilen şeriat ve minhac/yol haritası (5/48) Muhammed aleyhisselam için geçmişte kalmış bir tarih bilgisi değildir. Bilhassa Kur’an’da bildirilen resullerin siretlerindeki metodik işaretler, Resulullah (a)’ın hareket dairesi içinde karşılaştığı müşkülleri aşmasında Rabbimizin örnekler yoluyla içtihadi çözümlemeleri için sunduğu nass temelli hatırlatmalar olarak değerlendirilmelidir.
Müslümanların emperyal işgal ve asimilasyon politikaları karşısında güçleri yettiği oranda mukavemet göstermeleri (kıtal) cihad yükümlülüğünün kaçınılmaz rükunlarından birisiydi ve halen de öyledir. Ama bizim kıtal anlayışımız İslami nasslara bağlıdır; emperyal güçler gibi ya da komünist/faşist yöntemler gibi mücadele adına hududullahı çiğneyemez ve tedhişte bulunamaz. Ama tertil fıkhından ve şura fıkhı misyonundan uzaklık el-Kaide ve IŞİD gibi direniş hareketlerini de çoğu zaman vahyin ölçüleri dışındaki tavır ve ilişki ağlarının içine itti.
C- Cahilî Sistem İçi Mücadele Çizgisi
Cahilî sistem içi mücadele çizgisi ümmet olarak zayıflığımızın ve dağılmışlığımızın bir sonucudur. Bu mücadele çizgisi cahilî reel şartlarla kuşatılmışlığımızı aşmaya matuf tarihle kayıtlı bir durumdur. Cahilî sistem içindeki var olma mücadelemiz bir zorunluluktur ve reel politika, reel hukuk, reel ekonomi sahaları Müslümanların mecbur kaldığı verili alanlardır.
Reel ekonomik ve hukuki alana mahkûmluğumuz kadar, tebliğimiz ve haklarımız da reel politik şartlarla irtibatlı pozisyondadır. Hicret edebileceğimiz halkı Müslüman olan diğer ulus devletlerde de aynı vesayet şartları söz konusudur. Azınlık konumunda yaşanan Batılı ülkelerde ise asimilasyon şartları çok daha ağırdır.
Kaldı ki Batı ülkelerinin imkânlarından yararlanma tecrübesini yaşamak, halkı Müslüman olan ülkelerdeki vesayet şartlarını aşmak sorumluluğu gibi aynı fıkhi diriliği ve yeni ilmihal gerekliliğini zorunlu kılmaktadır. Kimliğimizi gizlemeden, Rabbimizin ayetlerinin üzerini örtmeden ve cahiliyeye müdahane/yağcılık yapmadan cahilî sistem içi araçlardan yararlanmak; varoluş mücadelemizde sistem içi rol ve tutumlarda lehimizde ve aleyhimizde olanı görerek tavır sahibi olabilmek (60/8-9), çağdaş ilmihal konularımızın en önemli başlıklarıdır.
İnsanları itikadi, siyasi, kültürel, ekonomik her türlü karanlıktan nura/aydınlığa çıkarmak için gelmiş ve bu hedefin ölçülerini bildirmiş olan Kitab-ı Kerim’i tertilen okuyan Resulullah’ın örnekliği de cahilî sistem içi araçları kullanmak konusunda en önemli referans kaynağımızdır. O açık kimlikli tebliği yanında vahyin öğrettiği tebliğ adabı ve inceliği içinde “İlaf Kurumu”ndan “Himaye ve Eman Müessesesi”ne, “Habeşistan Hicreti”nden “Cahilî Panayır Alanları”na kadar yararlandığı Mekke cahilî ortamında kimliğini gizlemeden ana hatlarını vahyin yönlendirdiği tedrici bir tebliğ ve inşa istikameti takip etmiştir.
21. yüzyılda Müslümanlar çoğunlukla halkı Müslim olan ulus devletlerde yaşamakta ve cahilî sistemlerin dayatması altında bulunmaktadırlar. Müslümanlar özellikle görece özgür oldukları ama ümmet kaynaşmasına henüz ulaşamadıkları, iktidar gücüne ve yeterliliğine muktedir olamadıkları ümmet toprakları üzerinde kimliksel bir kurutuluş ve diriliş hamlesi için sistem içi araçları sünnetullah çerçevesinde kullanmak zorundadırlar. Bu cahilî sistem içi araçlar sadece politik eksenle ilgili değildir, ekonomiden eğitime, güvenlikten dinî kurumlara, yargı alanına kadar uzanmakta ve çağdaş ilmihalimizin zorunlu müzakere ve içtihat konuları olmaktadırlar.
Egemen cahilî sistemler içinde sünnetullah çerçevesinin yüklediği birincil görevin ise İslami uyanış ve bu uyanışın ıslah çabaları, inşa ve şura modelini oluşturma yükümlülüğü olduğu idrak edilmelidir.
Bir de İslami uyanışa alan açmak için reel politik şartların içinde rol almaya çalışan Müslüman siyasiler söz konusudur. Bunlar, reel politik alandaki çalışmalarını çoğu kez Yusuf (as)’ın Melik’in yanındaki mevkii ile ve kendisine kardeşiyle ilgili “öğretilen plan ve hile” (12/76) ile irtibatlandırmaktadırlar. Bu bağlamda Elçi Yusuf’un küçük kardeşini yanında alıkoymak gayesiyle yüküne “Melik’in su kabı”nı gizleyip daha sonra “hırsızlık” suçlamasında bulunup (12/70) “Melik’in yasası”na göre emeline ulaşma plan ve hilesi, reel politik alandaki çalışmalar için referans haline getirilmektedir. Lakin 20. ve 21. yüzyılda vesayetten kurtulmak ve İslami uyanışa alan açmak için reel politik alanda yer alanlar, Yusuf (as) gibi İslami kimliklerini ne kadar tanıklaştırabilmekte ve tebliğlerini açıkça yapabilmektedirler? Günümüzde reel politik alanda yer alanların vesayeti geriletme ve İslami uyanış imkânlarına yapabildikleri katkılar; ancak sistemin tabularını veya iç-dış çıkar çevrelerinin kuşatmasını aşabildikleri oranda mümkün olabilmektedir. Kuşatılmışlığımız ve düşkünlüğümüz içinden bakıldığında bu mevzi imkânlar bile Müslümanlar için sevinç olmaktadır.
Ümmetin uyanışı ve önünün açılması için politik alanda rol alan Müslümanlar, çoğu kez reel politik alanın icaplarına göre davranmak zorunda kalmaktadırlar. İslami özlemleri ile eklektik davranışları birbirine karışan Müslüman siyasilerin pozisyonu çoğu zaman dindar kitleler için çaresizlik mazeretine, sahih İslami kimlik, ıslah ve inşa çizgisi istikametinde olanlar içinse tartışma ve kınamalara konu olmaktadır. Ayrıca bu insanların ümmetin maslahatı söylemiyle ıslah ve inşa çizgisinin ve duyarlı Müslümanların niyet ve birikimlerini istismar ettikleri vehmi ve suçlaması suizan içeren kötücül ve komplocu bir yorumdur.
Reel politik alanda en çok tartışılan konular da resmi ideolojinin tabularına tazimde bulunma şekilciliğinden arınılamaması ve Batılı değerlere dayanan hukuk münderecatı içinde yasalar yapılmasıdır. Ancak reel politik alanda yasa yapmaya çalışan alnı secdeli ve hesap gününe inanan mebusların “Allah’la hesaplaşmak için” değil hakka ve halka karşı işlenen cürümleri daha çok azaltmak için anayasa değişikliği veya ara kanunlar çıkartmak gibi yasal işlemlerle ilgilendiklerine hüsnü zan beslemeliyiz. En azından yerel ve küresel vesayetten kopma misyonunun siyasi öncü aktörü R. T. Erdoğan’ın biyografik yürüyüşü ve uygulamalarındaki hayırhah açılımlarını görmemek nesnel bir durum değildir.
2007, 2010 ve 16 Nisan 2017 referandumlarına konu olan, daha doğrusu konu olabilen kısmi anayasa değişiklikleri, rejimin veya sistemin cürümlerini azaltmaya yönelik teşebbüslerdir. Bu teşebbüslerin her biri haklarımız ve özlemlerimiz için yetersizdir ama vesayetten kopma sürecinin basamaklarını ifade etmektedir. Değişiklik paketi içindeki bazı zaafları da reel politiğin elverdiği şartlarla ve başta Tayyip Erdoğan olmak üzere vesayetten kopma sürecinin gücüyle irtibatlandırmak gerekir.
Reel politikanın icaplarına göre davranıp hak ve özgürlüklere ortam hazırlamaya çalışan Müslüman siyasilerle reel politikayı bağımsız duruşlarıyla ıslah ve inşa çizgisini güçlendirmek için değerlendirmeye çalışan Müslüman dava adamları, çevreler ve oluşumların mücadele programlarının içerikleri ve öncelikleri tabii ki farklılık taşımaktadır. Bağımsız İslami çizgi, reel politik şartların taşıyıcısı olmaktan ziyade, hak temelli isteklerin ve taleplerin tanığı ve denetleyicisidir. Ümmetin geleceği için iyinin yanında, yanlışın veya moderniteye eklemlenmenin karşısındadır.
Cahilî sistem içinde vesayeti geriletme mücadelesinin İslamcı hattı daha ziyade öz; reel politika içindeki hattı ise şekille ilgilidir. Cahilî sistemden ve vesayetten şikâyetçi olan iki hattın da birbirine ihtiyacı ve ilgisi söz konusudur. Bu ilgi tabii ki denetimi ve yapıcı eleştiriyi de gerekli kılmaktadır. Zira daha çok öz ile ilgilenenlerin bağımsız duruşları, açık kimlik ve İslami/İslamcı söylemlerine nispetle, sistem içinde reel politika sahnesinde alan açmaya ve uygun mevzuat oluşturmaya çalışanların söylem ve görünürlükleri, çoğu zaman ödünç, örtülü veya sınırlı ifadelere ve resmi ritüellere mahkûmdur. İki hattın da yerel ve küresel sıkıştırılmışlığı söz konusudur ama reel politika alanını seçenler ödünsüz bir şahitliği yerine getirmek konusunda çok daha sıkıştırılmıştır.
Tabii ki cahilî politik sistem içinde rol alan Müslüman siyasiler, hak temelli özgünlüklerine bağlılıkları ve güçleri oranında kimliksel dayatmalara rağmen hukuk, özgürlük ve İslami uyanış alanlarını çoğaltmaya çalışırlar. Reel politik alanla ilgili ama bu alana karşı bağımsız ve üretken İslamcı hat ise hem hukukileşme ve serbestî alanlarının sağlanmasında destek ve baskı unsuru olmalı, hem açılan alanları değerlendirmek için birikimini zenginleştirmeli, tanıklığını kurumlaştırmalıdır.
Artık surda gedik açmak döneminin zihniyetinden, açılan gedikleri birleştirmenin çağdaş ilmihalini oluşturabilme evresine geçebilmeliyiz.
Sonuç
Müslümanlar olarak ideal olanın peşinde olan ıslah ve inşa hattı ile ideal olana gitmek için reel şartları iyileştirmeye çalışan hat arasında diyalog ve uyum şartları önemlidir. Bu irtibat ağı karşılıklı müzakereler ve özeleştiriye dönük yapıcı uyarılarla olgunlaşabilir.
Tahkik, tefekkür ve şahitlik emeği içinde ideal olanın peşindeki hatta olanlar, reel politik alandaki riskler altında elde edilen kazanımların değerini küçümserlerse veya doğru tahlil etmezlerse basiret çizgisini kaybedebilirler.
Reel politik hatta olup da kuşatılmışlık içindeki iyileşme sürecini sadece kendi rolleri ile sınırlandırmaya kalkışanlar at gözlüğü takmış olurlar. Hele onlardan birileri “ideal” olanı kendi kuşatılmışlıkları içinde belirlemeye ve tanımlamaya kalkışırlarsa kendi yollarını daraltmış veya kendi yollarına diken serpmiş olurlar. Ya da iyileştirme sürecinde yetki ile müstağniliği iç içe geçirip bencillik asabiyelerini büyütenler, kendileri için özel vesayet alanları oluşturmaya yönelmiş olurlar. Ki bu körlük veya daralma istikbarı getirir. Kemalist istikbarın geleceği olmadı ki AK Parti iktidarı imkânları içinde çetecilik yapmaya kalkışan bu tür istikbar heveslilerinin geleceği olsun.
Oysa hangi hatta olunursa olunsun kalbi haktan, adaletten, ıslah ve dirilişten, yeniden inşadan yana olan dava gönüllüleri olarak bize lazım olan, birikimlerimizi yarıştırmak değil, doğrularımızı karşılıklı olarak paylaşmak ve ortak sorunlarımızı birlikte müzakere edebilmektir. Ancak ortak değerlere inanan insanların kötülük odaklarına karşı, haktan ve adaletten yana birlikte iş yapma ve müzakere ahlakını olgunlaştırma çabaları ile şura şartlarını oluşturma istikametine kapı açabiliriz.
Allah günleri aramızda döndürüp duruyor. Artık medeniyet tasavvurumuzun yeniden inşa yürüyüşünü, kendi alanlarında fikrî ve fiilî mücadele süreçlerinden gelen, basiretleri sınanmış ve hikmete yönelmiş ortak kazanım ve birikimlerimizden soyutlamak dönemleri; bu yürüyüşteki asıl rengi liberal, ulusalcı veya post-modern entelektüel lafazanlıklarla örtmek dönemleri geçmiştir. Reel politikanın maşası olan unsurlar, özlemlerimizin öznesi olamayacaklardır. Artık sözü ve tanıklığı başka baharlara ötelenmek istenen hikmet erbabı dava insanlarımızın ve İslami birikimimizin unutulmuşluk veya unutturulmuşluk bahane veya hileleri boşa çıkmak zorundadır.
Vesayetten kopmanın alternatifi ise vesayet altına alınan evrensel değerlerimizin dünden bugüne sapmadan-savrulmadan tanıklığını yapan taşıyıcıların ve 15 Temmuz ‘Küresel Vesayet Darbesi’ne karşı ilk anda bilinçle meydanlarda tavır alan ruhun özneleştirilmesidir.