Son Ramazan ayından bu yana İslamcılık tartışmaları Türkiye düşünce gündeminde yeniden önemli bir yer tuttu. Bu tartışmalar, Suriye Müslümanlarının direniş ve kıyamını ele alış biçimi gibi kimlik ve eğilimlerin anlaşılmasında turnusol kâğıdı işlevi gördü.
Ortadoğu Müslümanlarının inisiyatifiyle yükselen değişim-dönüşüm dalgasındaki sünnetullahla uygunluk arayışı ve ABD’nin artık tek başına okyanus ötesi hareketlere kalkışmadaki sınırlarını öğrenmesi, siyasi analizlerimiz için yeni perspektifler gerektirmektedir. Sosyal ve siyasal olaylar statik değildir. Artık Fukuyama’nın, Huntington’un, Fuller’in, Kissinger’in ABD İmparatorluğunu eksen alarak kurguladıkları toplumsal senaryolarla Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki gelişmeleri izah etmenin imkânı oldukça zayıfladı. Bu yeni hal, siyasi analiz ve okumalarımızı yenilemeyi gerektiriyor. Müslim olsun gayrimüslim olsun yerel ve küresel gelişmenin bu seyrini okuyamayanlar yaptıkları çözümlemelerde neo-con’cu veya Siyonist basının ve think-tank kuruluşlarının araçsallaştırdıkları bir pozisyona düşme riskiyle karşı karşıyalar.
Ortadoğu İntifadasında Müslümanların Tunus ve Mısır başarılarıyla inisiyatif tutması, İslami mücadelenin yeni açılımlar ve yeni bir inkılâp dili oluşturacağını da gösteriyor. Özellikle bu gelişim rüzgârını fark edenlerden Ali Bulaç, Suriye İslami direnişine karşı eski dünya analizlerinin komplocu karamsarlığını aşamasa da İslami yükselişin dilini okuyucularına İslamcılık olarak sunmaya çalıştı. Bulaç’ın İslamcılık tanımı kriter eksikliklerini aşacak düzeydeydi. Ona göre İslamcılık, “İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabası” idi. (Zaman, 21 Temmuz’12)
Bulaç, “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliğini hedefleyen” bütünsel bir hareketten bahsediyordu. Ancak hikmeti yitirmiş ve dağılmış İslam ümmetini yeniden diriltmeyi ve iktidar kılmayı amaçlayan bu tanımda “reel siyaset” ile “vahyî siyaset”in ne kadar ayrıştırılıp ayrıştırılmadığı açık değildi. Önceliğimiz, İslam Birliğine götürecek yeni bir İslami devlet modeli için mi kurulmalıydı yoksa merhaleci bir toplumsal inşa süreci için mevcut siyaset ve iktidar ilişkilerindeki ilkeli kazanımlarımız geçiş süreci için bu hedef doğrultusunda araçsallaştırılmaya mı çalışılmalıydı?
Biz Müslümanlar için merhaleci mücadele anlayışı, ifsad halini, ıslah temelli zihnî, itikadi ve siyasi bir inkılâpla tasfiyeyi ve vahyî temelli köklü bir inşa amacını ortaya koyar. Bulaç’ın da ifade ettiği gibi “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle” mücadelenin içinde yetişmiş İslami şahsiyetlerin istişari karar ve tebliğ çabaları olmadan yeni ve diri bir İslam toplumuna ulaşmak mümkün değildir. Tabii ki “İslam’ın ana referans kaynakları” derken de dinde neyin “subut-u kati” neyin “zanni”, neyin “asıl” neyin “yorum”, neyin “sabite” neyin “değişken” olduğu da belirtilmelidir.
Müslümanlar yeniden Kur’an merkezli ümmetleşme sürecine girmeden ve Müslümanların toplumsal yapısı yeterli oranda olgunlaşmadan, onun örgütlenmiş şeklini ifade eden adil ve İslami bir iktidar statüsüne ulaşılamaz. Yine bu olgun inanç toplumu olmadan ve onunla bütünleşemeden tüketim-üretim süreçlerinde yeni bir ekonomik modele ve tahsiniyat boyutuyla yenilenen bir medeniyet açılımına adım atılamaz.
Bu çerçevede geçiş süreçlerini ifade eden ilkeli sosyal, siyasi veya yönetimsel kazanımları hiç kimse İslami model olarak öne sürmemelidir. Bu süreçlerde bize heyecan verecek olan, kendi merhalemizle ilgili inkılâbın yaşanıp yaşanılmadığıdır. Bizim için inşa sürecimizdeki çatı, devlettir; ekonomik modeldir veya medeniyet şeklidir. İyi bir çatı için temelin sağlam olması, kolon ve kirişlerin sağlam bağlanması, zemin ve üst katların tevzi edilmesi gerekir. Alttan yukarıya yükselen bu süreçlerin her birinde doğru hatta olmak ve ödevleri gereğince yerine getirmek gerekir. Yoksa çatı söylemi boş veya romantik bir inkılâp hedefi olarak kalır.
Tabii ki son Ramazan ayından bu yana gündeme gelen ve Bulaç yanında Hayrettin Karaman, Yasin Aktay, Abdurrahman Arslan, Yusuf Kaplan, Ali Haydar Haksal gibi isimlerin “İslam bir dünya görüşüdür!” bağlamında destek verdikleri İslamcılık tartışmalarının karşısında milliyetçi/ulusalcı, liberal, demokrat ve gelenekçi kalemler yer aldı. Milli, liberal, demokrat, sol kimlikli hatta muhafazakâr yaklaşımların “ilerlemeci” bir anlayışla İslamcılığın miadını doldurduğunu ilan edip İslam’ı özel hayata sıkıştıran yaklaşımlarını anlamak mümkündür. Çünkü onlar için İslam ümmeti anlayışı feodal, yabancı veya kökü dışarıda bir kavramdır.
Mehmet Şevket Eygi gibi bazı gelenekçi-Osmanlıcı hattı savunan ve İslam ümmetinin parçası olan Müslümanlar ise “Biz İslamcı değiliz, Müslümanız!” derken, bazıları da İslamcılığı siyasetten ayrıştırarak ele aldılar. Onlar için engel gördükleri çizgi, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un öncülük ettiği Urvetu’l-Vuska’nın İttihad-ı İslam idealiyle başlayan ve günümüze kadar bazı form değişiklikleriyle devam eden Müslümanları yeniden Kitab ve Sahih Sünnetle buluşturma, nass temelli ıslah ve iç istibdada da dış istibdada da tavır alan bütünsel İslami algıydı. Bu konudaki dil farklılıklarına rağmen Kitab, Rasul, Ahiret inancındaki ana benzerliğe rağmen, üretilmiş din kültürüne tabiiyette tahkik ölçüsünü yitirip yitirmemek konusu belirleyici oluyordu.
İslamcılık tartışmalarında laik, seküler, alkolik hatta sol kimlikli kişilerin bile kendilerini “Müslüman” olarak tanımladıkları bir süreçte, Müslümanların vasıflarıyla ilgili Kur’an’da kullanılan “mü’min, muttaki, âlim, şahit, şehit, murabıt, muslih” gibi kavramların açıklayıcı vasıflarını gözden kaçırırcasına, “Müslüman” ve “İslamcı” ifadelerinin Kur’an’da ifade edilip edilmediğine göre değerlendirip İslamcılık tartışmalarını küçümseyenler hatta İslamcı ifadesini bazı şeklî izahlarla daire dışında görenlerimiz de oldu. Oysa İslamcılık tartışmasında öncelenen olumlu yan, Müslüman kavramının içeriğini hatırlatmaktı. Bizim açımızdan ise İslamcılık tartışmalarında gözetilecek hedef, iman edenleri yeniden İslam bütünlüğüne göre imana (4/136) ve şahitliğe (2/143) davet etmek olmalıydı.
Bu bağlamda “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri” (2008) adlı kitabımızda hatırlattığımız Müslümanlar arasındaki üç okuma tarzının tefriki oldukça önemlidir.
1-Gelenekçi eğilim: İndirilmiş olan vahyin hakemliğini, ona dayanarak üretilmiş olan dinî kültürü sabiteleştirerek eşitler. Taklitçidir, kültürel planda şeriatçıdır ve emperyalizme karşıdır.
2-Modernist eğilim: İndirilmiş olan vahyî hükümleri modern veya post-modern sürece ve iktidara uydurmaya çalışır. Akılcı veya tarihselcidir. Çoğu kez emperyalizmle uzlaşır.
3-Islahatçı eğilim: Hayatı, gayb alanını, dinî kültürü Kur’an’ın muhkem ve delalet-i açık ölçülerine göre değerlendirir. Mütevatir Muhammedi Sünnete tartışmasız bağlıdır; nass temelli ıslah, ihya ve içtihat çabalarını önemser. Sorgulayıcıdır. Emperyalizme karşıdır.
Günümüzdeki İslami algıları ifade eden bu tasnifler dışında kalan, istikametini tanımlayamamış veya istikametini belirleme konusunda geçiş süreçlerini yaşayan Müslümanlar da vardır. İşte her Müslüman İslamcılık veya İslami tanıklık tanımına bu temel eğilimler açısından yaklaşmaktadır. Bu konudaki tanım ve tavır kaosunu da bu üç eğilimi gözeterek aydınlatmak mümkündür.
Yeni İslamcılık Tartışmalarının Zemini
Ali Ünal, Zaman gazetesinde Ali Bulaç’ın İslamcılık tartışmalarıyla yaptığı çıkışı sert ve aşağılayıcı bir üslupla yargılamaya kalktı. (17 Eylül’12) Ünal, İslamcılık tartışmalarında tespitlerini, İslam’ı bütünsel algılama çabalarını tezyif ve tahfif eden milliyetçi, liberal ve demokrat entelektüellerle “bittiği öngörülen İslamcılık” ifadesiyle bütünleştirdi. O şöyle diyordu: “‘Arap baharı’ sürecinde İslâmcılık tartışması başlatılmasını iki sebebe bağlıyorum: (1) Entelektüellerin kendilerini fazla önemsemesine; (2) ‘Arap baharı’nın bazı Türkiye İslâmcıları için artık bittiği öngörülen İslâmcılık adına yeni bir ümit olarak görülmesine.”
Türkiye gemisinin yelkenlerini şişiren rüzgârın artık birbuçuk seneden beri ters esmeye ve geminin de yalpalamaya başladığını belirten Ünal, (Zaman, 30 Temmuz’12) adeta Mavi Marmara ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan olaylarından bu yana Fethullah Gülen Cemaati ile Tayyip Erdoğan ve ekibi arasında çıkan tartışmaya atıfta bulunmaktaydı. Ünal’a göre “Türkiye'nin yakın geleceğinde öyle görünüyor ki, çok büyük fırtınalar ve tufanlar var. Batması mukadder olanlar, batması mukadder gemi veya gemilerde toplanacak; kurtulması mukadder olanlar da dev dalgalar arasında selâmet sahiline götürebilecek gemi veya gemilerde.”
Bulaç, “Bize Said Halim Paşa lazım!..” başlıklı yazısıyla (23 Ağustos’12) adeta Ünal’ın bir buçuk yıldan bu yana ters esen rüzgar ifadesinin açılımını “14 Temmuz 2011 Silvan olaylarından bu yana yanlış Suriye politikasının” ceremesinden, reformların durduğundan, Ergenekon davasını kesintiye uğratıp Kürt ayağını ortaya çıkartamamaktan bahsederek yapıyordu. Bulaç, bu yazısında, batacak gemiye işaret etmekte ve İttihad-ı Terakki’ye amade olan Said Halim Paşa gibi “büyük devlet adamı” olacak yeni bir lidere ihtiyaçtan bahsetmekte; bu liderin de Türkiye içinden hatta AK Parti içinden çıkabileceğini vurgulamaktaydı. Bulaç, sanki felaha götürecek Gülen ekibinin gemisine binmiş ve onlar adına batacağı ima edilen geminin kaptanı Erdoğan’a eleştiri oklarını yöneltiyordu.
İslamcılık tartışmaları, İslam’ı bütünsel bir din ve dünya görüşü olarak değerlendirenler açısından ciddiyetle ele alındı ve İslamcılık kavramı Ortadoğu İntifadalarıyla yeniden yükselen İslami uyanış dalgasıyla irtibatlandırılmaya çalışıldı. Zaten Ali Ünal’ın ithamı da bu doğrultudaydı. Bulaç ise İslamcılık tartışmalarını daha ziyade Hizmet Cemaatinin gemisinde yaygınlaştırmaya, Cemaatin ikinci ve üçüncü kuşaklarının milliyetçi ve liberal entelektüellerle kuşatılan gündemini Müslümanların İslam Birliği hedefine yönelterek ve İslami referanslarla “İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması” doğrultusunda yönlendirerek gücü yettiği oranda ıslah temelli bir katkı sunmaya çalışıyordu. Ancak bahsettiğimiz çerçevede iyi niyetli hedef olarak İslamcılık konusu, bağımsız bir İslami kimlik ve inşa faaliyetinin imkânlarını göstermek yerine, reel siyaset alanındaki “iki gemi metaforu”na sıkıştırılarak sunuluyordu. Bu sıkışma Bulaç için ciddi bir handikaptı.
Bulaç’ın Cemaate ve Müslümanlara yönelik gündemleştirmeye çalıştığı İslamcılıkla ilgili tüm iyi niyetli açılımlarını sonuç itibariyle tıkayan “iki gemi metaforu” arasında “vahyî siyaset” yerine “reel siyaset” gütmesindeki çelişki; Suriye İslami direnişine karşı eski dünya analizlerinin komplocu karamsarlığını aşamamasında da nüksediyordu. Ve Tayyip Erdoğan’a yönelttiği eleştiriler yanında Fethullah Gülen çizgisine yönelttiği övgü ile birlikte Bulaç, Cemaatin de gündemine İslamcılık yaklaşımını taşımaya çalışıyordu.
Bulaç’ın Cemaatin gündemine taşıdığı İslamcılık söylemine Ali Ünal’ın gösterdiği tepki bireysel bir kanaat miydi; yoksa Cemaatin bütünsel refleksini mi temsil ediyordu? Ayrıca Bulaç’ın yaklaşımlarına tepki veren Zaman gazetesi Paris temsilcisi Emre Demir’in kanaatleri “Bireysel kanaatler mi, yoksa cemaatsel eğitimin metot ve strateji bağlamında verdiği derslerden yapılan özet bir değerlendirme mi?” diye gene ciddi bir merak konusu oluşturuyordu. Zira Demir, bu tartışmalarda “Bulaç’ın, İslami hareketler için seküler dönüşüm ve Protestanlaşma eğilimlerinin önüne geçilmesini savunduğunu; Mümtaz’er Türköne gibilerine göre İslamcılığın miadını zaten doldurduğunu, Etyen Mahçupyan’a göre ise sekülerleşmenin doğal bir sonucu olarak dinin bireyselleşeceğini ve özel alana çekileceğini” özetliyordu. Oysa Emre Demir’e göre Hizmet adına yapılan ticari ve eğitimsel her türlü dünyevi faaliyete kutsiyet bahşedilmeli; küresel fenomenle dinî ilişkinin karmaşık hüviyetinden; yani “melez alanlar ve sentezler” oluşturulmasından çekinilmemeliydi. (Zaman, 12 Ağustos’12)
Eğer Emre Demir’in cevabı ve Ali Ünal’ın tavrı Hizmet Cemaatinin genel tutumunu yansıtıyorsa Ali Bulaç yanlış gemide yanlış hesaplar yaptığını idrak etmeliydi.
Liberaller, solcular ve ulusalcılar kavramın içeriği ile oynayarak Türkiye’deki AK Parti iktidarına İslamcı demektedirler. Amaçlanan, İslamcılığı veya İslami kimliği AK Parti ile bütünleştirerek, muhafazakâr-demokrat kimlikli AK Parti’nin bütün yanlışlarını Müslümanlar üzerine yüklemek, İslami uyanışın suyunu bulandırmak ve hızını kesmektir.
Öncelikle AK Parti kurucu kadrolarının bugünkü mer’i anayasa ile parlamentoda ve resmi bir parti ile İslami siyaset yapılamayacağı fikrine nasıl ulaştığı ile ilgili seyrin başlangıç adımlarını okumak için Hayrettin Karaman’ın “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı hatıratının 2. Cildine bakılmalıdır. İbahi bir söylemi çağrıştıran “Adil Düzen” fikrinin İslami ölçülerle bağdaşık olmadığı gibi; mevcut düzenin kurumlarında da bağımsız İslami bir siyasetin yapılamayacağı; ancak insan hakları, inanç ve düşünce özgürlüğü ve vesayet sisteminin geriletileceği ile ilgili politikalar izlenebileceği hakkındaki 13 kişilik uzman araştırıcının oluşturduğu 1993 raporunun ne olduğu da bu hatıratta okunabilir.
Ümmetin mi İktidarın mı İnşası Öncelikli?
AK Parti diğer siyasi güç odaklarına karşı İslam’a ve Müslümanlara açıktan düşmanlık yapmayan ama kendini bütünsel İslami aidiyete mesafeli tutan; halk maslahatını düşünen ama bu doğrultuda bazen yanlış yapan bazen olumlu davranan bir çizgidedir. Müslümanların “münker”e karşı direniş, “maruf” açısından ıslah ve inşa faaliyetleri biz Müslümanlara ait temel bir ibadettir. İster bu çabalara Müslümanlık ister İslamcılık densin. Bu çabalarla amaçlanan dünyada, bölgemizde ve ülkede yaşanan her türlü zulüm, zorbalık ve şirk dayatmasına karşı çıkmak; vahyî bilince sahip tanıklarla toplumsal dönüşümde bir tebliğ ve mücadele modeli olacak bütünsel İslami bir hareket ve zinde bir ümmet nüvesi olabilmektir. Yani ıslah temelli bir İslami mücadelenin öncelikli stratejisi Kur’an toplumunun gemisini inşa edebilmektir. Bu doğrultuda öteki konumundaki muhataplarımızla zaman ve mekân şartlarına göre ittifaklarımız da olabilir düşmanlıklarımız da. Hiçbir zaman da “ittifak” anlayışı, nass temelli kimliksel bir bütünleşme sağlamadan “velayet” ilişkisi olarak anlamlandırılmamalıdır.
Örneğin 1 Mart Tezkeresinde ortak düşmana karşı Iraklı kardeşlerimizi savunabilmek için “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” içinde yer almamız nasıl ki komünistlerle, sosyalistlerle, anarşistlerle velayet ilişkisi içine girdik anlamına gelmediyse; bugün de Suriyeli kardeşlerimizin hakları için AK Parti’nin sergilediği insan ve değer merkezli olumlu açılımlarla paralelleşmemiz bütünleşme değil, ortak konumuzla ilgili ittifak trendi olarak değerlendirilebilir. Ama Suriye devrimi sonrası Müslümanların çözüm anlayışı ile AK Parti’ninki bir olmayabilir. Ayrıca bugünkü katil Esed rejimine karşı paralelleşmemiz de kimliksel bir bütünleşme veya velayet ilişkisi anlamına gelmemektedir.
AK Parti’nin kapitalist yolda ve ilişkiler ağında muasır medeniyet seviyesini hedeflemesi gibi vahiy ve fıtratla çelişen eğilimini ve bu çizginin teorik savunusunu onaylamamız mümkün değildir. Türk ulusçuluğu karşısında Türkiye ulusçuluğu tutumunu daha imkânlı görmekle beraber, kimliksel olarak tüm ulusçuluk türlerine karşı olduğumuzu da ortaya koyarız. Ancak AK Parti Hükümetinin Kemalist vesayeti geriletmesine, işkenceyi kaldırmasına, Kürt kimliğini tanıma sürecine; OHAL’ı kaldırmasına; başörtüsüne, düşünce ve inanç özgürlüğüne kapı açmasına; gençliğin çürütülmesi sürecine karşı imam hatip okullarının açılması ve çoğaltılmasına tabii ki İslami ölçülülük içinde destek veririz. Ancak bu olumlu süreçleri desteklememiz, AK Parti ideolojisiyle bütünleştiğimizi göstermez; aksine hakkımız olanı istemek yanında adaletli tavrı da takdir etmemiz anlamına gelir.
“AK Parti’nin olumlu yanını ve olumlu icraat süreçlerini desteklemek yerine tümden muhalefet eden İslamcı bir söylem içinde olmak, bizi daha mı güçlü kılardı?” diye düşünenler de olabilir. Bu eğilim Müntehine Suresinde belirtilen konuma da (8. ve 9. ayetler) ötekini değerlendirirken Rum Suresi’nin girişinde verilen kıstasa da aykırıdır. Muhataplarımız ister özel ister tüzel kişiler olsunlar; düşmanımız dahi olsa onlara adaletle hükmetmekle memur olduğumuzu unutmamalıyız.
Bizim için Ortadoğu İntifadası içinde sünnetullaha daha yakın olan bir İslami strateji ön plana çıkıyor. O da imkânları çarçur etmeden, şehitlerin hatırasını çaldırmadan iktidar veya baskı gücü olma imkânımızı, ümmeti ıslah etmek ve güçlendirmek açısından araçsallaştıran bir eğilimdir. Merhaleci bir tutarlılık veya merhaleci bir inkılâbilik… Asıl olan iktidar değil, iktidarı da sağlayacak olan ümmet yapısını vahyî ölçülerle yeniden tahkim etmek…
Merhaleci bir inkılâp yaklaşımı bizleri yöntem/strateji çözümlemelerinin içtihadi ama dayandığı ilkelerin ilahi veya nebevi olduğu bilincine ulaştırmalıdır. Son üç asırdan beri Batı tarafından kuşatıldığımız, hatta yönetimlerin Batı’nın himayesine muhtaç hale geldiği gerçeğini görerek, bu gerçeklik içinde iyice dağılmış olan ümmet bakiyemizi diriltmeye mecburuz. Ümmeti diriltecek yolun darbeci/militan bir açılımla değil; sünnetullahla uyum içinde direnişçi ama merhaleci bir açılımla mümkün olacağı artık daha fazla görülmekte ve işlenmektedir.
İbn Haldun’un “Mağluplar galipleri taklit eder.” deyişi tabii ki her zaman geçerli değildir. Ama 18. ve 19. Yüzyılda II. Mahmut’la Kostantiniyye’de, Mehmet Ali Paşa ile de Kahire’de galip Avrupa karşısında yaşanan bu analoji İslam dünyasının içine düştüğü ufuksuzluktan kaynaklanıyordu. Zaten hilafetin bir tarz-ı siyaset olarak son dönemlerdeki kullanımı dışında Osmanlı’da tüzel kişiliğe ulaşmış bir varlığı yoktu. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması gibi resmi bir metinde ilk defa kullanılan hilafet kavramı, Papalık gibi bir ruhaniyet bağını ifade ediyordu. 1839 Tanzimat Fermanı ise Kur’an’a ve Sünnet’e yapılan tüm atıflara rağmen laikliğin nizami olarak ilk başlangıcıydı. Sonra 1923’te Lozan’da tüm şer’i kanunların -başta Mecelle’nin- Avrupalı kanunlarla değiştirilmesi maddesini içeren ve bunun için beş sene müddetle Avrupalıların vesayetini kabul eden Lozan Antlaşmasının eklerinden “İdare-i Adliyeye Dair Beyanname” imzalanıp kabul edildi. Ve Türkiye’de fiilî Batılılaşmayı başlatan Lozan sürecinden sonra ümmetin geri kalan tüm diri unsurları katliamlarla, sürgünlerle, idamlarla öldürüldü, sindirildi ve ezildi. Türkiye’nin 1952’de NATO ülkesi olması ise Yunanistan’la birlikte ABD ve Avrupa ülkelerine yalvarması ve SSCB karşısında “Beni alın ve koruyun!” demesi üzerine gerçekleşmişti.
Türkiye’de olsun ve özellikle Ortadoğu İntifadasında olsun farklılaşan dünya şartları içinde artık halk/çevre daha fazla insani ve İslami değerlerine sahip çıkıyor, işbirlikçi vesayet sistemlerine karşı adalet ve özgürlük şiarı yükseliyor. Bu ülkelerdeki reformlar ve devrimler de bu şiar doğrultusunda gerçekleşiyor. Gerek kıyamlar sonucunda gerek referandum ve seçimlerle vesayet sistemleri kaybetme trendinde. Yerel ve küresel istikbarın demokrasi hileleri tersine tepiyor ve bu mekanizma, kimliğini açıkça ortaya koyan Müslümanlar için ödünç bir tarzda da olsa araçlaştırılıyor.
Diktatörlük rejimlerine karşı gerçekleştirilen intifadaların bileşenleri arasındaki en önemli güç Müslümanlardır. Müslümanlar bu süreçte darbeci/militan bir müstağnilik anlayışının zaaflarını aşmış gibi görünüyor. İslami uyanış dalgasının tayin edici güçleri ilkeli ve merhaleci bir dönüşüm sürecinin inkılâbi çizgisine sahip çıkma basireti içindeler. Sünnetullahı gözeten bu basiretli tutum inisiyatif sahibi olduğu müddetçe, gelecek için önemli kazanımlar da söz konusu olacaktır.
İslamcılık Tartışmaları Ne İşe Yaramalı?
Anın fıkhı ve gelecek tasavvuru adalet ve özgürlük arayışı içinde olan tüm halkların kayıtsız kalmayacağı temel bir konudur. Güncel yol haritası ve gelecek tasavvuru açısından tüm İslami hareketler ve Müslüman halklar için öncelik sırasına göre şu beş husus önemlidir:
1-Öncelikle Müslümanca var kalabilmek için yerel ve küresel istikbarın fiilî saldırılarına veya kültürel alandan ekonomik ve siyaset alanına kadar aşıladığı müfsit yaşam biçimine karşı nasıl direnilecektir?
2-İslami direniş hareketleri ve mensupları karşılaştığımız sorunları anlamak ve aşmak için kevni; kimliğimizin inşası ve niteliklerimizin gelişimi için vahyî ayetleri hayatın ve mücadelenin içinde nasıl bir keyfiyetle kavrayacak ve bu doğrultuda güzel bir tanıklık ortaya koyacaklardır?
3-Müslümanları mezhebî farklılıklarıyla ve zimmîleri de vahyî ilkeler çerçevesinde istişare süreçlerine katabileceğimiz nasıl bir İslami yönetim şekli veya şekilleri üretilebilecektir?
4-Batısı ve Doğusu ile kapitalist sistemden koptuğunuzda, bu ekonomik ilişki ağının yerine nasıl bir üretim ve tüketim modeli ortaya koyulacaktır?
5-İdari ve ekonomik tüm proje ve kazanımlarımızdan sonra dünyaya nasıl bir medeniyet yelpazesi açılacaktır?
Bugünkü pratiğimiz ve gelecek tasavvurumuz için bu temel konuların ele alındığı çaba ve tanıklıklar ortaya konulmalıdır. Bu konularda çözümleyici olamayan, tanıklık üretemeyen İslamcılık tartışmalarının tevhidî mücadele çizgimiz açısından bulacağı ciddi bir karşılık söz konusu olamaz. Çünkü tartışılan konu bilgi tutarlılığı kadar eylem ve tanıklık tutarlılığını da gerekli kılmaktadır.
Eğer İslamcılık tartışmaları bizi bu temel çaba ve tanıklık sorumluluklarından uzaklaştırıp sistem içi iktidar arayışlarına kilitliyorsa, yapılan tartışmalar suyumuzun akışını bozuyor veya bulandırıyor demektir. Akan suyumuzun duruluğu için o zaman dönüp Hz. Muhammed’in tebliğ ve mücadele örnekliğini ve tüm peygamberlerin Siret-i Rasul’e ve bugünkü pratiğimize ışık tutan kıssalarını birer kez daha okumamız ve tahkik etmemiz gerekecektir.