Namaz, bütün peygamberlere emredilmiş kadim tevhid ibadetidir. Resulullah (as)1 da ilk inen ayetlerle birlikte namazı ikame etmekle emrolunmuş ve tarih boyunca namaz, İslam'ın en önemli tezahürlerinden biri olmuştur. Bununla birlikte namazın vakitleri bugüne kadar tartışma konusu olmuştur. Bu yazımızda tartışma konusu olan namaz vakitlerinin Kur'an tarafından belirlenip belirlenmediğini tespite çalışacağız.
Konuya "Vahyin böyle bir tespitinin olması gerekir mi? Vahy-i ilahî her duruma müdahale eder mi?" gibi sorularla başlayabiliriz.
Vahiy şu alana müdahale eder, şuna etmez gibi yaklaşımların geçersiz olduğunu en başta belirtmek gerekir. Zira ilahi vahye alan tayin etmek hiç kimsenin haddine değildir. Çünkü Allah gerektiğinde bir sineği bile misal vermekten çekinmez. (2/26) Fakat "Kitab"la ünsiyet derecesinde vahyin konuları tasnif edilebilir, ayetlerdeki vurgular belirlenebilir.
Allah'ın, kullarına merhameti, vahyi ile yol göstermesi muhkem ilkeler ışığında hiç değişmemiş (16/36), toplumların hastalıkları ve müptela oldukları fitnelere göre farklı şeriat ve usuller (minhac) (5/48) bildirmek suretiyle süreklilik arz etmiştir. Ta ki nimetin itmamı/dinin ikmali vuku bulsun (5/3; 33/40). Her duruma müdahale edip etmeyeceği (14/11) de onun iniş gayesi ile doğrudan ilişkilidir. (14/1) Kitab'ın hidayet maksadının gerçekleşmesi için (16/89) de rabbimiz türlü misaller (4/34; 43/56; 2/66; 2/261…) verir.
Bu açıdan bakıldığında namaz vakitleri olayına geçmeden, onunla mevkut ve ma'dudiyette benzer olan oruç/savm metaforuyla benzerliğine temas etmek yerinde olur.
"Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz. Oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruç tutamayanlara fidye gerekir. Fidye bir fakiri doyuracak miktardır. Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, ki onda Kur'an, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." (2/183-185)
Ayette orucun geçmiş ümmetlere farz kılınmış (ma'ruf) bir ibadet olduğunu, Ramazan ayında başladığını, Ramazan'ın aylardan bir ay olduğunu rahatlıkla görürüz. Ayrıca bu ayların önceden devam eden bir takvime göre olduğunu, insanlığın ortak aklının ürünü olarak hem akli hem tecrübî hem de kitabi verilerle doğrulanarak desteklendiğini rahatlıkla fark ederiz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de gün, ay ve yıl hesabıyla ilgili onlarca ayet vardır: "Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir." (55/5)
"Biz geceyi ve gündüzü varlığımıza delalet eden birer delil kıldık. Sonra Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için gecenin karanlığını silip (yerine) eşyayı aydınlatan gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi uzun uzadıya anlattık." (17/12)
"Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dosdoğru dindir. Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyiniz. Allah'a ortak koşanlar nasıl size karşı top yekun savaşıyorlarsa, siz de onlarla top yekun savaşınız ve biliniz ki, Allah kötülüklerden sakınanlarla beraberdir." (9/36; ayrıca bkz. (10/6; 10/67; 14/33)
Namazın da oruç gibi geçmiş ümmetlere farz kılınmış olması dolayısıyla bilinen vakitlerinin olduğu, çünkü ibadetlerin bir düzen taşıması gerektiği, her kafaya estiğinde değil, belli zaman ve şekillerde ifade edilmesi gerektiği sonucuna ulaşabiliriz. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de namazın belirli vakitlerde (kitaben mevquten) müminlere farz kılındığını görüyoruz: "Namazı bitirdiğinizde, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan yatarken zikredin. Artık 'güvenliğe kavuşursanız' namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz, müminler üzerinde vakitleri belirlenmiş bir farzdır." (4/103)
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz. Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır. De ki, 'Ey kitap ehli! Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve çoğunuzun fasık olmasından ötürü mü bizden hoşlanmıyorsunuz?'" (5/57-59)
Namazın vakitlerinden bahseden ayetlere baktığımız zaman, sanırım mesele biraz daha vuzuha kavuşacaktır. Namazın hangi vakitlerde kılınacağını ifade ettiği düşünülen ayetler silsilesini nüzul sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:
"O halde onların laflarına karşı sabret ve Rabbini güneş doğmadan önce ve batmadan önce hamd ile tesbih et! Geceleyin de onu tesbih et, secdelerin ardından da." (50/39-40; 20/130)
"Güneşin sarkmasından gecenin kararmasına kadar namazı kıl, fecir vakti Kur'an'ını da; çünkü fecir vakti Kur'an'ı, işte o, şahit olunandır. Gecenin bir kısmında uyanıp teheccüd namazı kıl, bu sadece sana mahsus bir ibadettir. Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır." (17/78-79)
"Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir öğüttür." (11/114)
"Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da O'nu tesbih et." (52/49)
"Ve Rabbinin ismini sabahleyin ve akşamleyin zikret. Gecenin bir kısmında O'na secde et ve uzun bir gece O'nu tesbih et!" (76/25-26)
"Namazlara ve orta namaza devam edin/koruyun; gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun." (2/238)
"Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size ayetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakîmdir." (24/58)
Ayetlerde zamana işaret edilmekle birlikte bunların hepsinin bir ibadet formu olarak "namaz/salat"tan bahseden ayetler olmadığı görülmektedir. İçinde "salat" kavramı geçen ayetleri bir bölümde, diğer ayetleri de başka bir bölümde incelersek mesele biraz daha vuzuha kavuşur.
Evvela "salat" ibaresinin kullanılmadığı ayetleri bağlamlarıyla birlikte görelim:
"Bu inkarcılardan önce, kendilerinden daha kuvvetli olan, diyar diyar dolaşan nice nesilleri yok etmişizdir. Kurtuluşu var mı? Doğrusu bunda, kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır. And olsun ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz bir yorgunluk da duymadık. Söylediklerine sabret; Rabbini, güneşin doğmasından önce ve batışından önce överek tesbih et. Geceleyin ve secdelerin ardından O'nu tesbih et." (50/36-40)
"İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır. Onları yerlerinde gezdikleri, kendilerinden önce yok etmiş olduğumuz bunca nesiller doğru yola sevk etmedi mi? Doğrusu bunlarda akıl sahipleri için ibretler vardır. Eğer Rabbinin verilmiş bir sözü ve tayin ettiği bir süre olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı. Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki Rabbinin rızasına eresin." (20/127-130)
"Gökten azap olarak düşen bir parça görseler, 'Bulut kümesidir.' derler. Çarpılacakları güne erişmelerine kadar onları bırak. O gün, düzenleri kendilerine bir fayda vermez; yardım da görmezler. Zulmedenlere, şüphesiz, bundan başka da azap vardır; fakat onların çoğu bilmezler. Geceleyin ve yıldızlar kaybolurken de O'nu tesbih et." (52/44-49)
"Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma. Rabbinin adını sabah akşam an. Geceleyin O'na secde et; O'nu geceleri uzun uzun tesbih et." (76/24-26)
Ayetlere baktığımızda dikkat çeken ilk husus, öncekilerin akletmemeleri yüzünden duçar oldukları musibetler, ibret alınması maksadıyla başlarına gelenler ve Resul'ün şahsı muhatap alınarak Rabbin hükmüne sabredilmesi gerektiği ifadeleridir. Ardından bunların yaptıklarından/taptıklarından beri olunduğunu ihsas ve ikrar maksadıyla tesbih ve zikr edilmesini emreden ifadeler kullanılır. Özellikle "tesbih" ve "zikr" ifadesinin herhangi bir form ve kalıba sıkıştırılamayışı, onun uyanık olunan her durum/duruşta kalbi ve lisani bir kimlik ibrazı oluşu hatırlandığında bazı farklar görülecektir. (7/205-206) Tesbih ibaresinin Allah'a yönelik yanlış algı/bilgi ve yakıştırmalar akabinde oluşu (17/43-44; 22/74) onun bir ibadet formundan çok bilişsel ve duyuşsal zihni/kalbi/kavli bir bağlılık olduğu da ayrıca dikkat çekici bir tespittir. Bazılarında hamd ve secde ifadelerinin geçmesi de salat olduğuna delalet etmez. Zira bu kavramlar tesbihin açılımları ya da başka bir boyutta ifadeleridir. Gece-gündüz, sabah-akşam ifadeleri ile de bunun her "an" yapılabilir olduğunu, zamanın sürekliliğini tekit için sınırlama kabul etmediğini belirtmek için olduğunu linguistik analizlerle de kavramak mümkündür. (71/5; 2/274; 6/52; 19/11; 25/5) Ayetlerde bazı vakitlerin verilmiş olmasını hem ruh hali olarak hem de tenha bir ortamda tefekküre müsait olunan zamanların hatırlatılması olarak algılamak gerekir. Ancak tesbih ve zikr kavramları salatın dışında olmadığı gibi, bunların hayata bakan bir başka yüzünün, bir yansımasının olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca salatın bir başka ve çok önemli vechesi daha var ki, bunu da ilgili ayetlerden sonra izah etmeye çalışalım.
Salat ibaresinin, "ikame" tekidiyle beraber geçtiği ayetlere bakalım:
"Seni, sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın. Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi. Bu, senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize de uyguladığımız yasadır. Sen bizim yasamızda değişiklik bulamazsın. Güneşin batıya yönelmesinden gecenin kararmasına kadar namaz kıl; sabah vakti de namaz kıl, zira sabah namazına melekler şahit olur. Geceleyin uyanıp yalnız sana mahsus olarak fazladan namaz kıl. Belki de Rabbin seni övülecek makama yükseltir. De ki: 'Rabbim! Beni dahil edeceğin yere hoşnutluk ve esenlikle dahil et; çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver.'" (17/73-80)
"Sen, beraberindeki tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür. Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz. Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir öğüttür. Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette zayi etmez." (11/112-115)
"Namazlara ve orta namaza devam edin; gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun. Eğer korkarsanız, yaya yahut binekte iken kılın, güvene erişince, bilmediklerinizi öğrettiği gibi Allah'ı anın." (2/238-239)
"Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar, sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size ayetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakîmdir. Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerinin izin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size ayetlerini böylece açıklar. Allah bilendir, hakîmdir." (24/58-59)
Yukarıdaki ayetler grubunda görüldüğü üzere salatın ikamesinin vakitlerinin de bildirildiği düşüncesi pek ikna edici değil. İsra Suresi'nde Resulullah'a yönelik bir uyarının ardından gelen ayetlerde Resul'ün iç dinamiklerini muhkemleştirmek için gecenin önemli bir kısmında nafile olarak namaz kılmasını -ki gece naşie'sinin daha etkili olduğunu (73/6)- söyler. Çünkü ileride aldığı bu gece gıdasına ihtiyacı olacağını anlatır. Geceye bu kadar vurgu yapılmasının esprisi de gündüzün uzun bir koşuşturmanın olmasıdır. (73/7) Hud Suresi'nde de gündüzün iki ucu ile karanlığın bittiği ve başladığı zamanların anılması, aynı yönlendirmeyi tedai ettirir gibidir. Aynı şekilde Bakara ayeti de "salatu'l-vusta/orta namazı" ifadesiyle herhangi bir vakit tayin etmediği gibi bu ayet hakkında yığınla rivayet, farklı zamanları işaret ediyor. Yine Nur Suresi ayeti de müminlerin evlerinde soyunuk/açık bulundukları/bulunabilecekleri vakitleri ifade eden ve bu konuda mahrem mahallerine girecek kimselerin izin almalarının gereğini anlatır. Elbette ki namaz vakitlidir ve bunun vakitleri belirlenmiştir (4/103). Fakat bu ayetler namaz vakitlerini bildirmek için inmemiştir kanaatindeyiz. Ayetlerde bu kanaatimizi güçlendiren karineler açıktır. Hatta namazın vakitli olduğunu bize bildiren ayete; hangi ortamda, hangi koşullarda ve nasıl bir mesaj verdiğine baktığımızda:
"Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır. Sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsın, tedbirli olsunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler, size ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli olun. Allah kâfirlere şüphesiz ağır bir azap hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır." (4/101-103)
Ayet grubundan namazın savaş ortamında bile ihmal edilip ertelenemeyecek kadar hayati bir ibadet olduğunu ve "Allah'ın öğrettiği" (2/239) şekilde, belirlenmiş vakitlerde mutlaka ifa/ikame edilmesi gerektiğini anlıyoruz. Daha anlaşılır bir anlatımla; namazın "ne zaman" değil de "nasıl" kılınacağını bildiren bir ayet grubudur bu.
Nüzul sebebi rivayetlerini bir tarafa bırakarak, kendi akışlarından bile ayetlerin hangi duruma matuf olduğunu rahatlıkla okuyabiliriz. Mutlaka ki vahiy, yaşanan ve uygulanabilen (tenzil) bir ortama iniyordu ve bu ortamın ilgi/algı/bilgi ve problemlerinden bağımsız olamazdı. (41/44) İnen ayetlerde sık sık geçen "sana sorarlar/yes'eluneke" ifadesi birtakım somut sosyal gerçeklere işaret ettiği gibi, vahyin bilfiil nasıl hayata müdahale ettiğini, sıcak sorulara nasıl cevap verdiğini ve hayatın akışı içinde nasıl bir gerçeklik oluşturduğunu da ortaya koyuyordu.
Ayrıca dikkatleri çeken bir ifade olarak kaydedeceğimiz Bakara Suresi 239. ayetinde geçen "Allah'ın size öğrettiği/ bildirdiği gibi (kema allamekum)" ibaresinin mahiyeti zihinlerde soru işaretleri oluşturabilir. Aynı ibarenin Maide Suresi 'nin 4. ayetinde de ifade edilmesi, soru işaretlerini gidermesi açısından oldukça hayati önemi haizdir. Zira burada da "Allah'ın size öğrettiği/bildirdiği gibi" ifadesi hemen hemen aynı yönlendirme formunda kullanılmış ve ne yapılması gerektiği hususunda doğru hareketi, doğru davranış tarzı bildirilmiştir:
"Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür." (5/4)
Burada sorulması gereken öncelikli soru şudur: Allah'ın öğretmesi nasıl olmuştur, nasıl olacaktır? Bu soruya medar olan Bakara 2/239. ayetine tekrar baktığımızda aynı kökten türeyen "ta'lemun" ibaresi, başına aldığı örnekle olumlu ya da olumsuz anlamda geniş zamanlı bir bilme/malumat sahibi olmayı ifade eder. Kullanıldığı bu kalıp, takriben elli beş yerde geçer ki; bizim maksadımızı en iyi anlatacak, daha doğrusu soruya cevap verecek ayet birkaç yerde aynı şekilde zikredilen şu ayet(ler)dir:
"Nitekim Biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik. (2/151 ayrıca bkz. 2/129; 3/164; 62/2)
Yani Allah'ın öğretmesi, ancak resulleri kanallarıyla olur ki, bundan ötesi hem ontolojik olarak hem de nübüvvetin, vahyin mantığı açısından mümkün gözükmemektedir.
"Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir." (42/51)
Salatın diğer ibadetlerden farklı olduğunu belirtmiştik. Kur'an'da namazın dışında hiçbir ibadet için abdest/vudu' alınmasının gerekliliği belirtilmez. Tesbih, tezkir, tahmid, tehlil vb. ibadetlerde değil de namazda abdestin istenmesi onun "özel" oluşunun başka bir delilidir. Namaz hakkında hadis külliyatlarında da "kitabu's-salat" bölümlerinin çokluğu/yoğunluğu namazın Resulullah'ın ve müminlerin hayatında ne kadar köklü bir yer aldığının bir başka işaretidir. Bu farklılığı, onun belli formda oluşunun gereği olduğu gibi, kadim ta'zim ve taabbud şekli oluşundan da kaynaklanır. Namaz aynı zamanda tevhid ve İslam'ın en bariz şiarıdır da.
Namaz, ilk resul ile birlikte vakitleri Allah tarafından belirlenmiş olarak farz kılınmış ve Resulullah dönemine kadar tevatüren gelen İbrahimi miras içinde herkesin malumu (ma'ruf) bir ibadettir. Resulullah da namazın kılınışında ve vakitlerinde "köklü" bir değişiklik yapmamıştır. Kur'an'da namazın vakitlerini (kimilerinin üç, kimilerinin beş, kimilerininse daha fazla vakit olarak tespit (!) ettiğini iddia ettiği gibi) belirten, sırf "namazlarınızı bu vakitlere tahsis ettik ", "işte bunlar namazlarınızı kılmanızı istediğimiz vakitlerdir" mealli sarih ve vazıh bir nas olmadığından; bu vakitlerin önceden belirlenmiş olduğunu kabul ediyoruz. Namazları vakitleriyle ifade eden ayetlere gelince; ilgili ayetler, dikkat edilirse hayatın akışı içinde çeşitli hadiselerle ilgili olarak insan ve insana dair meselelere çözüm getiren (10/57), insanları yönlendiren (14/1) bildirimler içeriyorlar. İnsan ve insana sunulan hayat da zaman kavramıyla tahdit edildiğinden (17/12); aynı insan, vakitleri belirlenmiş namazla sorumlu tutulduğundan (4/103), elbette bazı sorunları namazlarını engelleyecek bir durum arz edecektir. (2/238-239; 4/101-103) İlahi vahyin böylesine mühim bir konuda boşluk bırakacağını düşünemediğimizden, namaza hazırlık olan abdest/vudu' gibi bir konunun bile en ince detaylarına varıncaya dek vaz' edilmesinin bile ihmal edilmemesi (5/6), bizi Kur'an'ın ayetleri doğrultusunda böyle bir fikre sevk etmiştir. Ayrıca salatın ikame edilmesi ile ilgili olarak kabul edilen ayetlerin Medeni oluşları (yalnızca 11/Hud suresi Mekki'dir ki; hicretten kısa bir süre önce, yani Yunus Suresi'nden hemen sonra inmiştir. Hatta bazıları Hud Suresi'nin 12 17 ve 114. ayetlerinin Medine'de indiğini iddia etmişlerdir.) bu iddiayı daha da zora sokmaktadır. Çünkü bu tespite göre Mekke döneminde namaz vakitlerinin belli olmadığı sonucu çıkar ki bu, bu ayetler gelinceye kadar Resulullah'ın içtihat ederek namaz vakitlerini tayin ettiği iddiasını gündeme getirir. (Tabi Mirac'ta Resulullah'ın sıkı bir pazarlık sonucu namaz vakitlerini beşe indirmesi ya da vahyi gayri metluv iddiası var ki, biz bunu zaten ciddiye almadığımız için bahse değer görmüyoruz. Bu yazıdaki zımni tezlerimizden biri de, vahyi gayri metluv denen fikriyatın Kur'an'a uygun olamayacağı, dolayısıyla kabul edilemezliğidir.) Bu da daha önce Resulullah'ın içtihadını makbul gören ya da müdahale etmeyen vahyin, sonradan bu durumu değiştirmek için devreye girdiği, yani Resulullah'ın içtihadını "nesh/tebdil/mahv" ettiği sonucuna götürür. Bu da kabul edilemeyecek kadar çelişkilidir ve makul değildir. Orucun da bizden öncekilere farz kılındığı gibi, bize de aynı onlar gibi farz kılınan (namaz gibi) kalbi-bedeni bir ibadet olması, Kur'an'ın kendinden öncekileri tasdik etmesi (46/12), resullerin hep aynı şeyle emrolunması (10/87; 11/87; 21/73) gibi veriler fikriyatımızı temellendiren temel ayetler olmuştur. Yani namazın nasıl kılınacağını Resulullah, tevatüren öğrenmişti, biliyordu. Aynı şekilde namazın vakitleri de Kur'an'da bildirilmediği gibi, Resulullah tarafından da "vaz "edilmemiştir. Bunun böyle olması, yani namaz konusunda Resulullah'ın bir vaz'ının olmaması, onun değerinden hiçbir şey de eksiltmez. (94/4)
Bütün bunlardan sonra; müminlere düşen, Allah'ın muhkem vahyi ve vahyini vererek şereflendirdiği Resul'ün örnekliğinin ölçü ve sınırlarını doğru okumaktır. "Tanrısal" vasıflarla muvassaf bir resul, Allah'ın değil, cahillerin kendi kurmacalarının (ümniyye) (2/77-78-79) mahsulüdür.
Evet, müminlere düşen; kitabın ışığında er-Resul'ü, tarihin mitik, antik, semitik hurafelerinin ithamlarından beri/uzak bir şekilde tanımak ve takip etmektir. Zira onu resul yapan vahiy, yani Allah'tır. Vahiy olmazsa onun bir farklılığı kalmaz (18/10). Resulullah'ı sevmek ona tapınmak değil (3/79-80), risaletine sahip çıkmaktır. (47/7) Mesajını, zulümlerin/zalimlerin payandası değil, zulüm ve zalimin karşısında tutmaktır. (11/113) Resulullah'a değer vermek; ona kendi vehim ve kurgularıyla (11/12), mecnun/aşık edebiyatıyla, vahyin verilerine mugayir hatta muhalif methiyeler düzmek değil (57/27), ona Allah'ın verdiği değeri anlamak ve buna razı olmaktır. (33/21) Resulullah'ı yüceltmek isteyenler ona 'Kevser'den (108/1-3) daha büyük ve yüce olanı mı vermişlerdir? Yoksa Allah'tan daha iyi değer koyan kaynaklar mı (68/36-37) var? Aynı şekilde Resulullah'ın yüce bir ahlak üzere oluşunu (68/4) ıskalayan bir mantık, onu bir postacı, basit bir aracı konumuna indirgeyen zihniyet de hakeza vahyi yaklaşımdan uzaktır. (19/97; 21/107)
Yazımızı şöyle noktalamamız meseleyi hitam açısından isabetli olacaktır:
Ey Rabbimiz! Seçtiğin ve sevdiğin resullere en temiz his ve dileklerimizi, özlem ve dualarımızı sen biliyorsun. Salavatlarımıza sen şahitsin. Bizi, onu/onları hakkıyla tanıyıp, tâbi olanlardan eyle. Bizi ona ilahî sıfat ve meziyetler atfederek iftira edenlerden beri kıl ve bundan Sana sığınırız.
"Allah ve melekleri, Nebi'ye çok salavat getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin." (33/56)
"Biz her resulü ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik." (4/64)
"Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir." (33/21; ayrıca bkz. 4/65; 33/36; 8/20; 3/132)
Dipnotlar:
1- Yazının başında resullere salavatı/tahiyyeyi hatırlatıyoruz. Bundan sonra resul kelimesinin önünde (sav) ve (as) gibi tahiyye ibareleri kullanılmayacaktır. Bu, bir yazım anlayışının sonucudur. Aynı zamanda bu, biraz da Allah'ın resullerine, yani seçip alemlere rahmet kıldığı "aziz" kullarına birkaç harf (22/11-ala harfin) üzerinden (ya da ne kadar çok harf kullanırsa o kadar değer verdiğini vehmeden zihniyetlerce) değer biçilemeyeceğini fark etmeye matuf olarak da okunabilir. Tabii ki bu yaklaşım mutlak değildir. Zira parantez içi selam kısaltmalarının kullanılmasının, okuyucuya bu salavatı/tahiyyeyi hatırlatmak hüsnü niyetini taşıdığını belirtmek istiyoruz.