Vesayeti Aşma Niyeti ve Güçlendirilmesi Gereken Özgünlüğümüz

Hamza Türkmen

Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, iç ve dış statükoya ve global şer dayanışmasına rağmen seçimleri kazandı. Seçim sonuçlarının ilan edildiği gece Külliye’de yaptığı zafer konuşmasını Arif Nihat Asya’nın “Dua” şiiriyle bitirdi. Bu sonuç, Batılı iç ve dış vesayet sistemini aşmak için surda açılan gediklerden birisi mesabesinde algılanabilir.

Türkiye, ümmet coğrafyasının bir parçası. Merkezinde Bilad-ı Rum var. Ama Rumeli’nden, el-Cezîre’den, Bilad-ı Şam’dan da parçalar taşıyan bir coğrafya parçası... Bu bölgeler camileriyle, mezarlarıyla, ezanlarıyla Müslümanların coğrafyası.

İki-üç asırdır coğrafyamızda yabancılaşma hâkim olmuş ve toplumsal kimliğimiz tutsak düşmüştür. Buralarda ulusçu, Batıcı, vesayetçi rejimler sahne kurmuştur. Şimdilik yapabileceklerimiz, zihin ve inanç yapımızı arındırıp her türlü şirk ve kötülükten hicret etmek, İslami esasları talim ederek kimliğimizi inşa etmek, vahyi tebliğimizi ve tanıklığımızı gerçekleştirebilmek ve şüheda neslimizi oluşturabilmek için ötekilerin sahnesinde, yani yabancı kimliklere tutsak düşen coğrafyamızda yeniden alanlar açmak, vesayetin zincirlerini kırmak istikametinde belirginleşmektedir.

2023 Türkiye genel siyasi ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ekonomi temelli hizmet çalışmaları kadar, yeniden kimlik tartışmalarını da gündeme getirdi. Kimliğimizle ve içinde yaşadığımız toplumla ilgili değerlendirmelerde ilk aklımıza gelen nasslardan birisi, “tertilen” Kur’an okuma eylemini hatırlatan Müzzemmil suresindeki ayetlerdir. Resulullah’ın örnekliği sayesinde Rabbimizin vahyettiği cihanşümul ayetler ile yaşanan sosyal, kültürel, itikadi ve ekonomik vakıa veya sorunlar arasında bağ kurup tefekkür etme, dersler çıkartma keyfiyeti, hayat yolumuzun belirlenmesinde de örnekliğini ve cihanşümul belirleyiciliğini devam ettirmektedir.

İçinde yaşadığımız ülke ve toplumu hangi eğilimin yöneteceğini belirleyecek olan 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda yaklaşık olarak R. T. Erdoğan %52.18, K. Kılıçdaroğlu % 47.82 oranında oy aldı ve final ipini Erdoğan göğüsledi. İkinci turun akıbetini, aşağı yukarı 14 Mayıs’ta yapılan birinci tur sonuçları belirlemişti. Seçim sosyolojisi aysbergin görünen yüzü gibi tanımlanması gereken bir derinlik taşıyor. Birinci tur sonuçlarından kalkarak baktığımızda oy oranlarına göre bölünmüşlük yaşayan Türkiye toplumunun eğilimleri üç başlık çerçevesinde ele alınabilir:

1. Kesim: %49.52 oranında oy alan Erdoğan’ı destekleyenlerin önemli kısmı dindar ve muhafazakâr olarak nitelenen toplumsal küme.

2. Kesim: %44.88 oranında oy alan Kılıçdaroğlu’nun destekçisi Batıcı, laik, Türk ve Kürt ulusçusu olarak nitelenen seküler toplumsal küme.

3. Kesim: %5.17 oranında oy alan S. Oğan’ı destekleyen, belirgin olarak Türk ırkçısı ve Atatürkçülük iddiasındaki küme. Ancak Oğan’ın ırk tasavvuru, Kemalizm ideolojik kurgusuyla çelişiyor. Zira Mustafa Kemal’e göre Türklük beyaz ırka dayanıyor ve kökenleri de 7 bin yıl önceki Anadolu’daki pagan Sümerlere ve Hititlere uzanıyor. Oğan’ın Türklük anlayışındaki ırk telakkisi ise Nihal Atsız’ın kurgusundaki gibi sarı ırka dayanmakta ve kökeni pagan 5 bin yıllık Orta Asya’ya veya Turan’a uzanmaktadır. Oğan, “Türkçülüğün Esasları”nı yazan Ziya Gökalp ile de zıtlaşıyor. Çünkü Gökalp’e göre Türklük, kültürel kökenlidir; Oğan’a göre ise Türk ulusu, Atatürk ideolojisinde olduğu gibi ırk temellidir.

2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde birinci tur seçim kampanyasının sonunda birinci kümenin adayı Ayasofya Camii’nde Rabbine dua etmeye giderken, ikinci kümenin lideri ise pagan Yunan-Antik Helen tapınak mimarisine göre yapılan Anıtkabir’de Atatürk’e saygılarını sunmaya yöneldi. Bu tutumlar önemli farklılıkları ifade etmektedir.

Kimliksel olarak toplumsal farklılık ve bölünmüşlüğümüzü anlamak için yaşadığımız toplumu ve tarihî sürecimizi değerlendirmek kaçınılmazdır.

Seçimlerin Kimliksel Sosyolojisi

2023 Türkiye genel ve cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları karşısında tıpkı Rum suresinin başında bahsedilen “Roma uyrukluların galip gelmesi” nedeniyle ve zaruret-i hamse şartlarının imkânlı kalmasıyla müminlerin duyduğu sevinci yaşamakla, günübirlik dünyevi hesaplar ve yaşam konforu peşinden koşanların yaşadığı sevinçler aynı kaygılara dayanmaz. Aysbergin görünen ve görünmeyen hacminin ölçülmesine benzetilebilecek olan Türkiye’deki seçim sosyolojisinin gerçekliğini hem tümdengelim hem tümevarım yöntemini kullanarak daha açık kavrayabiliriz.

Biz Türkiye Müslümanları dağılmış bir ümmetin yetimleriyiz. Aslında ümmetin velayetini taşıyacak bir güç halini de tarih içinde yitirmişiz. Seçim sonuçlarında belirginleşen toplumsal bölünme aslında 1839 Tanzimat Fermanı’ndan, hatta II. Mahmud’dan bu yana safha safha gerçekleşmiştir. Fıtri ve vahyî yabancılaşma ve Garplılaşma süreciyle oluşmaya başlayan toplumsal bölünme, Tanzimat’tan 91 yıl sonra 1928’de laikliğin ilan edildiği Türkiye Cumhuriyeti sürecinde üç kategori olarak en belirgin şeklini almıştır:

1. Kategori: Batılı hayat ve yönetim tarzına öykünen zümreler.

2. Kategori: Ezilen, hakları yasaklanan ve merkezin dışına itilen ama iç ve dış vesayetten kopmaya ve gasp edilen haklarını geri almaya çalışan Müslümanlar, dindarlar.

3. Kategori: Kimliği dejenere edilmiş yaşam konforu peşindeki kaygısızlar veya günübirlik yaşayanlar.

Reel-politik alanda bu kategoriler arasında yer alanlar birbirini ikna etmeye çalışırken, ilk iki kategoridekiler de kimliksizleştirilmenin mağduru olan son kategoride yer alanları kendi alanlarına çekmeye çalışmaktadırlar.

Dindarlar kümesini Fatır suresindeki ayet çerçevesinde algılayabiliriz. “Kendilerine kitap miras bırakılmış olanlar” bu mirası yaşatmak konusunda üç tutum içindedirler: “nefislerine zulmedenler, muktesidun/orta gidenler ve sabikun/hayırlarda yarışanlar”. Dolayısıyla dindarlar veya Müslümanlar kümesinin hepsi aynı ve kimliksel homojenlik içinde değildirler. Çoğunluğu eğitilmeye, ıslah çalışmalarına muhtaçtırlar. Bugün sabikun niyetli müminlerin ıslah, diriliş ve inşa mücadelesi ise İslam’ın hâkim olmadığı ülke ve sistemler içinde devam ediyor. Bu mekânlar ulusal veya küresel cahilî merkezin kontrolü altındadır. Yerel ve küresel cahilî sistemde hayat sürmemiz, tabiî ki temel haklarımızdan vazgeçeceğimiz anlamına gelmiyor. Zaruret-i hamse çerçevesinde “can, din, akıl, nesil ve mal” emniyeti bağlamındaki vazgeçilemez haklarımızı, gücümüz ve kullanabildiğimiz imkânlar oranında elde etmeye çalışıyoruz. Bu haklarımızı elde etme mücadelesinde dikkat edilmesi gereken husus, sosyo-ekonomik alanda olsun hukuki-politik alanda olsun kullanacağımız sistem içi araçların kimliğimiz üzerinde saptırıcı olmamasıdır.

Batı Hayranı Muhalif Çapsızlık

Türkiye’nin mevcut anayasal laik idaresi içinde seküler ahlaka yatkın bürokratlarla ve aceleci veya menfaatçi politikacılarla adaleti ve teraziyi bozacak yanlışlardan, suiistimallerin gerçekleşmesinden veya bazı beceriksizliklerin yaşanmasından kaçınmak zordur. Ancak “iyiye iyi, kötüye kötü” deme dürüstlüğünde ve nesnel bir yaklaşım içinde olanlar Türkiye ile ilgili şu gerçeği görürler:

1) Erdoğan yönetimindeki özne, Türkiye’de dış ve iç vesayeti aşma, hukuki planda normalleşme, ülke güvenliği ve enerji hamlesi hususunda küresel emperyalizmin barikatlarına rağmen müspet bir icraat sergilemektedir.

2) Yine karayolu yapımı, havayolu ve hızlı tren ulaşımı, sağlık sektörü, iletişim ve teknolojik alanda yaşanan sıçramalarda Türkiye’ye ve Türkiye halkına önemli imkânlar sağlanmıştır. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin yakaladığı bu gelişmeler iç ve dış vesayet güçlerini ve Batı hayranı elitleri oldukça rahatsız etmektedir. Çünkü bu gelişmelerin öncü liderinin alnının secdeye değmesi, vahye bilerek ve isteyerek itaat etmeyen unsurları oldukça rahatsız etmekte, halkın İslamlaşma sürecinden korkmaktadırlar.

Ama Türkiye’de eksik ve zaafları gösteren değil; dış güçlere dayanan, yalancı kurgular dışında özgün bir çözümü olmayan, Batı hayranı, çapsız ve vesayetçi bir muhalefet anlayışı vardır. Türkiye’de çoğu da bin yıl sürdürmek istedikleri 28 Şubat’ta “Kahrolsun İrtica” diye ve 2007 Cumhuriyet Mitingleriyle “Kahrolsun Şeriat” diye mobilize edilen İslami değerlerimize düşman ve halkın camisiyle, örtüsüyle, inancıyla kazandığı haklara Batıcı aydınlanma hırsıyla düşman kesilen ve milyonlara ulaşan “müfsit”lerden oluşan örgütlü bir nefret dili mevcuttur. Muhalefet, Türkiye’de elde edilen kazanımlara rağmen, yaşanan yanlışları, kayırmacılığı, adaletsizliği nasıl aşacağını; ekonomik ve kimliksel kazanımların önünün nasıl açılacağını anlatacağına; Suriyeli ve Mısırlı muhacirleri, göçmen Afganlı ve Suriyeli emekçileri/çalışanları Türkiye’den nasıl süreceğini anlatıyor ve tehdit ediyor.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu tarafından gündeme getirilen “helalleşme” söylemi ise1920’de I. Meclis’in açılış sürecinde Müslüman halka ve değerlerine kucak açma söylemi gibi büyük bir aldatmacadır. Müslümanlarla helalleşmek isteyenler İslam’ı bir dünya görüşü, bir şeriat olarak görenlerle helalleşmiyorlar; sınırlarını kendilerinin çizdiği ve tanımladıkları bir Müslümanlık formuna razı olanlarla helalleşeceklerini söylüyorlar ve peşinden onları Atatürk kültünü kabul etmeye davet ediyorlar.

Cahilî Kuşatılmışlık Farkındalığı

Kur’an’da inançta, yönetim ve hukukta, yaşayış biçiminde İslam’ın hâkim olmadığı rejime de devlet veya toplum düzenine de “cahiliye” deniliyor. Cahilî sistem içinde, iyi niyetle yapılmaya çalışılan tüm restorasyon çabaları, seküler aks üzerinde yapılmaktadır. Politiktir. Her politik teşebbüs bünyesinde pragmatizmi taşır. Kum üzerinde değil de -hadi diyelim- toprak yığını üzerinde yaptığımız tüm fiziki ve sosyal inşaat tasarımları, geçici görülmediğinde veya mevcut aksı aşmayı hedeflemediğinde, bu çabaları sarf edenleri cahilî kimlik kirliliğinin ya da bataklığının içine çekeceği unutulmamalıdır.

Cahilî yerel veya küresel sistem içinde bizi rahatlatacak maslahata uygun gelişmelere tabiî ki seviniriz. Ancak politik seçimler de dâhil sistem içi araçları, seküler akstan bağımsız yani sistem ve rejim üstü bir istişare ve dayanışma zemininde değerlendirmeliyiz. Bunun için Kur’an ve Sünnet’e göre ideal sahih bir siyaset takip edebilmeli, “hakka yönelen ve onunla adalet yapan, fikirde ve amelde tevhidî tanıklığı üstlenmiş bir ümmet nüvesi” oluşturmayı ve güçlendirmeyi öncelikli görev addedebilmeliyiz. “Yedi başak verecek” bir “şüheda” nesli yetiştirmeyi ve o sosyal birikimin niteliğini geliştirmeyi öncelemek, onun “ulu’l emr” heyetini oluşturacak şuraya ehil insanların yolunu açmak, “ulu’l elbab”ı çoğaltacak imkânları zenginleştirmek politik değil ibâdi bir görevdir. Bu hedefe ulaştıracak görev asla unutulmamalı ve tanımı bulandırılmamalıdır.

“Biz olma, şüheda olma” çabalarımızı, zorunlu olarak gerçekleştireceğimiz seküler ulusal sınırlar içindeki çabalarımız ve reel-politik alandaki tercihlerimiz nedeniyle, İslami kimliğimizi reel-politik, reel-ekonomik ideolojilerle bütünleştirmemeliyiz. Ama müminlere düşmanlık yapan ve tuzak kuran ile düşmanlık yapmayan politikacıları ve tüzel kişilikleri ayrıştırırken, düşmanlık yapan güç veya yetki sahipleriyle asla dostluk kurmamalıyız.

Reel-politik ve reel-ekonomik alanlarda yer alan, İslami talep ve isteklerini dile getiren Yeniden Refah Partililer ve HÜDA PAR’lılar gibi İslami kimliğini ön planda tutma iddiasındaki mebusları ve takipçilerini de ticaret ve büyük şirket sahiplerini de cahiliyeden arınma iradesine, İslami sabitelere sarılıp bağımsız-tevhidî kimliklerini yaşamaya ve yaşatmaya teşvik etmeye devam etmeliyiz.

Seçimlerde “daha kötü”ye karşı önemsediğimiz özneye destek vermek, mevcut politik hali kimlik olarak benimsediğimiz manasına gelmemelidir. Daha az kötülerin pragmatik politik tutumları milliyetçi ve Atatürkçü söylem arasında inip çıkmakta; bu dalgalanma ise AK Parti sempatizanı nesillerin kimliğini bulandırmaktadır. Ayrıca laik aks üzerinde kurulan raylar üzerinde yürütülen reel-politik alandaki geçici tercihlerimiz dolayısıyla da sınanmamış kolay bir gelecek aldanışı ve kolay zaferler sarhoşluğu içinde olmamalıyız ve kavminin Karun’a öğüdünü unutmamalıyız: “Sakın şımarma! Allah böbürlenenleri sevmez!”

Geçici Başarılar mı, Islah Temelli İnkılap mı?

Ümmetin velayetini taşıma gücünü yitirip ulus devlet ve toplum vesayeti altında yaşadığımız süreçte reel-politik alana olan ilgimiz ancak ideal siyasete geçişin bir vesilesi olabilir.

Bazı imkânlara ulaştıkça şükretmeli ama kendi inancımızın şahitliğini yapacak dünya görüşümüzün uygulamasından yani Müslümanların medeniyetinden mahrumiyetimizi nasıl gidereceğimizi sürekli dert edinmeli ve çözüm yollarını güçlendirmeliyiz.

Seküler sistemlerde iktidar olmak veya dikta yönetimleri devirmek zor olsa da bu hedefler insan ömrü içinde ulaşılabilecek menzillerdir. Zor olan mesele ise merhale merhale ilerleyecek ıslah çabalarımız ve mücadelemiz ile içinde yaşadığımız toplumu değiştirip değiştiremeyeceğimizdir. Ve gerekli olan nesiller boyu peş peşe zaafa düştüğümüz İslami hasletlerimizi, üzerine koya koya yeniden kazanabilmektir. Asıl olan dedelerimizden torunlarımıza insanlarımızı fıtratla ve vahiyle barışıp ıslah-ı nefs olacakları, “nefs-i zekiyeye, nefs-i mutmaineye, nefs-i raziye ve mardiyeye” ulaştırabilecek bir mücadeleyi mayalayabilmek ve tevhidî tanıklığı yerine getirebilmektir. İşte ıslah temelli gerçek inkılap budur. Islah temelli merhaleci bir inkılap fert ve toplumda köhneyen inanç ve tavırlardan, bulanıklaşmış amel ve kimliklerden hicret edip vahiyle, hikmetle, basiretle buluşan yepyeni fertler ve yepyeni bir toplum inşa edebilmektir. “Yarattıklarımız arasında öyle bir ümmet vardır ki hakka iletirler ve onunla adalet yaparlar.” Rabbimizin şu hitabının muhatapları olup olmadığımızı her daim muhasebe etmeliyiz.

Özgünlüğümüz

Daha önce 2023 seçiminin önemli olduğunu; ama bunun galat-ı meşhur anlamıyla “kaçınılmaz son” olarak bir kader seçimi tarzında da anlaşılmaması gerektiğini belirtmiştik. Çünkü bir NATO ülkesi olan Türkiye’de de tevhidî bilincin zaafa uğradığı ümmet coğrafyasında da bizim için özgürlük ve diriliş mücadelesi uzun menzilli bir yürüyüştür.

İçinde yaşadığımız ulusal ve kapitalist sistemlerde toplumsal değişim ve dönüşüm, bu işe öncülük yapacak bir sabikun nesli olabilmemize bağlıdır. Ulus devletlerdeki ulusal anayasalara göre yapılan seçimler nefes almak ve daha iyi düzeye ulaşabilmek için şartlar uygunsa bir imkân olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu imkânların anlamı, şüheda nesli olacak nitel ve nicel bir sosyal yapıya sahip olup olmadığımızla irtibatlıdır. Bu doğrultuda uygun bazı araçları kullanmamız söz konusu olabilir ama her türlü olumsuzluk karşısında Âkif’in dizelerindeki vurgular vazgeçilmezimiz olmalıdır:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Önemli olan hakkı kavrayan, onunla ideallerini amelleştiren ve adalet yapmaya çalışan bir yolun daimi takipçisi olabilmektir; geçici dünya menfaatleri nedeniyle sırat-ı müstakimden ayrılmamaktır.

Şûra suresinde de belirtildiği gibi “Allah yaratılmışlara benzemez”. Dolayısıyla yaratılmış olan bilgi ve düşünce formuyla, yaratılmamış ve yaratılmışlara benzemeyen Allah’ın bilgi formu aynı değildir. Bu formun mahiyetini biz ölümlüler kavrayamayız ancak ilahi iradenin tezahürleri üzerinde düşünebilir, söz söyleyebiliriz. “Cinlerin de insanların da Allah’a kul olarak ve ibadet etmek için yaratılma” hikmeti Zariyat suresinde belirtilir. Bize yol gösterici olan Rabbimizin vahyine muhtaçlığımızı da bu çerçevede idrak etmeliyiz.

“Rumların/Roma uyrukluların yakın bir zamanda yenecekleri”ne dair Rabbimizin muciz haberi Bedir Muharebesi sırasında tarihî verilerle doğrulanmıştır. Bu çerçeveden bakıldığında Rum’un gelecekte galip geleceği ve bunun için sevinileceğiyle ilgili husus, iki kötüden “daha ehven” veya “daha az zararlı” olanı seçmek şeklinde anlaşılmıştır. Hanefi fıkhına göre tanzim edilen Mecelle’nin 29. maddesinde, “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” yani “İki şerden daha hafifi seçilir.” hükmü ile 27. maddesinde “Zararı esed, zarar-ı ehad ile izale olunur” yani “Daha şiddetli zarar, daha hafif zararla giderilir.” hükmü yer alır. İki halde de İslami güç yetersizliği karşısında, çözüm olarak “maslahat” söz konusu olur.

En genel anlamıyla maslahat, gerek itikadi ve amelî gerekse bireysel veya toplumsal olarak dünyevi ve uhrevi yararların elde edilmesini, zararların ise giderilmesini ifade etmektedir. Nitekim Gazâlî de maslahat terimini (menfaati celb mazarratı def) halkın faydası olarak değil, şer’i olanın faydası bağlamında ve şeriatın amacını korumak odağında inceler.

Bugün Müslümanların şer’i hukukunu uygulama anlamında “hilafeti” yitirmiş ve tüm İslam coğrafyasında bağımsızlığını kaybedip seküler ulus devletlerin tebaası konumuna düşmüş toplumsal yapımız için, bugünkü sosyal ve politik ortamda “Maslahat, İslam’ın, ümmet ve şeriatın güç kazanması açısından bir yararı mı yoksa amorf veya her tarafa çekilebilen kişi ve kamu yararını mı ifade etmektedir?” sorusu önemlidir.

Şöyle de sorabiliriz: “İyiliği emr, kötülüğü men” hususunda özgün siyaset fıkhımız mı yoksa yönetimle ilgili politik tercihler mi önceliklidir?

Fıkhımızın özgünlüğü içerisinde derdimiz, kurulu düzende “Kim yönetecek?” sorusu öncelikli değildir. Bütün coğrafyamız seküler ulus devletlerle yönetiliyor ve bütün ümmet dış ve iç veya dış vesayet altındadır. Mevcut idari yönetimler ve politikaları karşısında daha ziyade tutumumuz, kurulu düzenin politik çekişmeleri içinde veya kurulu düzenin politik kıskaçları içinde alan açmak niyetiyle inanç, ifade ve toplanma özgürlüğünü temin ve hukuksuz yasakların def’i konusunda imkân sağlayan, iç ve dış vesayete karşı olan; daha şiddetli zarar getirecek güce karşı, daha hafif zararlar taşıyan politik gücün kazanması tercihimizle ilgilidir. Seçimlerle ilgili sevincimiz de bu bağlamda ele alınmalıdır. Tabiî ki dün Roma ve Sasaniler arasında kimliksel bir tercih yapmadığımız gibi, dönemin süper cahilî güçleri arasında da kimliksel bir tercih yapamayız. Ayrıca laik-ulusalcı Anayasa kurallarına göre işleyen politika alanında herhangi bir partiyi veya cepheyi kimliksel olarak da kendi kimliğimizle bütünleştiremeyiz. Araçları asıl haline getiremeyiz.

Bizler, fıkhi maslahat gereği baskın rengi Batıcı, ırkçı, ümmet düşmanı olan politik cepheye karşı, kazanmasını istediğimiz politik partiyi veya cepheyi destekledik. Ancak maslahat gereği desteklediğimiz bu cephenin yanlışlarını, seyyielerini veya eklektik demokratik kimliğini savunacak değiliz. Bununla birlikte onlardan vesayeti tasfiye etmelerini ve Türkiye şartlarını hukukileştirmelerini, ülkeyi resmî ideoloji dayatmalarından uzaklaştırmalarını bekleyeceğiz.

Rabbimiz bizleri, anayasal politik vasatın kılükal ortamı içinde oyalanan ve maslahat adına özgünlüğünü unutan değil; hazar döneminde de sefer döneminde de hakka ileten ve onunla adil örneklikler ortaya koyan Kur’an umdeleriyle, Resul-ü Ekrem’in güzide ahlakıyla donanmış bir ümmet nüvesi kılsın; bu istikametin donanımıyla, fıkhı ve ilm-i siyaseti ile bizleri imkânlı hale getirsin.

Surda Gedik Açma Niyeti ve Yaşanan Yanlışlar

Her daim unutmamak gerekir ki kurumsal ümmet gücümüzü yitirdiğimiz için bugün ulus toplum ve devletlerin tebaası olarak yaşıyoruz. Cahilî kuşatma içinde ilkeli olarak surda gedik açma gayretleri oldukça önemlidir. Sistemin raylarına bağlı olsa da surda gedik açılması veya inanç ve fikir dünyamıza kendini ifade edecek imkânlar sağlanması konusunda Türkiye’deki siyasi seçimler bir imkân oluşturma seçeneğidir. Tüm kuşatılmışlığımıza ve politik öznelerin bütün zaaflarına rağmen 2023 Türkiye genel siyasi ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sömürüye müsait olma ve mandacı eğilimliler ile iç ve dış vesayete karşı olan, Müslümanlara ve muhacirlere düşmanlık yapmayan eğilim arasında yapıldığını söyleyebiliriz. Şükür ki mandacı ve Batı’nın gönüllü işbirlikçisi cephe kazanamamıştır.

Anketlerde seçimi kazanıyor gösterilen ve Batı basınının açıkça desteklediği Kılıçdaroğlu ilk turun açık ara kaybedeni oldu. AK Parti ve Erdoğan da ilk turdan galip fakat yara alarak çıktı. Bu fark ikinci tur cumhurbaşkanlığı seçimine de yansıdı.

Tabiî ki pandemi sürecinin olumsuzluğu, büyük deprem afeti, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra Anglo-Sakson sermaye tefecilerinin mali baskıları, ABD ve koalisyon güçlerinin güney-doğuda Kürt hâkimiyeti kurmaları için PKK-PYD’ye on bin tırı aşkın modern silah aktarması, Yunanistan’a verilen binlerce ağır savaş aygıtı karşısında tedbir olarak savunma sanayii için yapılan masrafların artması gibi haller AK Parti iktidarı açısından seçim sürecinde yaşanan olumsuzluklar ve açıklardı.

Ayrıca yaptığı algı yönlendirmeleriyle Batı basını açıkça Kılıçdaroğlu’nu destekledi. Almanya’daki bazı bulvar gazeteleri bile Türkçe manşetler atarak Erdoğan aleyhinde propaganda sürecine katıldılar. Tüm dünyaya dağıtılan başta Der Spiegel, The Economist, Le Point, Charlie Hebdogibi haftalık dergiler, kapaktan başlamak üzere açıkça Erdoğan karşıtlığını köpürtmeye çalıştılar. Bu nedenle Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilmesinin kesinleştiği seçim gecesi yaptığı konuşmada, kaybeden muhataplarıyla beraber kendisini manşetlere çıkaran Batı medyasının da kaybettiğini ifade etmiştir.

Ancak AK Parti yönetimi ve sosyolojisinin de yaşadığı ve yaşattığı birçok yanlışlar söz konusudur. 2001 yılında kurulan AK Parti’nin “3 Y” diye bir hedefi vardı. Süreçte ilk iki umdede yani “yasaklar” ve “yoksulluk” konusunda kazanımlar olsa da “yolsuzluk” bahsinde toplumun ve gençlerin rahatsızlığı giderilemedi. Yine AK Parti’nin Fethullah Gülen istihbâri cemaatiyle önceden işbirliği yapan basiretsizliği de önemli bir zaaftı. AK Parti iktidarı ile zenginleşip şımaran bazı elitlerin ve yöneticilerin müsrifliği, beceriksizliği hatta yolsuzlukları da önemli bir eleştiri konusuydu. Erdoğan’ın “metal yorgunluk” ve “Ömerler arayışı” şeklinde vücut bulan yakınmalarıyla bu konuları gündeme getirmesi de unutulmamalıdır.

Ancak “Milliyetçilik ayaklarımın altındadır.” inancındaki bu hareketin lideri yaşadıkları zaaf ve kayıpları kısa yoldan giderebilmek için milliyetçi duygulara yönelerek veya iktidarı hedefleyen reel politikanın icbar ettiği pragmatizmle milliyetçi, Atatürkçü söylemi maalesef ki gittikçe öne çıkartmaya başlamıştır. Milliyetçi duygulara yönelirken, İslami duyarlılık sahiplerinin zedelenmesinin veya farkında olunarak veya olunmayarak kimliksel dejenerasyona iteklenmelerinin hem dünyevi hem uhrevi vebali vardır.

AK Parti yönetiminin ve sosyolojisinin yaşadığı yanlışlar, CHP yönetimindeki büyükşehir belediyelerinde farklı suiistimallerle birlikte katbekat fazlasıyla yaşanmaktadır. Küresel güçlerin, ırkçı PKK’nin, münafıkça operasyonları üstlenen Fethullahçıların desteklediği gibi CHP’ye ve liderine Müslümanları oy vermeye yöneltmeye çalışan başta Saadet Partisi ve Gelecek Partisi, farklı bir yabancılaşmayı yaşamaktadır. DEVA Partisini ise hesaba katmamak gerekir, zaten onların büyük çoğunluğu AB’ci ve liberalizmi kutsayan bir inhiraf ve İslamcı çizginin mürtetleri pozisyonuna düşmüşlerdir. Ancak kendilerini İslam’la da irtibatlı gösteren Saadet ve Gelecek yöneticileri ve yakın yol arkadaşları gittikçe kendilerine dostça davranabilme imkânını öldürmektedirler. Batıcı cephenin paydaşı olmayı içine sindirebilen politik eğimli çevre ve arkadaşlar ile kopan bağlarımızın yeniden kurulabilmesi, ancak zaaflarıyla birlikte içine düştükleri ifsattan ve İslami kimliklerin bulanmasına teşvik eden tavırlarından samimi ve nasuh bir tövbeye yönelmeleri ve pişmanlıklarını amelî olarak izhar etmeleri sonucu söz konusu olabilecektir.

“Emperyalizm Bir Kere Daha Yenildi”

2023 seçimlerinde metropollerin varoşlarında “Düzen partilerine oy yok!” başlıklı Marksistlerin afişlerini göremedik. Hepsi, Batılı hayat tarzı yaşantısı ve arzusu peşinde olan Kılıçdaroğlu’nu desteklemek için hizalanmışlardı. Seçimlerde ulusçusundan/‘milliyetçisinden’ sosyalistine, Kemalist’inden liberaline ve küresel kapitalizmin aparatı iletişim aygıtlarına kadar bütün Batıcılar mahrumların ve ezilenlerin sesi olan R. Tayyip Erdoğan iktidarını yıkma hedefine kilitlenmişlerdi. Ama Afrika ülkelerinden Asya’ya, Kosova’dan Suriye’ye, Filistin’e, Katar’a kadar tüm mahrumların ve halkı Müslüman olan ülke halklarının duaları Erdoğan’dan yanaydı.

Günübirlik telakki sahiplerinin dışında Suriye Müslüman halkının ve direnişinin dostlarıyla, düşmanları tam bir bloklaşma içindeydi.

Washington-Tel Aviv çizgisinin işbirlikçisi Gülen örgütünün taşıdığı batini aidiyetler ile davranan ve onlar gibi davranan diğer bazı “milli dindarlar” da Mısır’da darbeci Sisi’nin yanında yer alan uzlaşmacı Selefiler gibi Batıcı, ilerlemeci, ulusalcı kanatta aktif olarak yerlerini almışlardı.

Ama kaybettiler. Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva’nın Erdoğan’ı kutlayan mesajından sonra Brezilya İşçi Davası Partisi de “Emperyalizm bir kere daha yenildi.” ifadesiyle Erdoğan’ı tebrik etti.

Öte yandan seçim sonuçları kelamî bilgilerini akaidleştirirken, zannî görüşlerini de nasslaştırıp oy vermeyi “şirk” sayan Selefi eğilimlilerimizi de kendi tavırlarıyla çelişse bile ilgilendiriyor. Erdoğan kaybettiğinde ve Batıcı cephe kazandığında -hududullah dışına devşirilmiş kimlikler hariç- üzülmeyecek bir Müslüman olmamalı diye tahayyül ediyoruz.

Türk ulusçuluğu gibi seküler Kürt ulusçuluğu ile kuşatılan ve PKK-ABD kıskacı altına alınmak istenen Kürt kardeşlerimizin terörizme karşı emniyeti, İslami birikimimizin selameti ve sorunların çözümünün güvenlik içinde sürdürülebilmesi açısından da Erdoğan’ın seçimleri kazanmasıyla kalplerde bir sevinç halesinin yükseldiğini söyleyebiliriz. Hele Meclis’te HÜDA PAR’lı hatta YRP’li mebusların yer alması, Kürt meselesinde İslami söylemlerin Türkiye kamuoyuna yansıtılması açısından da son derece önemli olacağını düşünmekteyiz.

Seçim sonuçları ilan edilmeden önce hepimiz DGM gibi hukuk karşıtı kurumların, ırkçılığın, ‘Andımız’ dayatmasının, işkencenin, başörtüsü ve imam hatip okulları yasaklarının ve diğer hak ihlallerinin yeniden gündeme gelip gelmeyeceği endişesi içindeydik.

Türkiye’de yaşayan Müslümanlar olarak fişlendiğimizi, takibatlara uğradığımızı, DGM’lerde yargılandığımızı; inanç ve düşüncelerimize özgürlük istediğimiz için camii çıkışlarında biber gazlarıyla, elektrikli coplarla, köpeklerle, ZPT’lerle, TOMA’lardan püskürtülen tazyikli pis sularla alabildiğine hırpalandığımız anları; evlerimize terörle mücadele timlerinin keyfî gerekçelerle gece ve seher vakitlerinde yaptıkları baskınları, gözaltıları, işkenceleri unutabilir miyiz?

“28 Şubat bin yıl sürecek!” diyen yerli ve yabancı zalim dinozorlar hep aynı kanaatte. Ve bu arkaik zihniyet hâlâ kitlesel olarak tetikte.

20-25 yıl öncesinde yaşanan zulümleri ara sıra hatırlatıyoruz. Çünkü Kur’an’la irtibatları zayıflayanlar biraz balık hafızalı oluyor. Ama Rabbimiz de A’lâ suresinde “Hatırlat, hatırlatma fayda verirse.” buyuruyor.

Moralimizi Yükseltmek ve Önceliğimizi Unutmamak

Unutmayalım ki artık üzerinde yaşadığımız topraklar İslami kimliğimiz açısından çoraklıktan kurtulma aşamasındadır.

Artık birikim ve tecrübe sahibi birçok mümin ve mümine çok daha fazla “yedi başak verecek tohum” olma yolundadır. Gerektiğinde hicret edecek bir yer için vize ve pasaport bulamasak da bulunduğumuz coğrafyayı mümbit bir toprak haline getirmekle mükellefiz.

Rabbimiz, son seçimler sürecinde cahilî sistemi ve tuzaklarını aşmak için yaptığımız istişari yorum ve içtihatlarımızı hayırlara tebdil etsin. Ve güncel olayların anaforuna kapılmadan asıl gündemimiz olan ulu’l emr heyetini hedefleyen bir ümmet olma azmimizi, İslami kaygılar taşıyan çevre ve muhitlerle kalplerimizi telif etme imkân ve iradesini bizlere ihsanda bulunsun.

Dün, yerli ve İslami olanı dönüştürmeye çalışan yerel vesayetin ya da istikbarın dayattıkları ile ezildik, yenildik ama teslim olmadık. Aynı zihniyet fırsat gözetleyecek.

Bugün ise küresel vesayet, küresel kapitalizmin yayılmacı hegemonyası ve modernitenin aldatmacaları ile karşı karşıya olduğumuzu asla unutmamamız gerekiyor.

Türkiye dâhil halkı Müslüman olan hiçbir ülke potansiyeli, henüz zorunlu ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını vahyî ölçülerle şekillenmiş bir üretim-tüketim mekanizmasıyla karşılayacak düzeye ulaşamamıştır. Bir dönem Batı kapitalizmine ve liberalizme karşı çıkma iddiasında olan SSCB ve Çin örnekli sosyalist ekonomiler de bugün kapitalist kalkınma, pazar oluşturma ve sömürme yarışına girişmiş durumdadırlar.

Türkiye’nin önünde yakın bir döneme kadar ekmeğini modernitenin formu olan kapitalist işleyişten elde etmekten gayrı bir seçenek gözükmüyor.

Reel durumdaki zorunluluk iki kıskacı oluşturuyor.

Birinci kıskaç; karşı olduğumuz kapitalist kalkınma formuna mecbur olduğumuz anafordur.

İkinci kıskaç; hem ABD’si, AB’si ile eski kapitalist blokun hem Çin’i, Rusya’sı, Hindistan’ı ile yeni kapitalist blokun Türkiye’nin öncülük etmesi muhtemel bir ‘Ortadoğu Ekonomik Paktı’na tahammüllerinin olmamasıdır.

Onlar Türkiye’nin özne olmasını engelleyecek bir çaba içindedirler.

Özne olmaya, vesayetten kurtulmaya çalışan bir Türkiye onlar için her an Mısır gibi askerî, sivil veya ekonomik bir darbe planının nesnesi haline getirilebilir. Türkiye’de vesayetten kurtulma çabası milliyetçilikten öte toplumun fıtratıyla ve asıl mecrasıyla buluşma cereyanıdır.

Seçim sonuçları da fıtratıyla barışmak isteyen halkımız ve yitirdiği değerleri yeniden kuşanmak isteyen ümmetimiz ve ümmetimizin maslahatı için önemli bir aşamadır.

Bu kazanım bizi gevşekliğe ve umursamazlığa sürüklememeli, ayrıca kendi özgün ödev ve önceliklerimizi unutturmamalıdır. Erdoğan’ın Külliye’de yaptığı zafer konuşmasında okuduğu şiirin son mısralarını her daim zihnimizde diri tutmalıyız: “Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allah’ım!”

Dikilecek daha çok söküğümüz; bunun için de ekilecek sağlam tohumlara ihtiyacımız var.