Türkiye'de son dönemlerde özellikle Batılı yazarların kaleme aldığı "gelenek" ile ilgili birçok kitap yayınlandı. Bu kitaplarla müslüman kamuoyuna sanki tarihten devralınan bütün mirasın sorgulanmaksızın kabul edilmesi telkin edilmekteydi. Tevhidi bilinci yakalama yaşı daha çok genç olan İslami hareket bağlıları, zaafiyet nedenlerimizi de içinde barındıran bu yaklaşımlar ile, yeni bir zihinsel ve davranışsal atalet içine mi çekilmek istenmekteydi diye insan sormaktan kendini alamıyor.
Entellektüel-geleneksel kesimin bu yayın atağı karşısında konuyu Kur'ani bir bakış açısıyla incelemeyi kendine görev addeden Zübeyir Yetik'in Fikir Yayınları arasından bir kitabı çıktı: İnsanın Yüceliği ve Guenoniyen Batinilik. Bu yazımızda Yetik'in bu kitabını kısaca tanıtmaya çalışacağız.
Giriş bölümünde insanı ele aldığını bildiren yazar, daha çok onun "iman ediş" noktasında geçirdiği serüvenini anlatacağını belirtir. Bu noktadan hareketle "iman ediş" insanı ve toplumun birbirinden farklı kılan özellikler taşıdığını ve bu özelliklerin de iki grupta inceleneceğini söyler. Bunlardan birisi insanın yüceliğini diğeri ise insanın yücelişini amaçlayan bir konumdadır.
İnsanın yüceliğini kabul edenler, onun irade, kişilik ve sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu, Allah'ın elçileri vasıtasıyla gönderdiği ilahi mesajın muhatabı kabul edildiğini savunurlar. Kısacası sorumlu ve iradesiyle fıtri yapısının gereğine uyan insan... İnsanın yücelişi ve yükselmesi düşüncesiyle hareket edenler ise, onun dünyaya gelişini ilahi ruhtan kopmuş ve yeryüzünde alçalmış bir vaziyette olduğu zannıyla gaybi bir takım felsefi söylemler içerisindedirler.
Birisinde kişilik sahibi insan, diğerinde ise mahkum ve hiç bir iradi gücü olmayan insan.
"İnsanın yüceliği" ve "insanın yücelişi" inancı iki dini anlayışın bir yansımasıdır. Bunlar iki ayrı din gibi birbirinden ayrılırlar.
Tağuti güçlerin önderliğinde seçkin sayılan bir grup insanın haricinde diğer ezici çoğunluğun hiç bir hak ve hukuku yoktur.
Toplumları haksızlık ve zulüm boyunduruğu altında inleten zalim güçler, "yücelik amaçlı iletilmiş dinlerin" yerine, yüceliş bağlamlı türetilmiş dinleri gündemde tutarak toplumları ilahi vahiyden uzak beşeri düşünce kaynaklı rehberleri ve onların kitaplarını kutsal kabul ettirerek hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dine karşı din politikası her devirde tağuti güçlerin, toplumları aldatma ve sömürme emellerinin bir uygulaması olmuştur. İlahi, yani vahye dayalı din yerine beşeri kişi ve kurumların türettiği geleneksel din...
Kendisini çağdaşlık, modernlik ve batılılaşma adı altında meşru göstermek ve toplumların geleceğine hakim olmak isteyen güçler, kendilerine karşı duran ve hakimiyetlerine kafa tutan toplumlara geleneksel din anlayışını tavsiye etmektedirler.
Geleneksel düşüncede var olan (bu kitapta yüceliş bağlamında) insanın cennetten çıkarılmasını aşağılara indirilme olarak anlama "en güzel ve üstün yaratılışın" daha ruhlar alemindeyken yitirildiği ve ilk cennetten yeryüzüne indirilmenin böyle bir kaybı getirdiği düşüncesinin İslami bir dayanağı yoktur (s. 19). Aslında üstün olma insanın fıtratının bir özelliğidir. Allah'ın elçisinin getirdiği vahye kulak vermeyenler bu yanlarını yitirirler. "İman edip salih amelde bulunanlar, sabrı ve hakkı tavsiye edenler" üstün insanlardır.
Cennetteki hayatın kurallarına tam olarak uyamayan/uymayan insan, yeryüzündeki ortamla da tam olarak uyuma girmez. "Yeryüzünü ıslaha yönelik bir yaşam kurması gerekirken, birden, ilk cennette kabaran damarları burada da işlevlenir: Aynı güdülü, aynı amaçlı, aynı yöntemli bir tutum sergileyerek "kalıcılaşma", "egemenleşme" ve "melekleşme" yolunda ve uğrunda "yüceliş" tutkusuna kapılıp ifsad/bozgunculuk içine giriverir." (s. 36).
Birinci bölümde insanın özellikleri anlatılmaktadır. İnsanın bedeni, rahmani, şeytani ve insanlık gibi özellikleri on "kalıcılardan olma", "sarsılmaz bir egemenlik", "kan dökücü ve bozguncu", "melekleşme" gibi karakterleri kazandırmaktadır. İnsan bu dört özelliğin bir savaş alanıdır. İnsanın tek düze bir varlık olmadığını görüyoruz. O hem kendisiyle ve çevresiyle, hem de yaratıcısıyla çok boyutlu ilişki içerisindedir.
İnsanlardan bir grubu insanın yüceliği yolunda önderleri izlerken, diğer bir grubu da insanın yücelişi yolundaki önderleri rehber edinmişlerdir. Bu yolun birincisine peygamberler yolu diyoruz. İkinci yol ise, "peygamberlerin ruhaniyetlerinden feyz alma veya istifade etme" şeklinde belirtilerek dini rehberlere değişik anlam yüklemektedir. Bu rehberler sadece peygamberler değildir. Kendilerine göre üstün tutulan bu kişiler (daha doğrusu veliler) "alemin sırlarına vakıf" "gaybın bilgisinde yüce Allah ile doğrudan iletişim kurabilen", "insanları tanrıyla vuslata kavuşturan" "Allah'ın yeryüzündeki vekilleri ve gölgeleri", "mana aleminin sultanları"dırlar. Bunların bir silsile ile peygamberlere bağlanması da ihmal edilmez.
Kısaca burada ortaya iki ayrı din çıkmaktadır. Birisi peygamberler aracılığıyla insana gönderilmiş bulunan ve insanın yüceliğini hedef alan iletilmiş din, öbürü ise insanlar eliyle üretilen ve iletilmiş dinleri başkalaşıma uğratan ve insanın yücelişini amaçlayan türetilmiş dindir. Yani indirilen dinle uydurulan dinin savaşı.
İkinci bölümde sözü geçen iki din türü üzerinde durulur. Türetilmiş ve iletilmiş dine göre insan anlayışı "üstün bir yaratılışla yaratıldıktan sonra en aşağılara indirilmiş bulunduğu gerçeğinde" birleşir. Ayrılan tarafı iletilmiş dinde inanan ve salih amel işleyen kimselerin bu aşağı yuvarlanıştan istisna tutulurken, türetilmiş dinde herkesin aşağı yuvarlanmışlığı onaylanmakta ve bu aşağılıktan yücelme yoluyla kurtulunabileceği önerilmektedir.
İletilmiş (teist) dinlerde, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'da Allah anlayışı, kişilik sahibi, kendinden var olan, yaratılan varlıklara benzemeyen, onlarla özdeşleşemeyen bir varlıktır. Bu varlığı biz peygamberlerin getirdiği ilahi kitaplarla tanımaya çalışırız.
Türetilmiş (panteist) dinlerde, Taoizm, Budizm ve Hinduizm'deki Allah, belirli bir kişilik sahibi olmayan, evrenle ve evrendeki düzenle, sözgelimi insanla özdeşleştirilebilen, birleştirilen, bütünleştirilen bir kutsal gerçeklik sayılmaktadır. Bu kutsal, evrendeki kozmik düzenlemenin bir parçası olduğundan algılanabilir, bilinip tanınabilir ve onunla bütünleşilebilir. Burada insan ve varlıklar Allah'ın parçasıdırlar. Ondan sudur (çıkış) etmiştir. Mutlak varlıktan salıverilme, saçılma yansımadır. Ve yine O'na dönecek O'nunla bütünleşerek O'nda yok olacaktır. Varlıklar gerçekte olmayan birer görüntü durumunda sayılırlar. İslam'da peygamber haber veren çağrıda bulunan olmasına karşın hidayetin Allah'tan olduğunu vaaz eden ama panteizmde (tasavvufta) ise yalnız öğreten değil, hidayet veren, kalplere hakim olan, mutlak kurtuluşa götüren yetki sahibi bir varlıktır. Yine İslam'da bütün varlıkların Allah'ın kendisinden bir parça olmadığını, yoktan yaratıldığını biliyoruz. Nitekim Hıristiyanlık'ta Allah'ı birleme (tevhid) inancı yavaş yavaş panteizmden etkilenerek bozulacaktır. Buna kitaptan şu örneği gösterebiliriz: "...Hazreti İbrahim'in getirmiş bulunduğu dinin, üyelerinden bir bölümü zaman içinde Hz. İbrahim'i yakmamış olan ateşi kutsamaya başlamış ve bundan -giderek- Mecusilik adlı din ortaya çıkmıştır. Denilir ki Buda, bir hak din getirmiş, ancak izleyicilerinden bir bölümü gözle görülmez, elle tutulmaz bir tanrıyı bir türlü kavrayamadıklarından ötürü; zaman içinde ortaya tanrısız bir din çıkmış ve giderek de Buda'nın tanrılaştırılması cihetine gidilmiştir." (s. 81).
Burada gelenek diye bilinen ve bütün dinlerden daha üstün tutulan Rene Guenon'un deyimiyle "nefsin yüce ilke ile birleşmesini, bütünleşmesini" ön plana alan bir din anlayışı ortaya çıkıyor. Guenon buna örnek olarak Hint maneviyatını gösteriyor.
Gelenek bazen dinsel bir şekil alırken bazen de yerine göre dinsel kurallara aldırış etmemektedir. Bu durum geleneğin dinleri doğru bulmasından değil de zorunlu bir mecburiyetten ileri gelmektedir,
Burada kitabın yazılmasının asıl sebebi çağımızda "batinilik"in bayraktarlığını yapan, "panteist" inançlara çağın bunalımlarını fırsat bilerek gençlik aşısı yapıp, kendince yepyeni bir çıkışın önderliğine soyunan Rene Guenon imzalı bir itirafı Mahmut Kanık'ın Türkçe'ye çevirdiği 1986 İstanbul basımlı "Modern Dünyanın Bunalımı" adlı eserin tenkidinin yapılmasıdır.
Üçüncü bölümde İslam'ın yayılışından sonraki bozulma dönemi anlatılır. İnsanlığın ortak mirası, düşünceler ve inançlar İslam'a girmeye başlarlar. İslami kavramların muhtevaları, İslam öncesi ve yayılan yerlerdeki kültürlerin etkisiyle Kur'an dışı anlamlarla doldurulur. Veli, zühd, takva, kerim gibi kelimeler buna örnek verilebilir. Emevi ve Abbasi saltanatlarının baskıları, bu dünyayı terk etme düşüncesindeki müslümanların tepkisel ve münzevi bir hayatı tercih etmelerine sebep olur. Saltanata karşı devrimci bir tavır koyanların yanında, (Harici ve Şia gibi) tamamen pasif bir direnişle zulme rıza gösterme anlayışı sufilik geleneğini oluşturur ve gerçek din anlayışının karşısında gelişmeye başlar.
Dördüncü bölümde müslümanların bozulmasına sebep olarak iki önemli olayın incelenmesi yapılıyor. "Ne sufiler zühd düzleminde, ne de insanlığın ortak mirası düşünce ve inançlar felsefe çerçevesinde bırakılmıştır. Bu iki ayrı yöntem elele tutuşturulup, müslüman kimliklerin değişmesini gerçekleştirici bir işgal gücü olarak işlevlendirilmişlerdir." (s. 128)
Gerçek İslam, başkalaşıma uğramış bu yeni tür İslam(!) eliyle tasfiyeye uğratılmıştır. Hatta vahyi savunmak isteyenler bile bu geleneksel anlayıştan vize almak gereğini duymuşlardır.
Bu bölümde tasavvuf düşüncesinin İslam'ı nasıl bir başkalaşıma uğrattığı anlatılır. Tasavvufun belli bir tarifinin olmadığını, herkese göre değişik amaçlarla farklı anlaşılan bir olay, olgu ve süreç olduğunun değişik örneklerle anlatıldığını görüyoruz.
Tasavvufun doğuşunu kendi arasında ikiye ayıran yazar birinci kısımdakileri; Zünnun Mısri, Beyazidi Bistami, Hallaç, Muhiddin Arabi, Molla Cami, Celalettini Rumi gibilerinin İslam'daki ölçüye kuralları Yunan, Mısır, Hind, İskenderiye ekollerinden etkilenen felseficiler gibi İslam'ı başkalaştıran ve İslam kültürünü tahrif edenler olarak niteler.
İkinci gruptakiler, İslam'ın sufilerden aldığı darbeleri tamir etmeye çalışmışlarsa da, burada tamir edilen İslam değil, tasavvuf olmuştur. Muhasibi, Cüneyd, Kuşeyri, Gazali, Ahmed Serhendi gibiler bu gruptakilerdir. Bunlar tasavvuftaki aşırı sivrilikleri, halka şirin ve doğruymuş gibi göstermek için kimi zaman tevil, kimi zaman törpüleme yoluyla İslam'ı başkalaştırma devresinden İslam'da başkalaştırmaya geçmişlerdir. Burada yapılan tasavvufa Kur'an ve hadisten, sahabe hayatından deliller getirmeye çalışmaktır. Bu deliller Kur'an ve sünnetle çatıştığında tasavvufu doğrulatma adına ayet ve hadislerin yanlış tevillerle malzeme olarak kullanıldığını görüyoruz.
Beşinci bölümde yüceliş ilkeleri üzerinde durulur. Birinci ilke insanda var olduğunu kabul ettiği tanrısal özü geliştirerek, tanrısallığı yakalayabilmesidir. Burada sudur nazariyesi devreye giriyor. Her şey güya mutlak varlıktan çıkıyor, dağılıyor, saçılıyor. Mutlak Vücud (yani Allah) kendine görünmek ve kendini görmek üzere tecelli ediyor. Yunus'un deyimiyle "ete kemiğe bürünerek Yunus diye görünüyor". Ayrıca yaratılanın yaratandan dolayı hoş görülmesi olayı da bu düşüncenin bir yansımasıdır.
Yüceliş öğretilerinin esas dayanağı olan ruh kavramı üzerinde detaylı bilgiler veriliyor. Ruh hakkında yapılan spekülasyonların, kavramın Kur'an dışı bir değerlendirme yapılarak ele almanın neticesinde ortaya çıktığı üzerinde duruluyor. İnsanın ölmesini, ruhun asıl parçaya dönmesi şeklinde açıklayan batini bir inanış felsefesini burada yazar gözönüne seriyor. Böylece insanı Allah'ın parçası sayan ve insan konumundan Allah konumuna çıkaran bir süreci izleyen seyir ortaya çıkıyor. Fenafillah ve ardından bekabillah, önce Allah da yok olma ve sonra onunla birlikte olma. Yani vahdet-i vücut, panteizm.
Bu durumda ya evrenin Allah ile benzeşmesi bütünleşmesi ya da Allah'sız bir evren anlayışı ortaya çıkıyor. Birisi panteizm. İkincisi materyalizm. Bunlardan ilki Adem peygamberin melekleşmek amacını gütmesi yoluyla ebedi, kalıcı olmak isteği veya egemen olmak düşüncesiyle cennetteki yasak meyveden yemesi ki her ikisi de cenneti yitirmesine sebep oluyor. Yazar bu durumun neticesini şöyle açıklıyor: İlki insanlara haklarından vazgeçmeyi, insanlığını terk etmeyi, öğütleyerek meydanı ceberrutlara bırakırken, peşkeş çekerken, ikincisi yeni yeni ceberrutlar üretmektedir (s. 223).
Evrenin tevhidi görüşünün eski Mısır'da ortaya çıktığı oradan dünyanın diğer yerlerine yayıldığını öğreniyoruz. Mısır'a da Babil'den gelmiş.
Resullerin getirdikleri açık ve seçiktir.
İnsanların canı, dini, malı, aklı ve nesli vardır. Bunlar muhteremdir ve koruma altındadır. Peygamberlerin bu öğretilerinin tersine tağutlar insanların muhterem olan bu varlıklarını bozarlar. İnsanları köleleştirip felsefe, bilim, din, mistisizm, çıkar, korku gibi silahlarla onları sustururlar.
Türetilmiş dinlerde tevhid anlayışı tanrı, evren ve insanın bütünlüğüne dayanır. Bu üçü eninde sonunda özdeş bir hale gelir. Burada yaratma yoktur. Tanrı, evren ve insan bir bütünün parçalarıdır. Bu parçalar mahiyette bütünleşecektir görüşü savunulur.
Gerçek dinde ise Allah, insan yeryüzü ve ahiret vardır. Bu kavramlar birbirleriyle ilgili olmakla birlikte tamamen farklıdırlar. Bütünleşmezler. Burada Allah yaratıcı, insan, yeryüzü ve ahiret yaratılandır. İnsan Allah'ın bir kuludur. Yeryüzünün halifesidir. Sınav vermek için vardır. İslam'da -haşa- Allah'la bütünleşme, benzeşme, Allah gibi olma yoktur. İnsan irade sahibidir. Kendi tercihi ile Allah'a kulluk yapacaktır. Allah'ın ete kemiğe bürünmüş şekli veya ene'l-hak saçmalığına düşecek bir bilinçsizlik yoktur onun fıtratında.
Resullerin getirdiği yol apaçıktır. Gizlilik, sırrilik yoktur. Erişilmezlik yoktur. Burada ortaya iki ayrı dinin çıktığını görüyoruz.
Kitabın altıncı bölümü "Bir Yüceliş Öğretisi Olarak Guenoniyen Batinilik" üzerine yazılmış. Önce Rene Guenon'un hayat hikayesi ve eserleri üzerinde duruluyor.
Guenon Batı'nın bütün olarak dışlanması karşısında çıkış yolu olarak "Doğu maneviyatçılığı" alternatifini sunuyor. Guenon 1886 yılında Fransa'da doğmuş, 1951 yılında Mısır'da ölmüştür. Öğrenciliği felsefe, matematik ve yeni ruhçu akımlar üzerinde çalışmalarıyla geçer. 1908 yılında spritüalist masonik kongresinde bulunur. Gnostik (Hıristiyan tasavvufu) Kilisesi'nin piskoposu olur. Bu arada batini öğretilerle içiçedir (Din, metafizik ve gizli bilimler üzerine çalışır). Kilise adına bir de dergi çıkarır. 1912 yılında İsveçli ressam John Gustaf Agueli vasıtasıyla Şeyh Abdurrahman Aliş el-Kebir'den etkilenerek müslüman olur. 1925 yılına kadar Cezayir ve Paris'te felsefe öğretmenliği yapar, 1925-1927 yılları arasında evlerde müslüman, hıristiyan, yahudi, hindu gibi çeşitli dinlerden gençlerle sohbetler yapar. 1948'de Mısır vatandaşlığına geçer. Adını Şeyh Abdulvahid Yahya olarak değiştirir, 1951'de ölür.
Daha sonra Guenon'un eserleri ve onlardan seçme bölümlere geçilir. İşin ilginç yanı yazılan bu eserlerin isimlerinde İslam ismi hiç geçmemektedir. Hint Öğretilerine Giriş, Ruhçuluğun Hatası, Doğu ve Batı, Vehata'ya Göre İnsan ve Oluşumu, Dante'nin Batıniliği, Doğu Metafiziği, Modern Dünyanın Bunalımı, Aziz Bernard, Manevi Otorite ve Maddi İktidar, Haçın Simgeselliği ve diğerleri olmak üzere 187 tane eseri vardır.
Guenon'un eserlerinde gelenek; din, metafizik, batınilik ve Hinduizm karışımı olarak incelenir. Hareket noktası Hind'dir, Hinduizm'dir. 'Doğu ve Batı' kitabında doğu geleneği derken de Batı'nın karşısına İslam değil, ne olduğu netleşmemiş Hinduluk yönü fazla olan bir gelenek dinini çıkarır.
Zübeyir Yetik, Guenon'un "Modern Dünyanın Bunalımı" adlı kitabını incelediği bolümde, eserde Hindu öğretisinin ilke ve inançlarının yanında, Mısır, Yunan, İran, Çin, Atlantis, Kelt gibi geleneklerden de bol bol söz edildiği halde İslam'dan hiç bahsedilmediğini söyler. Guenon Batı'nın geri kalmışlığın batıni bilgi dediği gelenekten kopmasıyla başladığını belirtir.
Guenon, masonluk üzerine yazdığı bir kitapta o devrin (1913-1914) masonlarını beğenmez. Onların masonik ilkelere yeterince sadık kalmadıklarını söyleyerek eleştirir. Masonluğun aslının da batıni ilkelere sahip bir örgüt olarak kurulduğunu ama bugün politik faaliyetlere daldığını belirtir (Bkz,: Mustafa Tahralı'nın Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin Guenon'la ilgili yazısı, 1. Cilt, s. 279-282). Guenon'a göre masonluk mükemmel bir batini yoldur, ama bugünkü masonlar bu görevi siyasi olarak üstlenmişlerdir. Burada da görüldüğü gibi Guenon masonluğa aslında sahip çıkmaktadır. Guenon'un bir taraftan müslüman olduğunu söylerken diğer taraftan onun asıl dini olan batınilikten vazgeçmediğini bunu her fırsatta eserlerinde vurguladığını görüyoruz. O İslam'a değil, geleneğe ve İslam elbisesi giydirmeye çalıştığı İslam tasavvufu dediği Hinduizme çağırmaktadır.
Son bölümde Zübeyir Yetik, Rene Guenon'un görüşlerini ele alıp, eleştirmektedir. Yetik, Rene Guenon'un görüşlerini şöyle özetler: "İnsanlık bozuluşun en uç noktasındadır. Batı uygarlığı bu çöküş ve tükenişi simgelemekte, yaşamaktadır. Çözüm, Doğu'nun bilgeliğini, öğretilerini kavramakla bulunabilir. Buysa her kişinin değil er kişinin kandır ve dolayısıyla da bunu sezinliyebilen seçkin bir topluluk geleneksel öğretiler doğrultusundaki bir eğitim sürecini yaşayarak hem kendilerini kurtaracak, hem de -ola ki- insanlığa ışık tutup kurtuluş yolunu göstereceklerdir. "Gelenek" ise bütün zamanlarda ve mekanlarda varlığını sürdürmüş olan, bazen de dinsel görünümler içinde yer alan "batıni" İnanışlardır. Çerçeve bu... Ötesi ise Hindu ağırlıklı olarak Çin, Mısır, İran, Kelt, Hıristiyan, Yahudi ve İslam "gelenekleri"nin bu ad altındaki Batıni ekollerin söylemlerinden derlenip yeniden düzene sokulmuş bir "bilgi" yığını..." (s. 255).
Yine Yetik, "...bu kitabın amacı doğrultusunda (Guenon'un düşüncelerinin) bunların İslam'la ilişkisiz ve doğrudan doğruya Batıni bir inancın anlatılması şeklinde olduğunu vurgulayarak örnekler verir. Türkçe'ye çevrilen kitaplardan çeşitli pasajlar alarak bunların İslam'la çeliştiğini, ilgisi olmadığını, saptırıldığını uzun uzun örneklerle gösterir. Bu yazının sınırları içerisinde kalarak diğer örnekleri alamıyoruz. Çok kısa olarak bahsetmemiz gerekirse Yeryüzü Yayınları arasından çıkan "Doğu ve Batı" adlı kitabında yazar, Orta Çağ Batı medeniyetini geleneksele örnek olarak ele alır ve onu İslam medeniyetiyle özdeşleştirir. Batının yıkılışının bu orta çağ medeniyetinden yani geleneğinden ayrılması sebebiyle olduğunu belirtir. Ayrıca Batı ile Doğuyu dinin değil de ananevi geleneğin ve metafizik düşüncelerin uzlaştırabileceği tezini savunur. "Doğu ve Batı" kitabından aynen aktarımla "Demek ki söz konusu olan Batı'ya kendi zihniyetine uymayan bir Doğu ananesini empoze etmek değil, Doğu'nun yardımıyla Batılı bir ananeyi ihya etmektir." (s. 199). Hedefin neseri olduğu burada açıkça görülmektedir. Gene "Doğu ve Batı" kitabından "Gerçekten de esas hareket noktası olarak Çin'i değil de neden Hindi aldığımız veya Doğu'ya en yakın olana yani İslam doktrinin batini tarafına dayanmayı neden daha yararlı görmediğimiz merak edilebilir. Hindu doktrinlerinin ifade biçimleri de, Batı düşüncesinin alışık olduklarından son derece faklı olmakla beraber, nisbeten daha özümlenebilirdirler ve uyarlanmaya daha çok müsaittirler... İşte bu nedenledir ki İslam batıniliği üzerine özellikle dayamanın uygun olmadığını sanıyoruz." (s. 200-202).
Aynı konuda Fikir ve Sanatta Hareket 1980/20-2 sayısında İsmail Kara'nın "Rene Guenon'un Eserleri ve Fikirleri Üzerine Mustafa Tahralı ile Bir Konuşma"sında Tahralı şöyle diyor; "Guenon eserlerinde daha çok Hind tasavvufunun ıstılahlarını kullanmıştır. Bunu bilerek yapmıştır. Çünkü 'tevhid birdir'. Şu halde insanlara bunu anladıkları ve daha iyi anlayabilecekleri bir dille ve akılları miktarınca söylemek gerekmektedir. Hindu terimleriyle hakikati anlatmak Batı'nın o günkü şartları içinde İslami terimlerle anlatmaktan daha faydalı ve verimli olacaktı. Zira Hıristiyan Avrupa ile İslam alemi asırlardan beri daimi bir kavga içinde idi. ... sonra İngiltere ve Fransa'da Hinduizm hakkında bir hayli çalışma ve efkar-ı umumiye vardır."
Tahralı hayret edilecek bir şekilde çekinmeden devam ederek "Ayrıca madem ki 'dinlerin esası olan tevhid' ve 'değişmeyen tek hakikat' anlatılacaktı; öyleyse İslam gibi en son dinden değil, bilinen ve halen yaşayan en eskilerden başlamak daha münasip olmayacak mıydı? Böylece Guenon 'Hindu Doktrinleri'ni anlatırken yeri geldikçe Taoizm, Eski Mısır Dini, Zerdüştilik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet'e temas edecek (tabii yer kalırsa) bilhassa Batı Yahudiliği ve Hıristiyanlığının unuttuğu veya tahrif edilmiş hakikatlere işaret edecekti."
Bu ifadelerde İslam'ın ne kadar savunulduğu veya hakir görüldüğü ortadadır. Amacın İslam olmadığı, "kadim gelenek" denilen Hinduizm propagandası olduğu gözler önündedir. Allah'ın dinini eksik ve yetersiz görerek anlatmamak, ne idüğü belirsiz, fosilleşmiş kadim dinlerle insanlığı tebliğe çağırmak, hidayete davet etmek hangi İslami anlayışa sığar acaba Ve bunun adına da nasıl İslam diyebiliyoruz?
Ve Guenon devam ediyor: "Her halükarda, Doğu'nun ananevi doktrinleri sayesinde kavradığımız her şeyin bize gösterdiği çizgiden hiç bir zaman sapmayacağız." (s. 217). Ne adına mücadele ettiğini açıkça ilan diyor.
Ayrıca Guenon'un Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri adlı eserinin Mahmut Kanık tarafından yapılan çevirisinde yazarın masonlukla ilgili hayat hikayesinin çevrilmeden atlandığı Yetik tarafından belirtilir (s. 263).
Ayrıca Mahmut Kanık'ın, Risale Yayınlarından çıkan Modern Dünyanın Bunalımı adındaki çevirisinin giriş bölümünde, Kanık hiç çekinmeden aynen şunları söyleyebiliyor: "Rene Guenon temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu... Nefsin yüce ilkeyle birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu." (s. 18).
Sonuç olarak diyebiliriz ki Guenon'un eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor, fakat kendisine göre o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta, hem de her sahih dinden ayrılmaktadır. Yukarıda Mahmut Kanık'ın yaptığı değerlendirmeye aynen katılmakla beraber, böyle bir kişinin İslami bir mücadele endişesi taşıdığı yolundaki propagandaları kabul etmemiz ve kitaplarının benimsenerek basılıp, reklam edilmesini olumlu karşılamamız, inandığımız İslami ilkeler açısından mümkün değildir. Bu şahısların ve yolundakilerin eserlerinin büyük bir reklamla müslümanların gündemlerine sokulması, zihinlerin oldukça teorik kalan ve pratiğimizde hiç bir yeri olmayan havanda su döğen konularla meşgul edilmesi, emperyalizmin dünya müslümanlarına her gün artan zulüm ve sömürüsüne bigane kalmamıza sebep olmakta, en temelde müstekbirlerin ve tağutların işine yaramaktadır. İnananları gerçek görevinden alıkoymaktadır. Bunlar yolumuza koyulan saptırıcı ve ifsat edici engellemelerdir.