Araba Haliç Köprüsüne doğru yaklaşırken eliyle yavaşlamamız için işaret etti. Karşımızda İstanbul'un silueti tüm görkemiyle belirmişti. Tarihimize, değerlerimize ama herşeyden çok İslami birikimimize düşmanlık edenlere, bize ait ne varsa yok etmeye çalışanlara inat, bu topraklara İslam'ın bir mührü gibi çakılmış Yeni Cami’den Süleymaniye'ye kadar onlarca cami… Adeta minare denizini andıran manzaraya doğru bir süre sessizce baktı. Gözlerinden süzülen damlaları eliyle sildi. Çölün sıcağıyla değil, adeta acıyla kavrulmuştu yüzü. Yaşadığı herşeye rağmen mütevekkil bir duruşu vardı. Sonra gözlerini, kilitlediği İstanbul'dan çevirdi. "Minarelerinizi koruyun!" dedi. "Çünkü düşmanlarımız en çok onlardan rahatsız oldular ve ilk onlara saldırdılar."
Ancak masallardaki kadar güzel ülkesi Irak'ın, Şark'ın nazlı çiçeğinin asrın en vahşi sırtlanlarının elinde paramparça olmasına şahit olmuştu. Abbasilerin "hilafet yurdu" olsun diye binbir emekle inşa ettiği memleketi Bağdat'ı işgalcilere karşı savunmuş, Dicle'nin çölü vahaya çevirip bereketlendirdiği bu güzel şehirde nakış gibi dokunan yüzlerce mescidin bir ateş topuna dönüp yıkıldığını acıyla izlemişti. Dünyaya medeniyet dersi vermek ve özgürlük getirmek iddiasındaki eşkıyalar, Bağdat'ta medeniyet adına ne varsa yağmaladıklarında, kendisi de Samerra'nın minaresi gibi esir düşmüştü çapulcu sürülerinin eline. Bedeni, Amerikan askerlerinin çalıp ABD'ye götürdüğü Akadlardan kalan 5 bin yaşındaki Uruk heykeli gibi esirdi şimdi. Bu topraklarda yüzlerce savaş yaşanmış, yüzlerce devlet kurulup yıkılmıştı. Fakat hiçbir istilacının aklına dahi gelmemişti bu kadim topraklara ait olan ne varsa söküp koparmak. Bu istilacı diğerlerinden çok başka, Moğollardan dahi merhametsizdi. Fakat kendi kaderi Uruk'tan çok daha acı oldu. En ağır işkenceler, en adice tertiplenmiş çirkeflikler birer birer uygulandı bedenine. Üzerine Amerika'nın özgürlük pelerini geçirilip ellerine elektrik kabloları bağlanmış fotoğrafları dünyaya servis edildiğinde, artık Ebu Garip'in sembol ismi olarak bilinecekti. Hacı Ali el-Kaysi'nin sözlerini sömürgecilerin ve taşeronlarının topraklarımızdaki her meşum müdahalesinde bir kez daha hatırlarım.
Irak'ta 1991'de başlayan savaş, gıda ve ilaç ambargolarıyla, ağır bombardımanlarla, toplu katliamlarla milyonlarca insanın ölümüne sebebiyet verdi. El-Kaysi, bu acıların her türlüsünü görmüştü. Ne yitirilen canlar geri getirilebilirdi ne de yağmalanan ülkesi. Fakat onu en çok acıtan şey, halkını bu topraklara ve birbirine bağlayan değerlerin yitirilmesiydi. Minareler bu ortak değerlerin tarihin derinliklerine uzanan bir sembolüydü. Otoriter bir rejimin yıkılması için halkının büyük bir kesiminin iş tuttuğu sömürgeciler onları birarada tutan ne varsa silip süpürmüşlerdi. Ortak bir vatan, birlikte inşa edilecek gelecek ideali, aidiyet bilincine dair ne varsa, düşman ona saldırıyordu: Yüzlerce yıldır birlikte yaşadığı halkının etnik ve mezhebî duvarlarla bölünmüş kesimleri ise istilacıların önündeki son engelleri gönüllü olarak kaldırıyordu.
Yok Edilen Sadece Tarihimiz Değil
Savaşların sonunda geçmişe dair ne varsa yok edilebilirdi. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Zaten yeni fatihler için kıymet ifade etmeyen dinî yapılar başta olmak üzere, bir önceki medeniyete dair ne varsa yıkılabilirdi. Irak'ın çöllerinde çeşitli medeniyetlerin kalıntılarını görebilirsiniz. Günümüze kadar muhafaza edilmiş, başka uygarlıklardan kalan yapılar ya işlev değiştirerek mevcudiyetini muhafaza etmiş ya da yapı malzemelerini yeni yapıtlarda taşıyarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Zaten, tarihî eserleri geçmişteki halleriyle olduğu gibi koruyup günümüze taşıma anlayışı son derece yenidir. Tarihî eserler bir şekilde varlıklarını devam ettirirler. Eğer maddi açıdan büyük bir kıymet ifade ediyorlarsa hiçbir istilacı, hiçbir hırsız onu yok etmez. Belki yerini değiştirir, yeni sahiplerine ulaştırır. Tıpkı Irak müzelerinden yağmalanan nadide eserlerin bugün koleksiyonerlerin ellerine ve Batı başkentlerindeki müzelerin envanterlerine geçmiş olduğu gibi. Bir gün mutlaka gerçek sahiplerine ulaşacaklardır: Peki, yitirilen değerler?
Sömürgecilerin kayığına binenlerin kaybettikleri şey budur: Bir halkı tek bir ümmet haline getiren ortak inançlar, idealler, vatan şuuru, mukaddesat… İstilacıların önünde yürüyerek Bağdat'ı yok edenler neleri yıktıklarını bilmiyorlardı: Tıpkı bugün İran'ın kölesi Beşşar Esed'in bilmediği gibi. Hamaney'in Şam'daki iktidarını korumak uğruna memleketlerini Rusya'nın işgaline terk eden Esed ve yandaşları, Hama, Humus, Halep ve Şam'ın; her biri birbirinden kıymetli kentlerin halı bombardımanlarıyla yok oluşlarından, kendi insanlarının en vahşi şekilde öldürülmelerinden memnun oluyorlarsa eğer, bilmelidirler ki yitirdikleri şey bunlardan çok daha fazlasıdır. Ve bu kaybettiklerini bir daha asla yerine koyamayacaklar.
Birinci Cihan Harbinden bu yana Osmanlı bakiyesi coğrafyalarda ne zulüm ne de işgal son bulmadı. Cezayir'den Sudan'a, Mısır'dan Irak'a, Anadolu'ya kadar tüm topraklarımız istilacıların en ağır taarruzuna maruz kaldı. Çilenin ve ıstırabın her türlüsünü tattık. Büyük bedeller ödedi, görkemli direnişler de sergiledi ümmetimiz. Teslim olmadı. Tüm bu mukavetimize önderlik edenler şüphesiz âlimlerimiz, mücahid komutanlarımız, münevverlerimizdi. Ömer Muhtar, Mehmed Akif, Emir Abdülkadir, Sütçü İmam, Fahreddin Paşa… Tarihin yanılmaz bir şekilde bize öğrettiği şey istilacılara karşı direnen hareketlerin tam anlamıyla bağımsız ve teslim alınamayacak bir vatan aşkıyla mücadele ettiklerinde gerçek bir zafere ulaştıklarıdır. Bir istilacıya karşı ya da onların yerli uzantılarına karşı gösterilen mukavemette güçlü bir tarih ve medeniyet şuuruna sahip olmayanlar, bir başka sömürgeci gücün himayesinde kurtuluş arayanlar geçici başarılara sahip olsalar da nihayette bu dünyada daha büyük bir zillete duçar olurlar. Ahiretteki akıbetlerini ise ruz-i mahşerde toplandığımızda hep birlikte göreceğiz.
Etnik Milliyetçilik ve Taşeronlar
Irak'ta Molla Mustafa Barzani'nin bağımsız bir Kürdistan kurmak için ortaya koyduğu çabalar hepimiz için ibret vesikasıdır. İran topraklarında Sovyet ve İngiliz ordularının himayesinde kurulan ve ancak dokuz ay yaşayabilen Mahabad Cumhuriyeti'nin, Sovyet istilacıları İran'ı terk ettikten sonra birkaç gün içinde yıkıldığına şahit olduk. Barzani ise İran'ın boğulmaya çalışıldığı bir dönemde yaptığı bu fırsatçılığının bedelini Irak'tan Moskova'ya kaçarak ödemiş fakat akıllanmamıştı. 12 yıl sonra ülkesine döndüğünde bu defa Sovyetlerin bölgedeki haklarını müdafaa eden bir kişilikti. Irak ordusuna karşı verdiği savaş, Irak-SSCB ilişkileri yumuşadığında sonlanacak ve yine rüzgârın önündeki bir yaprak gibi başka bir tarafa savrulacaktı. Bu defa yeni efendi Pehlevilerin idaresindeki İran'dı. ABD, Şattül Arap sorunu sebebiyle oluşan krizde müttefiki İran'ın yanında yer alınca, ABD desteğiyle Irak yönetimine karşı ayaklanıyordu. Fakat İran Irak'la arasındaki sorunu geçici de olsa çözünce Barzani'nin peşine takılan Kürt halkı yine çaresizce ortada kalıyordu.
Barzanilerin "çeşitli istilacıların himayesinde yürüttüğü" bu sözde mücadele Irak işgalinde de devam edecek, 2003'te ABD saflarında kendi ülkesinin ordusuna karşı savaşacaktı. Sonuç yine geçici bir başarıydı. Savaşın sonunda taltif edilen Barzanilere Irak'ın kuzeyinde özerk bir Kürt yönetimi hediye edilecek, fakat İran'ın işgali altındaki Bağdat'la petrolün paylaşımı konusunda yaşanan anlaşmazlık su yüzüne çıkınca yeni efendisi ABD tarafından yine terk edilecekti. Çünkü ABD için bölgedeki çok daha büyük bir güç olan İran ile varılan ittifak daha önemliydi. Harcanan yine Barzaniler ve peşinde sürüklediği Kürtler olacaktı. Şimdi Barzanilerin Türkiye dışında sığınacak bir limanı kalmadıysa bu 70 yıldır ortaya koyduğu mücadele perspektifindeki en temel eksiklikten kaynaklanmaktadır: Bağımsız ve kendi ayakları üzerinde duran İslami temellere dayanan bir anlayış ve vatan şuuru... Umarız demir attıkları bu limandan bir daha ayrılmazlar.
Ülkemizdeki ayrılıkçı Kürt hareketi ise Barzanilerle mukayese dahi edilemeyecek derecede zavallı bir taşeron mesabesindedir. Gerçekte ne istediklerini, neyi talep ettiklerini kendileri dahi bilmemektedir. Çünkü PKK ve türevleri katıksız bir taşerondur. Bugün Cizre'de, Silopi'de başaramadığını Rusya'nın ve ABD'nin himayesinde Suriye topraklarında başaracağı zannına kapılıyorlar. Bu İslam düşmanı çapulcuların gerçeği görmesi için savaşın neticesini beklememize gerek kalmayacak. Çünkü önce efendilerinin çıkarları çatışacak ve yine zelil bir şekilde ortada kalacaklar. Ya peşinde sürükledikleri hayatlar? Onlar kimin umurundaki? Bu bozguncu güruhun ardında yürüyüp Diyarbakır'ı, Cizre'yi, Mardin'i yangın yerine çevirenlere alkış tutanlar sadece kazdıkları hendeklerin içinde yok olup gitmeyecekler ne yazık ki. Bu topraklara ait olma bilincini, "zorluk ve meşakkate birlikte göğüs gererek var olma" bilincini de kaybedecekler.
İstilacılar Sadece Vatanı İşgal Etmiyor
Etnik milliyetçilik bataklığına saplananlar gibi İran'ın dümen suyuna girenlerin de akıbetleri farklı olmayacaktır. Savunulan ilke ve idealler ne kadar düzgün olursa olsun, mücadele sırasında girilen ilişkiler, pragmatik yaklaşımlarla teçhiz edildiğinde sonuç daima aynı olacaktır. Irak henüz krallık ile yönetildiği 1957 yılında Şii lider Muhammed Sadık el-Kamusi tarafından kurulan Dava Partisi'nin mücadele perspektifi de Mustafa Barzani'den sonuç itibariyle farklı olmamıştır. Irak'ta bir İslam devrimi gerçekleştirmek için yola çıkan ve İranlı refiklerinin aksine "mollaların yönetimini" değil, ümmetin "şura"sını öncelediğini ifade eden Dava Partisi, başlangıçta ifade ettiği ilkelerden süreç içerisinde tamamen farklı bir yöne evrildi. 1958'de General Abdülkerim Kasım'ın darbeyle monarşiyi yıkıp cumhuriyet ilan etmesiyle Irak, Sovyetlerin yörüngesine girmeye başlayınca parti Batı'yla daha yakın ilişkiler kurmaya başladı. 1970'lerden itibaren Saddam Hüseyin'in Irak'ta iktidarını sağlamlaştırmasıyla birlikte Dava Partisi, Humeyni devriminin etkisiyle yörüngesini İran'a kaydırdı. İran-Irak Savaşı boyunca, Irak ordusuna karşı İran'ın saflarında savaştı. Hareketin önde gelen isimleri Irak'ın büyükelçiliklerine İran'ın emriyle bombalı saldırılar düzenlediler.
Yine başka bir taşeronluk işi ise savaşta Irak'ın yanında yer aldıkları gerekçesiyle ABD ve Fransa'nın temsilciliklerine karşı yürüttükleri saldırılar oldu. 2003'te Irak'ı işgal eden ABD yönetimi tarafından ise taltif edilerek Irak yönetimine getirildiler. Geçmişte Irak'ın ve Batılı ülkelerin temsilciliklerine karşı terör eylemi gerçekleştirenlerden Nuri el-Maliki başbakan, bir başka parti üyesi Cemal Cafer Muhammed ise ABD'nin kurduğu hükümette bakan oldu. Maliki, Caferi ve son olarak Haydar el-Abadi'nin liderliği ile devam eden partinin bir diğer ucu hareketin ruhani önderi Muhammed Bekir Sadr'ın ailesinden olan ve gerçekleştirdiği Sünni katliamlarıyla tanınan Mukteda Sadr'ın Mehdi Ordusu’ydu. Şimdi tüm bu güçler Suriye halkının zalim bir rejime karşı başlattığı direnişi bastırmak için Haşdi Şabi isimli katillerden müteşekkil bir sürüyü besliyorlar.
Dava Partisi'nin 60 yıllık süreci uzak ve yakın sömürgecilerle kurulan kirli ilişkilerin gelebileceği noktayı göstermesi açısından son derece öğreticidir. Bugün, ABD'nin önderliğindeki tüm Batılı devletlerin desteğiyle kurdukları iktidar her yerinden dökülüyor. Saddam Hüseyin yönetimini devirmek için Washington'da sömürgecilerin masasında kurulan işgal hükümeti, 13 yılda Irak'ı sadece üç parçaya bölmeyi başarmadı. Irak'ın tüm yeraltı zenginliklerini heba ederken, milyonlarca insanını mülteci durumuna düşürdü ve milyonlarca Iraklının vahşice katledilmesini sağladı hatta büyük çoğunluğunu kendisi katletti. Ülkede yağmadan ve yıkımdan nasibini almamış tek bir tarihî eser kalmadı. Samerra, Bağdat, Felluce ve Basra adeta yerle bir edildi. Irak'ı kadim tarihine bağlayan ne kadar değer varsa kökünden kazındı. Partinin belki de tüm bunlardan daha büyük işlediği cürüm kuşkusuz, Irak halkının daha uzun yıllar biraraya gelmesini engelleyecek "mezhep savaşı"nı başlatmış olmasıdır. Irak'ı, İran'ın ellerine teslim eden tüm Şii örgütler de kaybettiklerinin sadece ülkeleri olmadığını sonunda anlayacaklardır. Fakat yitirdiklerini yeniden elde etmek istediklerinde, kaldırmaları gereken enkazın altında onlara kimse yardım etmeyecektir.
Kırım'ı kaybettiğimiz günden bu yana tüm topraklarımızda yaşadığımız, acısını iliklerimize kadar hissettiğimiz bu işgal ve sömürü çağında, Müslüman halkların kurtuluş ümidi İslami mücadele olmuştur. Bu mücadele sadece Müslümanlar için değil, asırlarca birlikte yaşadığımız azınlıkların haklarını korumak için de önemlidir. Bu açıdan mücadelemiz, güçlü bir medeniyet tasavvuru, bu topraklara ait olduğumuza dair kuvvetli bir inanç ve sömürgecilerin vaatlerine iltifat etmeyen bir vatanseverlik duygusunu en az sahih bir İslami düşüncenin inşası kadar elzem kılar.
Bugüne kadar, ümmetimize karşı kurulan komploların bir parçası olanlar Türkiye'de ya da Arap dünyasında daima milliyetçilik iddiasındakiler oldu. Arap ırkçılığı yapanlar da kendilerine İslam öncesinden Türk kökenler bulmaya çalışanlar, hatta Sümerleri, Eti Uygarlığını model alıp milliyetçilik adına bu ümmete dayatanlar oldu. Bu çevrelerin gerçekte sömürgecilerin topraklarımızdaki uç beyleri olduğunu acı tecrübelerle yaşayıp gördük. Doğduğu ve yaşadığı topraklara, tarihine ve değerlerine düşmanlık edenler hangi kavramın arkasına saklanırlarsa saklansınlar büyük bir ihanet içinde yok olup gittiler. Arta kalanların ise yakın zamanda gideceklerinden hiç şüpheniz olmasın. İslami mücadele ise tıpkı Suriye direnişimizde olduğu gibi, yardımı sadece Allah'tan isteyerek ve gerçek bir sadakat ile görkemli bir medeniyeti yeniden inşa edecektir.