Farklı kuşatılmışlık biçimleriyle yaşıyoruz. Sancılar her yanımızda. Ama en belirgin kuşatma kapitalizmin tek tipleştirici saldırılarıyla oluşuyor. Mukaddes beldelerimiz, topraklarımız, semamız kuşatılmış durumda. Evlerimiz, caddelerimiz, pazarlarımız da. Bu kuşatma, çeperini, eğitiminden camisine, eğlencesinden ticaret anlayışına kadar yaşamın bütün ünitelerine yayıyor. Özel ve mahrem olana bile müdahale eden bir kuşatma bu. Ve 21. yüzyıla adım atarken bu kuşatmaya verilen ad ise küreselleşme.
Küreselleşme dünya ezilenlerine, güneylilere, bağımsızlık mücadelesi yürütenlere ambalajlanmış bir demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve kalkınma paketi olarak sunuluyor. Kim tarafından? Müstekbirler tarafından. Garip bir durum. Bir zamanlar katledilen, köleleştirilen veya sömürgeleştirilen kızıl derililere, siyah derililere ve sarı derililere sunulan "medeniyet" paketi gibi. Amerikan yerlileri, Afrikalılar, Asyalılar kendilerine sunulan güzel ambalajların içinden çıkan zulüm ve sömürünün, talanın, afyonlaştırmanın etkisinden hala kurtulabilmiş değiller.
Batı (Occident); aydınlanma felsefesinin "tanrı" ile kavgaya soktuğu Avrupalı insanın, evrene hakim olma tutkusundan ibaret olan bir proje. Güç ve hakimiyeti ben-merkezci bir tekebbürle kutsallaştıran bir olgu. İç çelişkileri, katliamları, yayılmacılığı, yağmacılığı ile coğrafi alanı aşan, tuğyanı ve müstekbirleri örgütleyen bir bakış açısı. Batı sadece burjuva kökenli olanlardan oluşmuyor. Bu bir zihniyet. Kutsala karşı baş kaldırmakta olan insanı tabulaştıran bir tarz. Marksizm de bu tarzın bir ürünü. Ve bunun için Karl Marks, İngiliz emperyalizminin Hindistan kıtasını müstemlekeleştirme politikasını bir medeniyet projesi olarak tanımlayabildi. Bunun için Türk solu kemalizmi bir ilerleme ideoloji olarak kabul edip kapitalist yapılanma karşısında ikiyüzlü davranabilmekte. SSCB kendini kapitalizme açabildi ama İslam'ın hasmı olmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi. Zaten dünya ölçeğinde sol muhalefetin giderek alternatif olma gücünü yitirişi de, egemenlik ilişkilerini ve egemenlerle olan temel çelişkiyi Batılı zihin formuyla tanımlamalarından kaynaklanmıyor mu? Tıkanmışlıktan kurtulmak için, diyalektik şemaları aşmayı ve küreselleşme karşıtlığını alternatif bir tutuma dönüştürme çabasındaki eski solu da bekleyen handikap aydınlanma, uygarlık, ilerleme telakkileriyle Batılı zihin formunun tutsaklığını aşamamış olmak değil mi?
Kuşatılmışlığımızı kavramak kadar, kuşatılmışlığımızı oluşturan zaafları bilmek de çok önemli. Batı, İslam ümmetinin yaşadığı toprakları 5 asırdan bu yana aşama aşama yağmaladı ve sömürgeleştirdi. Ve yine 15. yüzyıldan beri hakkın ve adaletin şahidi olması gereken bir ümmet hep geri çekildi, giderek de zihni ve sosyal zindeliğini kaybetti, İslam ümmetinin yaşadığı bu zaafiyet, Batı sömürgeciliğinden çok daha önce ümmet bünyesinde üreyen cahili eğilimlerle oluşmuştu. Zira Ümeyye oğullarıyla başlayan siyasi alandaki inhirafın önü alınamadığı için, artık 6. veya 7. hicri yüzyıldan itibaren ümmet yapısını derinden derine sarsmaya başlayan cahili sapmalar, sosyal çözülmeyi hızlandırdı, düşünceyi donuklaştırdı ve giderek müslümanları Kitap merkezli bir toplum olmaktan uzaklaştırdı. Sahih bir geleneğin imkanları, gelenekçiliğin ve giderek de muharref bir geleneğin çürümüşlüğü ile kuşatılmaya başlandı. Müslümanlar tevhid ve adalet toplumu olma zindeliğini yitirdiler. Batı sömürgeciliği karşısında başımıza gelen musibetler, öncelikle kendi cahilleşmemiz yüzündendi.
Teslim alınmış bir coğrafyanın, sömürgeleştirilmiş bir ümmetin çocukları İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tamamen birbirinden kopartılıp ulus toplumlara bölündüler. Müslümanların algılarındaki din, yaşamın birçok alanıyla irtibatsızlaşmıs. iken, egemen ideolojiler ise İslam'ı kendi sistemlerine alt kimlik olarak entegre edebilecekleri dar bir inanç sistemi olarak sınırlandırmaya çalıştılar. Kimi yerde İslam sağ ideolojiler emrinde kullanılmak isteniyordu, kimi yerde de sol ideolojiler için. Ancak tüm kuşatılmışlığına rağmen 20. yüzyılda İslam coğrafyası İslami uyanışın kıvılcımlar saçan ateşiyle hareketlenmeye başladı. Bitti, hastalandı, teslim alındı, iflas etti denilen bir ruh yeniden hayat emareleri gösterdi. Müslümanlar gittikçe dinin siyasetsiz, siyasetin de dinsiz olamayacağını keşfetmeye yöneldiler. Çünkü rehberliği hususunda ihmal ettikleri kitapları Kur'an, müslümanları hem yeniden iman etmeye ve yaradılış hikmetleri üzerinde ibret almaya çağırıyor ve hem de imanları gereği ahiretlerini kurtarmaları için ibadî hayattan siyasi hayata kadar egemen olan tüm inhiraf, ifsad ve zulmü gidermeye, ıslah ve inkılap görevine çağırıyordu. 19. ve 20. yüzyılda bu ilahi çağrının ve ihya geleneğinin muvahhid taşıyıcıları çoğaldıkça İslami uyanış da yükselmeye ve İslami hareketler oluşmaya başladı.
İflas edebiyatı düşmanlarımızın hep özlemi ve temennisi oldu. Oysa zaten "nimet"i kaybetmiş, vahyin hayat kaynağı ile irtibatı zedelenmiş, hakikatin şahitliğini yapma diriliğini hem zihni hem sosyal, hem siyasi ve hem de kültürel alanda yitirmiş ve sonuç olarak da sömürgeleştirilmiş bir ümmetin çocukları zaten bir yeterlilik, bir aşkınlık ve bir zafer hali yaşamıyorlardı ki müflis hale gelsinler. O halde 19. yüzyıldan bu yana niçin her 20-25 yıllık dönemde birçok koldan iflas edebiyatı gündeme getirilmekteydi?
Sömürge güçlerinin memurluğunu da yapan "Sosyal Bilimciler", İslami söylemin fonksiyonsuzlaştığını, İslami hareketlerin iflasın eşiğinde olduğunu, kendi nitelemeleriyle "Siyasal İslam"ın bittiğini temcit pilavı gibi tekrarlayıp duruyorlar. Ancak bitmiş olan bir olgunun niçin bu kadar gündem tuttuğunu izah edemiyorlar. Üstelik sosyal bilimcilerin artık dikkate alındıkları en önemli alan ise İslami olanla ilgili söyledikleri, raporları ve jurnalleridir. Acınacak olan NATO'nun öncelikli tehdit konsepti içinde değerlendirdiği İslami hareketler değil, İslamla ilgili iflas edebiyatını allayıp pullayarak gündem tutmaya ve efendileri önünde statülerini itibarlı kılmaya çalışan sosyal bilimcilerin fonksiyonsuzlaşıp taşeronlaşmalarıdır. Bugünkü konum ve tutumumuzun aşkınlık sorunu ve gelecek tasavvurumuz ise gaybi olandan ve hikmetten yoksun olan sosyal bilimlerin toplumsal ve zihinsel şemalarıyla değil, İslami tefekkürün Rabbani olanla ilgili bağımızı sürekli olarak önceleyen kuşatıcılığı İle çözümlenecektir.
Biliyoruz ki ümmetin bilinç düzeyindeki kırılma döneminden 19, yüzyıla kadar süren birçok ihya ve ıslah çabası, Urvetü'l Vuska öncülüğünde oluşan 19. yüzyılın İslami uyanışını besleyen en önemli "İslami yaşam damarı"ydı. İslami uyanış mağlubiyetler içinde büyüdü. Ve İslami bilinç müslümanların yaşadığı yenilgiler içinde güçlendi, gelişti, İslami direniş aynı zamanda bir tepkiydi tabii ki. Çünkü çocuğunuz öldürüldüğünde, eviniz yakıldığında, namusunuza sataşıldığında, yiyecekleriniz gaspedildiğinde tepki gösterirsiniz. Ancak önemli olan tepkinin sürekliliği ve dayanma gücü idi. İşte Batı'yı korkutan, hesaplarını bozan da buydu.
Beş asırdan beri Müslümanlar hep kaybetti. Ve özellikle Birinci Dünya Savaşı çok belirleyici idi. Tüm İslam coğrafyası Batı karşısında yenildi ve teslim oldu; ikinci Dünya Savaşı'nda susturuldu. Ve sonra işbirlikçi ulus devlet yapılanmalarının kontrolüne bırakıldı. Yine de olmadı. İslami uyanış engellenemedi. İhvan-ı Müslim, Cemaat-i İslami, Hizbü't-Tahrir çizgisi ve şia içindeki usuli çabalar birbirini tamamlayan halkalar gibi giderek artan geniş ufuklu bir uyanış zinciri oluşturmaya başladı ve İslami hareket İran'da ABD emperyalizmi karşısında zafere ulaştı.
Batı, bir alt kimlik olarak kullanmak istediği İslami potansiyeli bir türlü zaptu rapt altına alamadı. İslami potansiyelin varlığı giderek Batı'yı korkutmaya başladı. Ve sonunda Körfez Krizi ile bölgemize Yeni Dünya Düzeni adıyla müdahale yapıldı. İslami hareketlerin özgürlük talepleri küresel kapitalizm için öncelikli tehdit olarak değerlendirildi. Kapitalist yağmayı ve militarizmi gizleme aracı olan ulus iktidarlar, küresel konsepte göre kendilerini ayarlamakta gecikmediler. Müslüman halkların azılı düşmanı olan ve İslam coğrafyasının bağrına jandarma misyonuyla dikilen siyonist İsrail'in işbirlikçisi olabilmek aşkıyla kucağına koştular. Ama Mescid-i Aksa intifadasının taş atan minicik elleri, kurşun ve roket tetiği sıkan koca koca elleri korku girdabına soktular. Güney Lübnan'da kazanılan zaferin ise tek mantığı vardı; Teknolojik üstünlüğe rağmen bilinç ve kararlılığı kuşanmış olan iman.
Her dönemde biz İslam ümmetinin yetimlerini, İslami direnişin bittiği, İslami hareketlerin iflas ettiği edebiyatı ile demoralize etmeye, susturmaya, geri çekilmeye çalıştıkları bir gerçek. Psikolojik bir savaş bu. Fiili saldırılarla elde edilemeyene modern büyücüler, göz bağcılar ve üfürükçüler yardımıyla ulaşılmak isteniyor. Sosyal bilimlerin yeni misyonu da bu çerçevede kuruluyor. Ve bu savaşın yeni silahşörleri de içimizdeki akademisyenlerden ve kalemşörlerden devşiriliyor. Amaç İslami yaşam damarımızı deforme etmek veya kopartmak. Bunun için muharref gelenek bile yardıma çağrılıyor, bazı kere şımartılıp imkanlı kılınıyor,
İslam coğrafyasındaki uluslaştırmanın amacı militarizmi ve sömürüyü perdelemek kadar, İslami kimliği ve sahih İslami yönelimleri bulandırıp engelleyebilmekti. Bunun için ulusçuluk bile İslamlaştırılabildi. Ve peşinden Seyyid Ahmet Han'ın izi sürülüp "İslam modernizmi" yeniden palazlandırılmaya çalışıldı. Haini ve kandırılanı, döneği ve aldanış içine gireni ile çok renkli ve laçka bir piyasa yaratılmaya çalışıldı. Ancak dönem dönem yükselen yoğun saldırılara rağmen İslami uyanış hiç geri adım atmadı. Yenilgiler içinde de olsa varlığını korudu ve geliştirdi.
Peki hasta olan veya biten neydi. Astında biten, Batı'nın çürüyen değer yargıları nedeniyle geleceğe olan güveniydi. Teknolojisi, sermayesi ve dev gökdelenleri sadece birer görüntü. Bu görüntünün yarınki akibeti çölün ortasında metruklaşan İrem'in sütunlarından farklı olmayacak.
İslam'ın yaşayan gücü, müminlerine telkin ettiği adalet, fedakarlık, yaratanı memnun etme duygu ve ödevi ve ahiret inancının yüklediği hassasiyetlerle varlığını hep sürdürdü. Belki Kitap merkezli bir ümmet yapılanması dağıldı; ama İslam'ın yaşayan gücü bir özlem, bîr ideal, bir ıslah projesi olarak kendini hep devam ettirdi ve bağlılarından da her daim destek alabildi, işte İslam'ın yaşam damarı bu. Yeter ki doğru kavrayış, doğru anlamlandırma, doğru strateji ve gerçekçi bir hedef üzerinde olunabilsin. Tabii ki bu konuda önemli olan, halk içinde İslami değerlere duyulan ilginin övüncüyle oyalanmak değil, müslüman halkı yeniden Kitap merkezli bir ümmet konuma yükseltecek mücadelenin nasıl bir öncülük gerektirdiğini ortaya koyabilmektir.
20. yüzyıl İslami hareketleri ve ıslah önderleri, taşıdıkları tüm zaaf ve eksikliklerinle rağmen insanlara bağımsız müslüman kimliğinin değerini öğretme başarısını gerçekleştirdiler. İslami hareketlerin taşıdığı veya sergiledikleri zaaf ve yanlışlıkların hiç birisi elde edilen bu kazanımdan daha önemli değildi. Zira beş asırdan beri gerek zihni, gerek itikadı ve gerek ameli olumluluklarını kaybeden ve gittikçe sömürge şartlarına müsait hale gelen bir ümmetin çocukları yeniden hayat damarlarıyla buluşuyor, Kur'an neslinin yeniden ihya edilebileceğine kanaat getirmeye başlıyordu. İslami kimliğe yönelen talep ve Müslümanların kimliklerini gelenekçi ve modern kirlilikten arındırma çabalarının yaygınlaşması sömürgecilerin ve yerli işbirlikçilerinin uykularını kaçıran bir gelişmeydi. Ulus devlet maskesine bürünen sömürge valileri ve sömürge memurları bu gelişmeyi engelleyebilmek için her türlü baskı, şiddet, yargılama ve komplo yoluna gittiler. Ağır yaralar alındı, zaaflar yaşandı, bazı kere tuzağa düşüldü; ama İslami uyanış susturulamadı.
21. yüzyılda sorumlu müslümanları bekleyen en önemli açıtım ise varoluşlarını ödünç kavram ve yöntemlerin kirliliğinden kurtarmak, vahyin sosyalleştirilmesi mücadelesinde söylemlerini özgünleştirerek gerek teorik gerekse ameli planda ortaya koyacakları şahitliklerini kitleleştirebilmektir. Öykünmeci, aceleci, uzlaşmacı veya darbeci güç ve iktidar tutkularından arınıp, toplumsal değişimin sünnetini yakalamış bir idrak ve eylem zenginliğinin devrimci taşıyıcıları olunmalıdır, insan tiplememiz ve nesil tasavvurumuz ise konjonktürün gereklerini gözeten bir sığınmacılığı aşmak ve imrenilmesi, örnek alınması gereken vahiy temelli tanımları oluşturmak zorundadır. Mekke döneminin bilgi, inanç, bağlılık, kararlılık, fedakarlık ve şahitlik ekseninde oluşan sosyal örnekliği ve mücadele azmini, yaşadığımız kuşatılmışlık içinde yeniden yaşamlaştıracak zihinsel ve ameli bir yeterliliğe ve dinamizme ulaşama gayreti içinde olunmalıdır. Medine toplumunun çağdaş karşılığını oluşturma varsayımlarıyla ve hele hele medeniyet projesi kurmak gibi zihinsel konformizm ile oyalanmak ve emeklerimizi heder etmek durumunda kalınmamalıdır. Zira inancını sosyal planda tanıklaştıramamış bir dinin kültürü, henüz kurumlaşamamış demektir. Medeniyet, kurumlaşmış bir kültürün açılımıdır, İslam ümmeti ise asırlardan bu yana kurumlarını yitirmiş ve kollektif iradesini bulandırmıştır.
Temellerinin şahitliğine veya oluşup oluşmadığına dikkat etmeyen çabaların uğradığı yenilgiler, çoğu zaman sadece bir yenilgi olarak kalmıyor, çözülmeye, hatta teslimiyete kadar uzanıyor. Ancak beş allı asırdır yenilgiler içinde yükselen tek kazanım çizgisi ise, bilinç ve amelde ilk nesil dinamizmini veya Kur'an neslini yeniden var kılabilmenin mücadelesini önceleyen ihya ve ıslah çabaları olmuştur. Geleceğin başak veren nüvesi de İslam'ın yaşam damarını taşıyan bu çizginin kuşatılmışlıklarımıza rağmen sosyal planda kök tutması ile muhkemleşecektir. Yaşam canlılığı taşıyan bu potansiyeli iç dünyamızda ve tüm çevremizde çoğaltmaya ve işlevsel hale getirmeye her zamankinden daha çok çalışmalıyız. Zira özellikle Türkiye'de yaşanan konjonktür ve İslami hareketlilik çizgisinin geldiği yer itibariyle idrak ve şahsiyet sahibi kişilere bu gerçekleri anlatabilmek çok daha imkanlı hale gelmiştir.