Pınar Yayınları tarafından Mayıs 2004'te okuyucuya sunulan M. Önal Mengüşoğlu'nun Vahiy ve Sanat isimli kitabı, 3 bölümden ve 24 başlıktan oluşuyor.
İlk bölümde yazar eserinin ortaya çıkış sürecinde yapmış olduğu çalışmaları ve aldığı tepkileri, ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Yazarın fıtri bir yeti olarak tanımladığı sanata daha çocukluğundan başlayan ilgisi okuma yazma dönemiyle sorgulanma sürecine tabi tutulur. Zengin bir folklorik Harput kültürü içinde geçirdiği çocukluğu yazarın okuma ve yazmaya ilgisini artırmıştır. Sonraki yıllarda şiire ve sanata olan ilgisinin hafiflik olarak algılanacağı endişesi sanatın ne'liğini araştırmaya sevk etmiştir yazarı.
Felsefi anlamda doğrudan sanatı konu edinen pek çok eser olmasına rağmen Müslüman bakış açısına sahip eserlerin kıt ve yüzeysel olmasından yakınan yazarın eseri bu alandaki bir boşluğu doldurmaktan çok ilim sahiplerini, kör ve sağır olmayanları düşündürmeyi hedeflemekte.
"Vahyin sanata bakışını, vahyin sanat tarifini bulabilir miydim? Onu insanlara sunabilir miydim? … Ben sanatın evrensel olup olmadığını, sanatın dini ve ideolojisinin bulunup bulunmayacağını araştırıyordum. Müslümanın bir sanatçı olarak portresinin doğru hatlarını bulmaya ve onları yeniden cisimlendirmeye çalışıyordum."(s. 18-19)
Arapça'da sanae kelimesi bir eylemi, bir işi, bir ameli niteler. Sanatın Türkçe tekabülü ise iş işlemek, güzel işlemek, yaratmak, icat, organize gibi anlamlardır. Bu kökten türeyen kelimelerle çalışıp (ailesi için) iş işlemek, meslek, zanaat, işçilik ve olduğundan daha iyi ve süslü göstermek gibi sözlük anlamları dile getiriliyor. Görülüyor ki sanat kelimesi ile nitelenen alelade bir iş değildir.
Kuran-ı Kerim de sanat kökünden kelimeleri Allah'ın işleri için çok yerde kullanıyor. (Neml 88) Balarılarının, karıncaların, örümceklerin ve ipek böceklerinin işledikleri hayranlık uyandıran sanatkarane işe ve aralarındaki organizasyona dikkat çeken yazar bu hayvancıkların tıpkı yaratılışları gibi, yaptıkları işin de Allah'ın bir işi (sanatı) olduğuna "bizi aciz bırakan irade karınca, ipekböceği ve arının iradesi miydi?" sorusuyla dikkat çekiyor.
Yine Kur'an yaratıklar arasından yalnız insanların işleri için aynı kökten (sanat) türemiş kelimeler kullanmaktadır. Öteki yaratıkların ürünlerini hep edilgen kavramlarla anlatmaktadır. Daha da ilginci, öteki yaratıkların işlerini Kuran-ı Kerim sanat kökünden türemiş bir kelime ile hiç mi hiç anlatmaz. Arılara vahyedildiğini söyleyen Nahl Suresi 68-69. ayetlerle ilgili şunları söylemekte yazar.
"Arı ile birlikte hiç ihmal edilmeden ortaya konulan arı kovanı, petek ve bal nesnelerindeki ayeti, mucizeyi, sanatı bu fevkalade alametleri tefekkür melekemize gönderiyor. Onlardaki hikmeti, ilahi sanatı kavramamız için yol gösteriyor. Kendisine bir kader çizilip petek imarına ve bal üretimine memur kılınan arıya bakarak, hak ve batıl karşısında muhayyer bırakılan insanın Allah nazarındaki önemine vurgu yapılmakta." (s. 29)
İnsana dair şu tespitlerle devam ediyor yazar; Allah'ın yaratıklar içinde yalnız insanın anılmaya değer oluncaya kadar nice safhaların geçtiği vurgusu (İnsan Suresi) acaba beşeri tekebbür ihtimaline bir darbe vurma maksadı mı taşıyor. Sanki insan öteki yaratıklar gibi bir tek "ol" nidasıyla (Bakara 117, Ali-İmran 47) meydana gelmemiş gibidir. Kendine muhatap ve sorumlu kılacağı bu yaratığı diğer yaratılmışlara karşı imtiyazlarla beslemesi boşuna ve anlamsız olamaz. Yine insanın yaratılışıyla ilgili pek çok ayette sevva kökünden türeyen kelimeler kullanılmıştır. Bu fiil işi düzgün olmak, diğerine muadil olmak, birbirine eşit kılmak gibi anlamlara gelir. Sanki bize kaba su, toprak, hava, ateş külçelerinden cismimizin Rab tarafından bir tesviye sonrasında var edilişini hatırlatan bir işlem.
Mutlak irade Allah'a aittir. Ama insan da cüzi bir irade ile donatılmış, muhayyerlikle ödüllenmiştir. İnsandaki sanat kudreti de işte o ilahi ruhtan üflenen soluktan kaynaklanan doğrudan doğruya kendi fiillerini yaratma kabiliyeti ve fiillerinden ötürü sorumlu tutulma keyfiyetidir.
İslam dünyası yaratma kavramını yalnızca Allah'a has diye, insan için niteleyici bir sıfat olarak kullanmaktan çekinmiştir. Oysa Ali-İmran 49, Maide 110. ayetlerinde Haleka kökünden yaratma yapma işi Hz.İsa'ya atfedilmiştir. Allah'ın yoktan var etmesi için ise bedee fiili kullanılmıştır. Haleka varolan bir şeye şekil ve mahiyet vererek yeni bir varlık oluşturma anlamındadır. İşte Allah'ın yoktan var etme kudreti tıpkı irade, ihtiyar, ilim ve sanat yetisi gibi varolan bir şeye şekil ve mahiyet verme yani halk etme anlamında insan sanatında ortaya çıkmaktadır.
Allah bütün beşeri çıplak yaratmıştır. Fıtraten üzerine bir elbise biçme temayülündeki tek mahluk insandır. Beşerin insan haline gelebilmesi öz bilince, özgür iradeye ve yaratıcılığa sahip olmasına bağlıdır. Bu nedenledir ki benliğinin ve şahsiyetinin farkında olan hakikat yolcularının özgün sanat çabaları olabilir.
Yazara göre Ankebut 45.ayetinde Allah işlerimize, sanatımıza bir rota çizmektedir. Bize gelen vahyi insanlara iletme ödevi nasıl, hangi şekilde ve ne tür vasıtalarla yerine getirilecektir. Erdem ve iyiliğe aldırmayan, fıtratı ve ahlakı hiçe sayan bir meşguliyetin -ki en büyük erdem, iyilik ve güzellik Allah'ı zikretmektir- özenilesi bir sanat kimliği taşımasına Müslüman kimliği tahammül edemez. Ancak ortaya konulan şeyin ustalıklı bir sanat işi olduğu gerçeğini teslim etmek gerekir. Örneğin piramitler yada geçmiş kavimlere ait şehir kalıntıları gibi. Harcında binlerce masumun kanı ve teri bulunan bu eserler estetik duygularımızı alabora etse de ustalıklı eserler olduğu aşikardır. Nitekim Kuranda yerilen, kötülenen pek çok sanat işi bulunmaktadır. Din adamlarının sapkın ve vahye aykırı olarak ortaya koydukları tören ve ibadet şekilleri bile sanat türevindeki kelimelerle nitelenmiş, ancak sanatın hiçbir alanı bizatihi yasak veya haram kılınmamıştır. Sanat hizmet ettiği maksada göre değer kazanır ya da değerini yitirir.
Sanatın asıl amacı bilgilendirmek değildir. Daha çok büyüler ve motive eder. Cahiliyye şiirinin Arap toplumundaki rolünü düşünelim. Şairlere atfedilen kutsiyeti, şiir şölenlerini… vs. Çölün bu hırçın ve bedevi çocuklarını teskin eden ve düşman ruhları bir süreliğine de olsa (haram aylar) sakinleştirip güvenliği sağlayan bir büyüdür adeta.
Mümin sanatkar vahyin çizdiği sınırlarla sanatını icra ederken Allah'a karşı ferdi sorumluluğunu ihmal edemez. Onun sanatının amacı insanı şirkten kurtarmak ve arındırmaktır. Zira Kuran nice sanat ürünleri yaratmış toplumların, eserleriyle helak edildiklerini anlatmaktadır. Bu nedenle dünya-perestlik bizim sanatsal yaratışlarımızın merkez motivasyonu asla olamaz, olmamalıdır.
"Sanatın kaynağı metafizik ürpertiler değildir. Sanat duyularımızın harman yeri olan kalbin fizikötesi güzelliklere dönük temayülünde ve kıpırdanışlarında aklın, fikrin ve zikrin desteğiyle doğar. Tefekkür ve tezekkürlerimizin harman yeri olan kalbin fiziki güzelliklere dönük temayülünde ve kıpırdanışlarında aklın kontrolünü inkar etmeyen duyuların faaliyetinden doğar." (sh.124-125)
Sanatçının yeryüzündeki hayatın bitip tükenmeyen yenileşmesi karşısında her an gözleri kamaşır, hayretten hayrete düşer, başkasını da bu hale sürükler.
Yazara göre vahyin bir türü olan ilhama seçkin kimseler değil bütün beşer soyu muhataptır. Öyleyse sanatçılara ayrıcalıklı bir vahiy veya ilham geldiği söylenemez. Durum böyle olsaydı insanın sanatkarlığı da arı ve örümceklerinki gibi doğrudan Allah'a irca olunurdu. Oysa Allah sanatkar insanı, yarattığı eser üzerinde muhayyer ve muktedir kılarak, onun onurunu yüceltmekte ve kurtarmaktadır. Mümin sanatkar Allah'ın velisidir. Ondan aldığı fıtri/Vehbi vahyin değerini iyi bilmektedir. Münkir sanatkar ise şeytanların velisidir. O da şeytanların vahyi ile hareket ederek ilerlemektedir. Sanatkarların ilhamını resullere gelen vahiyle karıştırmak ise çok büyük bir ihanettir. Beşeri sanat keyfi ve sübjektiftir. İlahi hitap ise ilimdir, yakindir ve yücedir, asla birbiriyle kıyas edilemez.
Günümüzde şüphe taşıyan ve tartışmaya açık hipotezler bilim diye anılmaktadır. Bizce ilmin kaynağı olan vahiy her şeyin doğrusunu öğretmektedir. İlmi bilginin kaynağı nasıl vahiy ise sanatın kaynağı da vahiyden beslenmiş olan fıtrattır. İlim kesin ve yanılmaz iken, sanat bilgi değildir, kesin değildir, yanılabilir.
İnsanların sanatın farklı alanlarıyla farklı şekillerde ilgilenmesi tek tipleşmeye karşı bir direnme refleksi olmalıdır. Tek tipleşen insanın sanatkarlığından söz edilemez. Sanat gizeme meraklıdır. Sürekli bir sembolün ardına geçerek sadece özel ilgilisi olan insanları ruh değişimine davet eder. Sanat, fıtrat, ahlak, vahiy, ilim, hikmet, his, adalet, vicdan, tabiat vb. sanatın vahiy literatüründeki anlam kümesinin elemanlarıdır.
Bir sanat eserini kendisini ortaya çıkaran kişinin fikri tasavvurlarından soyutlamak imkansızdır. Fikri tasavvurlarımız ise ideolojimizdir. "Sanatın dini ve ideolojisi olmaz" diye İslam'ı ifade etmeye çalışanlar yanılgıdadırlar. Çünkü ideoloji beşeri fikirlerden oluştuğu halde vahiy dini olan İslam İlahidir. Onu yanılgıları barındırabilen ideoloji ile kıyaslamak mümkün değildir. Sanat eserinin kuru bir söyleve, ucuz bir slogana ve doğrudan nasihate dönüşen dili onun estetik değerini zedeler. Ancak slogandan kaçarken hiçbir şey söylemeden, hiçbir maksat gütmeden yapılan faaliyetler ne derece insani olabilir. Müslüman kişilerin sanatını bir diğer cevheri olan fikirlerinden bağımsız kurmasını istemek başka bir ideolojinin adıdır ve bu bir zulümdür. Sanat bir metottur. Gayesi Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayıp cenneti kazanmak olması gereken bir Müslüman, sanatı ancak bu uğurda icra ederse yerli yerinde bir iş yapmış olur.
Sanatı derleyen tefekkür kaleleri başlığında Cumhuriyetten bu yana çıkarılan edebi dergilere ve hizmet ettikleri amaçlara değiniliyor. Yazar şair olduğundan olsa gerek kitabı boyunca sanatın geniş anlam ve farklı kollarına vurgu yapmasına rağmen bu tarihçede yalnız yazılı sanata dair bilgi vererek bir anlamda okuyucunun bilinçaltını kısıtlıyor.
Yazar; Musa heykelini bitirdikten sonra haydi konuş diyen İtalyan sanat adamı Michelengelo'nun Allah'ın sanatkarlığı karşısında rekabete giren bu müstağni tavrını örnek gösterip heykel ve resmi haram sayarken, Ene'l-Hak diyen Hallac-ı Mansur'u büyük veli kabul eden zihniyetin çelişkisine vurgu yaparak kavramların ve anlamların Kur'an'da bize tarif edildiği gibi algılanması gereğini sürekli hatırlatmakta.
Yazar, Müslüman şairlerin Filistin'de olup bitenler hakkında az şiirlerinin olmasından yakınarak sanatkarların toplumsal olaylara kayıtsız kalmaması gereğine değiniyor. Ve yine yazara göre her kişi yaşadığı sosyo-kültürel ortamdan etkilenerek eserler üretir. Günümüz eserlerinin içinde yaşadığımız gündemden, kültürden ve dil özelliklerinden kopuk olması imkansızdır. Yazılı sanat eserlerinde edebi kriterler olmakla beraber asıl ölçü zamandır. Her sanat eseri üretildiği zamanın duygulanma izlerini üzerinde taşır. Öyleyse günümüz eserlerinde geçmişte üretilen eserlerin tat ve izlerini aramak, bulamayınca da günümüz eserlerini başarısız bulmak vefalı bir tutum olamaz.
Son olarak şiire dair "şiirden size bir bilgiyi, bir haberi doğrudan ulaştırmasını değil, size sezdirmesini umun" diyerek bitiriyor kitabını.
Konunun tamamen Kur'an ayetleriyle değerlendirilmesi, entelektüel sanat çevrelerinin müstağni tutumlarına şahit olduğumuz günümüzde, yazarın müslümanca duyarlılığına şahit kılıyor bizi. Dünya sanat literatüründe isim yapmış sanatkarların konuya ilişkin söylemlerinden geniş örnekler vererek Kur'an ayetleriyle kritiğe tabi tutan yazar sanatın en çok fıtriliğine ve evrenselliğine vurgu yaparken, his dünyalarını keşfe zorluyor okuyucuyu.
Hikaye, öykü, roman ve şiir dalında nitelikli eserleriyle tanıdığımız yazarın modernizmin kirli savaşlarına tanık olduğumuz günümüzde böyle estetik bir konudan yola çıkarak Kuran merkezli bir düşünce eseri ürettiğini görüyoruz. Yazarın, çok geniş bir perspektifle vahyin, modern ve mistik geleneksel kültürün sanat anlayışını sunan ve tüm Müslümanlara gerçek sorumluluklarını hatırlatan bu eseriyle Müslümanlar adına sanat literatürüne de önemli bir katkıda bulunduğunu düşünüyoruz.