1- Eşyaya isim verebilmek doğuştan bilgi levhalarına, paket programlara mı sahip olmaktır?
2- Aklın vahiy karşısındaki durumu nedir?
3- Bir yetenek olarak akim mahiyeti nedir?
4- Vahiy olmadan aklın hidayete ulaştırma yeteneklerini harekete geçirmesi nereye kadar mümkündür?
5- Aklı iman etmekten alıkoyan hastalıklar nelerdir?
Giriş
Bilgisine ihtiyaç duyduğumuz iki alem vardır: Cayb alemi, şuhud alemi. Düşünme yeteneğimizin sınırları ve zaaflarını izah etmeden önce bu iki alemi kısaca tanımlamamız gerekir. İnsanın da içinde bulunduğu Şuhud alemi, içinde yaşadığımız ve duyularımızla hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz alemdir. Gayb alemi ise; gözle görüp duyularımızla algılayamadığımız hakikatleri içinde barındıran "fiziksel yaşamdan aşkın alem"dir. Bu alemin bilgisine insanoğlu ancak sadık/doğru haberle ulaşabilir. Mesela Yüce Allah'ın niteliği, melekler, ahiret gibi aşkın gaybi konular hakkında duyularımızla bilgi sahibi olamayız. Ancak aklımızın idrak edebileceği şekilde Yüce Allah'ın vahiy indirmesi, bizi gayb alemi hakkındaki cehaletten kurtarabilir.
A- Bilgiye Ulaşma Yeteneğimiz
Bilgi edinme yeteneği insanoğluna doğuştan verilmiştir. Yüce Allah yarattıktan sonra insanı çorak bir zeminde, bilgisiz becerisiz, savunmasız bir şekilde öylece salıvermemiş, onun tabiatını çeşitli yeteneklerle yoğurmuş, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde yol göstererek nimetlerini tezahür ettirmiştir.1
Babamız Adem'i meleklerden üstün kılan en temel özellik de Bakara Suresi'nin beyanlarından anladığımıza göre, "eşyaya isim verme, ikincil kavram üretme, soyutlama yapabilme" gibi ifadelerle tanımlayabileceğimiz bir yetenektir, Melekler: "Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur" diyerek2, insanoğluna Rabbimizin lütfettiği yetenekler karşısında kendi eksikliklerini itiraf etmişlerdir.
Eşyaya İsim Verebilmek Doğuştan Bilgi levhalarına Sahip Olmak mıdır?
Kur'an'a göre, "şeylerin isimlerini bilmek" -Eflatuncuların iddia ettikleri gibi hazır bilgi levhalarıyla yeryüzüne inmek demek değildir. Çünkü her ne kadar insanlar, Yaratıcı tarafından düşünmek için çeşitli yetenek ve araçlarla donatılmış olsa da doğuştan zihinlerinde birtakım hazır bilgi paketleriyle dünyaya gelmezler. Nahl Suresi'nde bir ayetin beyanı konuya ışık tutucu bir nitelik taşımaktadır:
"Ve sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez bir halde çıkarıp size, şükredesiniz diye işitme duyusu, görme duyusu, duyma-düşünme yetisi bahşeden Allah'tır." (Nahl, 16/78)
1- Bilgiye Ulaşma Yöntemleri
Biz insanlar bilgiye üç şekilde ulaşırız: Eşyanın kendisi, eseri ve ondan bize gelen doğru haber vasıtasıyla...
a) Eşyanın Kendisiyle Muhatap Olmak
Olguların kendisi hakkında onunla karşılaşıp incelemek suretiyle haber toplayabiliriz. Mesela ağaçların anotomik yapısını, bir arı kolonisini bu yöntemle inceleyebilir, deney ve gözlem yoluyla bunlar hakkında doğru bilgiye ulaşabiliriz.
b) Eşyanın Eseriyle İlgili İşaretler Almak
Gözle görmediğimiz halde kendisinden bize doğru birtakım doğru işaretler gelen şeyler hakkında da bilgi sahibi olabiliriz. Örneğin kapalı bir yerde olduğumuz halde eğer kulağımıza bir uçak sesi geliyorsa, daha önceden o ses hakkındaki öncül bilgimize dayanarak doğru bir yargıya varabiliriz. Olgulardan bize doğru gelen bu tür işaretlere "eşyanın eseri" diyebiliriz.
c) Eşyayla İlgili Sadık Haberler Almak
Bilgiye ulaşma yöntemlerinden biri de eşya hakkında bize ulaşan "sadık haberler "dir. Mesela Hint Okyanusu'nu hiç görmemiş olabiliriz. Fakat onun varlığından hiçbir kuşku duymamamıza yol açacak kadar güvenilir bilgiye sahip olabiliriz. Bize doğru haber aktaran kaynaklar -örneğin milyonlarca insan- Hint Okyanusu'nun varlığının hakikatine ilişkin kesin ve güvenilir bilgiler aktardığından dolayı hiç kimse gelen malumata ilişkin kuşkular öne sürmeyi aklından bile geçirmez.
Gayb alemi hakkında ilk iki yöntemle bilgi sahibi olmamız mümkün değildir. Üçüncü yöntem olan sadık haber beş duyuyla algılayamadığımız hakikatler hakkında bize kuşkusuz bilgiler sağlayabilir. Çünkü haberi getiren vahiy melekleri "güvenilirlik" vasfına sahiptir: Cibrîl 'emîn'dir. Kur'an güvene layık bir elçi olan Cebrail'e emanet edilmiştir. O ihanet nedir bilmeyen, mutahhar/tertemiz kılınmış bir melektir. Kendisi Allah'a itaatinde hiçbir kusur işlemediği gibi, buyruğuna verilmiş diğer vahiy melekleri de görevlerini yerine getirmede hiçbir uyumsuzluk göstermezler.
"Hayır! Hayır! Dönüp duran yıldızlan, yörüngelerinde akan ve kaybolan gezegenleri ve kararan geceyi ve soluk almaya başlayan sabahı tanıklığa çağırırım. Bakın, bu (ilahi kelam) gerçekten Resulün kerim/soylu bir elçinin (vahyedilmiş) sözüdür. Kudret ve egemenlik tahtının sahibinin nezdinde güç bahşedilmiş, (kendisine) İtaat edilen ve emin/güvene layık birinin (sözü)." (Tekvir, 81/15-21)3
2- İnsanın Algı Merkezleri
Kur'an'da sürekli birlikte anılan üç algı merkezi vardır: Kalp-fuad, ayn-basiret ve üzün.
a) Kalp-Fuad
Düşünmek deyince günümüzde akla gelen algı merkezi, hiç şüphesiz "beyin"dir. Ancak hiçbir Kur'an ayeti beyine bir algı merkezi olarak işarette dahi bulunmamıştır. Bu gerçeği, "Kur'an'ın nüzul ortamında yaşayan insanların bilgi eksikliklerinden ilahi kelamın etkilenmesi" şeklinde izah etmeye meyleden tarihselcilik yöntemine en küçük bir eğilim dahi göstermeden anlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Bir bilgi elde etme aracı ve olguların yansıma alanı olarak beynin rolü olabilir. Ancak beyin, bilginin değerlendirilip doğru ile yanlışın ayırt edildiği bir merkez olarak çeşitli zaaflar taşımaktadır. Özellikle insanı hidayete sevk eden malumatın değerlendirilmesinde, beynin taşıdığı zaaflar bir başka manevi merkezden söz etmeyi gerektirmektedir.
Burada sözünü ettiğimiz kalp, damarlara kan pompalayan biyolojik kalp değil, algının ana merkezi olan, manevi bir makam olan kalptir. Kur'an'ın beyanlarından öğrendiğimize göre; akletmenin bir yetenek olarak kazanılıp kullanılmasında kalbin olmazsa olmaz bir yeri vardır. Ancak kalbin birtakım hastalıklardan korunmuş olması gerekir. Eğer fıtratta taşınılan manevi değerler köreldiyse, ilahi vahyin yol gösterici ilkelerinden de yoksunsa, kalbin sahibine katıksız hakikati telkin etmesi söz konusu olamaz. Bu yüzden imanın algı merkezi beyin değil, kalptir. Çünkü beyin bilgiyi değerlendirebilme yeteneğinden yoksundur.
İlahi vahyin yol göstericiliğinden kendisini mahrum bırakan insanın Kur'an'ın ifadesiyle "hayvandan farkı yoktur." (A'raf, 7/179)
Kalp, hidayetin dolayısıyla imanın da merkezidir; "kalbi körlük içinde olanlar'ın imana erişemeyecekleri Kur'an'ın bir çok ayetinde beyan edilmiştir. (Örnek olarak bkz. Tevbe, 9/87) Bazı ayetlerde ise kalbi körlük "hakka karşı zulmedenlerin duçar olduğu bir hastalık" olarak nitelenmiştir: "Onlar arasında öyleleri var ki (ey peygamber) seni dinler (görünür)ler: Ama kalplerinin üstüne, onları hakikati kavramaktan alıkoyan perdeler yerleştirdik, kulaklarına da sağırlık. Ve (hakikatin) bütün işaretlerini görselerdi yine de ona inanmazlardı; o kadar ki, onlar tartışmak için sana geldiklerinde, hakikati inkara şartlanmış olanlar, 'bu eski zamanların masallarından başka bk şey değil' derler." (En'am, 6/25)4
a-1) Algının En İçteki Merkezi:
Fuad/gönül
Fuad/gönül kalbin derinliklerinde bulunan bir merkezdir, Fuad/gönül kalbin daha inceltilmiş noktasına yerleştirilmiştir. İmanı kemal derecesine ulaşan peygamberlerde, öncü müminlerde, canlarını Allah'ın rızasına ulaşmak için O'nun yolunda feda edecek kadar duyarlılık sahibi olan şehidlerde bu duyumsama merkezi en güzel şekilde çalışırken, bazı insanlarda körelmiştir. Fuad, Kur'an'da şu anlamlarda kullanılmıştır:
Birincisi; hassas duyguların merkezi
Bir annenin oğlunun can güvenliği söz konusu olduğunda hissettiklerini anlatabilmek için kalp yetersizdir; bunun fuadla anlatılması gerekir. Mesela Musa Peygamberin yeni doğduğu sırada annesinin hissettikleri, fuadda yer bulmuştur. (Kasas, 28/10)
İkincisi; duyumsama düşünme yeteneğinin merkezi
Fuad, Allah'ın insana verdiği ruhun işlevlerini yerine getiren bir organdır.5 Duyumsama-düşünme yeteneğinin merkezi anlamında kullanıldığı ayetlerde fuad, tüm insanlarda bulunan işitme, görme yetenekleriyle birlikte anılmıştır.6
Üçüncüsü; bilgiyi değerlendirme merkezi
Gözün gördüklerini değerlendirip doğru-yanlış gibi yargılara varmayı sağlayan manevi bir merkezdir. Bir ayette Rasulullah'ın vahiy meleği Cebrail (as)'i gördüğünde, gördüğünün hallisünasyon ya da illüzyon olmadığını anlamasına ayırt etmeye yardım eden merkez olduğu beyan edilmiştir.7 Bir ayette de "Peygamberimize inen ayetleri öğrenip-özümseme yeteneği bahşeden merkez" anlamında kullanılmıştır.8
Kafirler fuadın sağlayacağı yetenekleri harekete geçirmek istemedikleri için hakikatlere ve mu'cizelere rağmen doğru yola koyulmaktan yoksun kalmışlardır.9 Onlar şeytanların aldatan fısıltılarına karşı koyamazlar; çünkü gönülleri körelmiştir.10
Gönül, insanın amaç ve ideallerinin yerleştiği, eylemlerine yön veren bir merkezdir. Kafirlerin ahiretteki halleri anlatılırken amaçsız, gayesiz, ne yapacağını bilemez bir vaziyette koşuşturmaları, "gönülleri bomboş" deyimiyle beyan edilmiştir.11
Dördüncüsü; sevginin merkezi
Gönül, sevginin merkezi olarak da işlev görür; İbrahim (a) çocukları için yaptığı duada, "İnsanların gönüllerinin onlara meyletmesin?" istemiştir.12
Beşincisi; İnsan varlığının en hassas merkezi
Cehennemi anlatan ayetlerde "fuadın üstüne kurulmuş ateş" temsili ile ateşin şiddetinden söz edilmiştir; sure bütünlüğündeki anlam göz önüne alındığında, başa gelen felaketin boyutunu beyan etmek için bu hassas kelimenin kullanıldığı aşikârdır.13
b) Ayn/Maddi Görme Duyusu
Eşyadaki görüngülerin bilgiyi değerlendirme merkezine aktarma konusunda gözün yeri doldurulamaz bir değeri vardır. Gözün "doğru ile yanlışı ayırdetme, eşyanın hakikatine ilişkin bilgi elde etme" konumu birçok ayette defalarca vurgulanmıştır (Örnek olarak bkz. Yasin, 36/66).
b-1) Basar: Manevi Görme Duyusu
Yüce Allah'ın aşkın bir alemden indirilen manevi mesajlarını incelikleriyle derinlemesine kavrayabilmek için, "manevi görüş zenginliği" olarak tanımlayabileceğimiz "basiret" lazımdır. Bu gerçek birçok ayette dile getirilmiştir (Örnek olarak bkz. En'am, 6/50).
c) Sem'/İşitme Duyusu
En önemli duyu organlarımızdan biri olan kulak bilginin elde edilmesinde yeri doldurulamaz bir değere sahiptir. Görme, işitme ve bunların elde ettiği bilgileri değerlendirme hakikatin ortaya çıkması için gereken ilk işlerdendir. Hakikati kavrama yeteneğinin işlemesi için bu duyuların iyi çalışması gerekir. Aksi takdirde, hakikate kulak vermeyenlerin, batıl inançların bataklığında boğulup ebediyyen kaybedenlerden olmaları işten bile değildir. Hakikate kulak vermeyenlerin tüm duyargalarının zamanla işlevini yitireceği "kalp, kulak ve göz"ün birlikte geçtiği aşağıdaki ayette özlü bir şekilde dile getirilmektedir:
"Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır, dehşet verici bir azap beklemektedir onları." (Bakara, 2/7).
3- Düşüncenin Boyutları
a) Taakkul
Taakkul, akıl nimetini kullanmaktır. Bir başka deyişle insanın özüne Yüce Allah'ın yerleştirdiği yeteneklerin faal hale gelmesi durumudur. Akletme yeteneği kendisine musallat olan bazı hastalıklar tarafından kuşatma altına alınabilir ve iş görmez hale gelebilir; bu durumda ise insanın Rabbinin mesajlarını anlaması, dolayısıyla hidayete erebilmesi mümkün olmaz. Kur'an'ın mesajı akıl nimetinin gereğince kullanılmasına engel oluşturan hastalıkların tedavi şekilleriyle doludur. Rabbimiz birçok ayette defalarca insanlara akıllarını kullanmalarını tavsiye etmiştir:
"Aklınızı kullan(mayı öğren)meniz için Allah size mesajlarını böyle açıklıyor." (Bakara, 2/242), (Ayrıca bkz. Al-i İmran, 3/65).
Bir yetenek olarak aklın mahiyetinin ne olduğu sorusunun cevabı, Kur'an'da "İnsanı doğruya ulaştıran olumlu eğilim" olarak beyan edilmiştir. Aklın mahiyetinin ne olduğu ise, İslam düşüncesi geleneğinde tartışılmış ve konu üç başlık altında incelenmiştir: "Aklın Ontolojik Mahiyeti", "Aklın Epistemolojik Mahiyeti" ve "Aklî Bilginin Mahiyeti ve Yöntemi"14
b) Tefekkuh
Ffkhederek anlamak; derin anlamı ortaya çıkarmaktır ki, o da kalbin eylemidir. Allah'ın dini ile kemale ermiş hakikatleri derinlemesine ve doğru temeller üzerine bina ederek öğrenmek için, O'nun yolunda mücadele etmek ve dürüstlüğün teminatı olan salih ameller yapmak gerekir. Salih amel ise insanda fıkhı doğuran bir işlev yüklenmektedir.
Fıkhetmek; bir konu hakkında derin ve sağlam bilgi elde etmektir. Tevbe Sûresi'nde tefekkuh; "Kötülüğe karşı bilinç hazırlığı yapmaya yarayacak derecede, derinlemesine ve sağlam temelli bilgi elde etmek" anlamında geçmektedir (Tevbe, 9/122).15
c) Tezekkür
Tezekkür, gerçekleri bütün boyutlarıyla birlikte hatırlamak, dengeyi yitirecek yanlışlardan uzak durarak aklı kullanmaktır, öyleyse Kur'an'ı anlamak aynı zamanda bir süreç eylemidir. Eylem için manifestonun oluşması beklenmez. İlke ve onun kavranması ile yaşam iç içedir; hemen şimdi başlanması gereken bir şeydir salih amel.
Allah, mesajı tefekkür-tezekkür ehli için beyan eder. Tezekkür hakikatin bütün boyutlarını hatırlatarak, akıl tutukluğunu aşmak isteyen insanlara yol gösteren sağlam bilgilerdir. Sağlam ve kesin bilgi ise akıl tutukluğu yaşayan kimseler için büyük bir nimettir. Bu nimetin değerini vurgulayan birçok ayet vardır:
"Yücelerden İndirdiğimiz, açık ve kesin hükümlerle va'z ettiğimiz bir suredir bu, bu (sure)de (de) apaçık mesajlar indirdik ki, belki ders alır da akılda tutarsınız" (Nur, 24/1)
d) Tedebbür
De-be-ra kök harflerinden türeyip en çok kullanılan kelimeler dübür, tedbir, tedebbür'dür. Arka anlamına gelen dübür aynı kökten türemiş olup, bir şeyin arka planıdır. Aynı kökten türeyen (dört harfli) tedbir ise, zararlı bir sonucu engellemektir. İlim ve ihtimamla birlikte düşünmektir. Düşünmeyi farz kılan Rabbimiz bunun yol ve yöntemlerini ilkeleriyle birlikte öğretmiştir. Düşünmek ilim ve ihtimamla birlikte olmalıdır (Nisa, 4/82; Yunus, 10/3).
Debbera kök harflerinden türetilmiş olan tedebbür; hesaba katmak, tasarlamak, planlamak, anlamak için ciddi bir şekilde araştırmak, bir şeyin akıbetini düşünmek, arka planıyla birlikte, tahmini unsurlarından ayıklayarak bir şeyin gerçekliğini ihata etmek gibi anlamlara gelmektedir.
Bu durumda tedebbür'ü; "Allah'ın kelamını özümsemek, bütün boyutlarıyla, hikmetleriyle birlikte anlamak" şeklinde tanımlamak yanlış olmaz. Bir başka deyişle tedebbür, Kur'an'ın manasını, ne kasdettiğini idrak etmek için gayret sarfederek düşünmek, azami derecede ilimde derinleşmektir.
Tedebbürün tersi, "dikkatsizlik, dalgınlık, ön yargılı olmak, yüzeysel anlayışa yönelmek, hissizlik, umursamazlık"tır. Bütün bu anlamlara şamil olan Kur'ani temsil ise "kalplerinde kültler bulunanlar" temsilidir (Muhammed, 47/24). Bu kilitler, kalplerdeki küfür mikroplarının tedavisini, ilgisizlik hastalığını tedavi etmeyi imkansız kılan bir engeldir.
Tedebbür sadece mütalaa etmek değildir. Çünkü mütalaa etmek, sessizce fikir üretmektir. Kur'an vahyi 'itibari' olmaktan çok, 'hükmi' olduğu için tedebbürün hakkıyla meyve vermesi için teslimiyet şarttır. Mesela iktisadi ilkelerle adaleti sağlamak, ahlaki zaaflara engel olabilecek bir tedbirdir. Âmir bir ilah olan Allah'ı me'mur konumuna indirgemek, işin daha başında ahlaki olmayan bir tutumdur. Çünkü vahyin asıl kaynağı olan Allah, bildirimini hüküm olarak indirmiştir, sadece haber vermiş olmak için değil. Bu nedenle hüküm; Kur'an'ın başat modudur.
e) Tefekkür
Tefekkür de kalbin düşünmekle ilgili eylemidir. Kafirler tefekkürden yoksun oldukları için anlamaktan, dolayısıyla imandan yoksun kalan zavallı insanlardır (A'raf, 7/179; Enfal, 8/65; Ra'd, 13/3).
f) Te'vîle'l-Ehâdîs
Te'vile'l-ehâdîs; olayların arka planını idrak etme kabiliyetidir. Olayları yüzeysel bir şekilde, ilk akla geldiği gibi yorumlayıp anlamak doğru kavrayışın önünde büyük bir engeldir. Bu yüzden, akıl tutukluğu yaşamamak için, uzak görüşlü olmak, hakikatin bütün boyutlarını göz önünde bulundurmak gerekir.
Kur'an-ı Kerim'de "Olayların arka planını görüp anlamaya çalışmanın, hakikatin künhüne vakıf olmak için son derece önemli olduğu", Musa (a) ve salih kul arasında bir yolculuk esnasında yaşanan üç olay üzerinden anlatılmaktadır (Kehf, 18/60-82).
Yine Yusuf Peygambere "te'vil el-ehadis" yeteneği bahsedildiği beyan edilmiştir.16
4- Düşünme Konusunda Sahip Olduğumuz Yetenekler
Her insanın doğuştan taşıdığı ortalama özellikler vardır. Bu özellikler sayesinde belli yeteneklere sahip olur, çeşitli kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak kendimizi hissederiz. İnsanların özünde/nefsinde iki boyutlu bir eğilim vardır: takva, fücur (Şems, 91/8).
Fıtratımızda taşıdığımız özellikler özgürlüğümüzü baskı altına almak için değil, denetim altına almak için takdir edilmiştir. Deyim yerindeyse insan olarak tabiatımızda iki kefesi olan bir terazi vardır: Birinde takva diğerinde fücur. Hangisinin ağır basması gerektiğine her insan sorumluluk yaşına eriştiği zaman karar vermektedir. Zaten iyi ile kötüyü bilme gücü olan aklın rolü de bu aşamadan sonra devreye girmektedir.
Akıl takvaya hizmet etmezse, fücurun egemenliği altına girerek tutulur ya da azgınlık hastalığına duçar olur. Akıl tutulması, fikri yeteneklerin küfre düşmesi, örtülüp körelmesi durumu olup insanın her şeyle bozgunculuğa sebebiyet veren bir zıtlaşma içine girmesidir. Çaresi zikrullahtır; Allah'ı kesintisiz bir şekilde anarak yeniden tabiatına yerleştirilmiş bulunan takva eğilimine dönmektir (Zikrullah; Allah'ın hatırlanması, hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamasıdır: bkz. Bakara, 2/152). Seçme, üretme, karar verme, ikincil kavram üretme-soyutlama (Eşyaya isim verme yeteneği).
a- Takvanın Kur'an'ın Rehberliğinde Güçlendirilmesi ve Müminin Aklının Oluşumu
Kur'an'da akıl her zaman için olumlu bir yetenektir; hiçbir zaman olumsuz bir bağlam içinde geçmez. Çünkü insani bir yetenek olarak körelmediğinde her zaman için insanı hidayete sevk edecek değerler taşımıştır.17 Düşünmek farzdır ve düşünmemek İse insanın dalaletine sebep olabilecek bir zaaftır.18
Emaneti yüklenen tek varlık insandır (Ahzab, 33/72). Emaneti yüklenmiş olması insana hem diğer varlıklar içinde yeri doldurulmaz bir değer vermekte, hem de sorumluluk yüklemektedir.19 Takva, kalbin en güzel meyvesidir (İbrahim,14/24-26). Meyvesi olan ağaç ise, herkesin gözünün üzerinde olduğu ağaçtır. Yüce Allah Kur'an-ı Mubin'de teorik-spekülatif akıl yürütmeden önce teslimiyeti, yaşamayı, kalbi-gözü, kulağı açarak kulak vermeyi tavsiye etmektedir. Rabbimiz istiğnayı-istikbarı/büyüklenerek kendisini yeterli görerek kalbini arınmaya kapatmanın tehlikelerine dikkat çekmiş, tevazu ve takva ile kendisine yönelişin nefsin kötülüklerini tedavi edici boyutlarını açık açık beyan etmiştir.
Beyin nesnel anlamın ortaya çıkmasında işlevi olan bir merkezdir. Fakat nesnel anlam öncül bilgiyi inkar ettiği için imana erişemez. En fazla tabiat gözlemlerinden zanni bilgilere ulaşır. Bu bilgiler de her zaman "yanlışlanabilir" bilgilerdir. Hem tabiattan -tabiattan yapılan gözlemlerden- din çıkmaz. Çünkü tabiatta tek bir hakikat ve ona ait veriler yoktur; birçok gerçeklik ve onlara ait veriler vardır. Bunlar arasında neyin en doğruyu temsil ettiğini anlayabilmek için, insan olarak bir rehbere ihtiyacımız vardır. İlahi rehberlikten faydalanmak istemeyen insanlar, tarih boyunca babalan Kabil'in durumuna düşmüşlerdir. Bu durum Kur'an'da "karganın kılavuzluğu meseleyle izah edilmiştir. Üstün bir yaratılışa sahip oldukları halde, kılavuz olarak kargayı kendilerine rehber edinen insanlar ne büyük bir zillete düşmektedirler, farkında değillerdir.20
b) Yaratıcıyı Tanıyabilirle Yeteneği
İnsan, yaratıcısını tanıyabilme yeteneği ile yaratılmıştır (Araf, 7/172). Bütün insanlara daha tek bir hücreyken verilen inayet vahyinin sağladığı fıtri imkanlar, hem yaratıcıyı tanıyabilme, hem de eşyalar üzerinde düşünme yeteneğini doğurmuştur. Mesela daha peygamber olmadan önce İbrahim (a)'in afaki ayetler üzerinde yaptığı gözlem onu bir olan, bir yaratıcı düşüncesine ulaştırmıştır (Rum, 30/30). Ancak bu gözlem hidayet için "nasıl" sorusuna kesin cevaplar bulabilmek için yetersizdir (Duha, 93/7). Alemlere rahmet ve öğüt olsun diye indirilen bir kitap olan Kur'an, genel olarak hayatın her alanıyla ilgili rehberlik edici ilkeler va'z eder.21
5- Kalbin Hastalıkları
Kıskançlık, haset, kin gibi hastalıklar kalbi körelten zaaflardır. Vahyin yol gösterici ışıkları bu hastalıkları iyileştirme gücüne sahiptir. İlahi vahyin beyanından mahrum akıl, hayatın amacını, gaybi bilginin ölçüsünü, adil ve haklı bir hayat hattını keşfetme konusunda şaşkınlık içinde kalır. İnsanların çoğu çeşitli manevi hastalıklara müpteladır. Bu yüzden, insanların çoğu kesin bilginin kaynağı olan vahiy yerine, sanal bilgi çeşitlerinden zannı tercih eder22; insanların çoğu bilgi ve anlayıştan yoksundur23; insanların çoğunluğu şirke eğilimlidir, ortak koşmadan inanmaya yanaşmazlar24; insanların çoğunluğu nankördür, şükran duygularının sonucu olarak ilahi vahyin doğrularını değil, nankörlüğün bir sonucu olan küfrü tercih ederler25; insanların çoğunluğu birbirlerine zulmederek haklarını çiğnerler26; insanların çoğunluğu günah işleyerek kendilerine ve başkalarına haksızlık yapmayı alışkanlık haline getirmişlerdir27; insanların çoğunluğu haktan-hakikatten hoşlanmazlar28. Düşünmeyi dumura uğratan kalp hastalıklarına müptela olanlar, Kur'an'ı tedebbürden mahrum kalacaklardır (Nisa, 4/82).
a) Sefahat
Düşünceyi dumura uğratan, kalp hastalıklarıdır. Bunların önde gelenlerinden biri de sefahattir: Akıl nimetinden mahrum olmak... İnsanın şirke düşmesi, gereğince aklını kullanmamasından ileri gelmiştir, başına gelen kötü akıbetler de hep bu yüzdendir (Mülk, 67/10).29
Şüphesiz toplumun önemli bir kesimini kandıran birinin deli olmasından söz edemeyiz; son derece de zeki olabilir. Fakat yine de şirk gibi "eşref-i mahlukat" olan insanın kendi derecesinin altındaki varlıkları -soyut ya da somut farketmez- kutsallaştırıp onlara tapması kadar aşağılayıcı bir şey olamaz.
b) Taklid/Bir Taklid Türü Olarak Önyargılar
Taklid; atalardan devralınan değerlerin tahkik edilmeden tekrar edilmesi alışkanlığıdır. Anlamadan tefekkür etmeden yalanlamak, insanın hidayetine engel olan kötü huylarının başında gelir (Neml, 27/84).
İdeolojik, mezhebi ön yargılar hep taklit hastalığının sonucu ortaya çıkan akıl tutukluğuna yol açar. Bir şeye körü körüne bağlanma anlamında taklid, Kur'an'da hep tahfif edilmiş, bilinçle-inançla sürdürülen güzel geleneklerden ayırdedilmiştir.30
Sözün en güzelini seçme yeteneği olan tahkik ise, söz üzerinde düşünüp taşınarak gerçeğe ulaşmaktır. İnsanı uğrunda ölmeye sevk eden inançların temeli kuru bir taklit ve de körü körüne kabul edilmiş gelenekler değil, araştırıcı, soruşturucu-sorgulayıcı bir akletme eylemidir (Zümer, 39/18).
İbrahim Peygambere İlişkin olarak Hristiyan ve Yahudiler'in iddialarının çürütülüşü Kur'an'daki tahlillere bir örnek olarak hatırlanabilir: O, Tevrat ve İncil'den önce görev yaptığına göre ne Hristiyan ne de Yahudi'dir, o haniftir: Allah'a asla ortak koşmayan bir müslim (Al-i İmran, 3/65-67).
Mekke müşriklerinin şirkte ısrar etmeleri de, tüm zamanlardaki bir hiç uğruna harcanan hayatlar da hep akletmeden bağlanılan düşünce ve ideolojiler sebebiyledir. Ortaçağ batı dünyasında "inanıyorum, çünkü saçmadır." şeklindeki tasavvurlar Hristiyan mistisizminin temsil ettiği uç düşüncelerdir.31
İslam aleminde de, geçmişteki mezhep temsilcileri tarafından oluşturulan kimi anlayışlar, sırf önyargıların eseri olduğu için düşünmeden sürdürülebilmektedir. Bunlardan birkaç örneği kısa açıklamalarla hatırlatmak istiyoruz:
Hüsn-Kubuh
Eşariler, iyi-kötünün akılla bilinemeyeceğini; bir şeyin kötü olduğu için değil, Allah yasakladığı için kötü olduğunu iddia ederler. Eşariler, burada akla olumsuz bir içerik yüklemişlerdir. İlahi vahyin rehberliğinde hareket eden bir akılla vahiy arasında bir zıtlaşma ve kavga olması düşünülemez. Aklın azmanlaşması tehlikesine karşı tez üreten Eşariler, bize göre akıl tutukluğuna yol açabilecek bir rehavete sebebiyet vermişlerdir. Buna karşılık itidalli görüşü Maturidiler temsil etmişlerdir: "Bir şey kötü olduğu için Allah haram kılıp yasaklamıştır." demişlerdir.
Allah'ın Görülmesi
"Allah'ı göremezsiniz."32 mesajından görmeyi çıkarabilen bir düşünce şekli de mezhebi önyargıların ürünü olarak nitelenebilir.
Kadınlar İçin peygamberlik vehmi
"Erkeklerden başkasını peygamber göndermedik." (Nahl, 16/43)33 ilahi beyanına rağmen Eşariler, önceden kendi oluşturdukları usulün bir parçası olan imkan nazariyesinin tesiri altında kalarak, peygamber olmak için erkek olmanın şart olmadığını iddia ederler; oysa Kur'an'da anılan peygamberler içinde hiç biri kadın değildir.
Teklifi Ma La Yutak
Eşariler imkan nazariyesinin tesiri altında kalarak "Allah'ın insanı güç yetirilemeyecek şeyle sorumlu tutması caizdir" demişlerdir. Oysa Yüce Allah birçok ayette "insana güç yetirebileceğinden fazlasını teklif etmediğini" beyan etmiştir (örnek olarak bkz. Bakara, 2/286). Bu ilahi hakikatlere rağmen, yine bir insanın sırf Eşari geleneğinden beslenen bir kültür havzasında yaşadığı için, söz konusu görüşü tartışmadan benimsemesi de bir tür akıl körlüğüne, basiretin bağlanmasına yol açabilecektir.
Ye's Tevbesi
Maturidiler, Firavun gibilerin ye's İmanını geçerli görmüşlerdir. Oysa 'Firavun imanı' olarak da bilinen ye's tevbesinin makbul olmadığı Kur'an'ın açık beyanlarında vardır (bkz. Yunus, 10/90-92).
Peygamberler Arasında Ayrım Yapmak
Birine inanıp diğerini inkar etmek, bir fark gözetme örneğidir. "Fark gözetmemek" ilkesi sadece iman etmeye indirgenemeyecek bir boyuttur, onları derece yarışına sokmamayı da içerir (Nisa, 4/150-152). Çünkü hepsi mukarrebûndan/Allah'a yakınlığı kazanmış, rızasını elde etmiş kullarındandır (Ali İmran, 3/45).
Peygamberlerin kimisi daha üstün meziyetlere sahip olsa da (Bakara, 2/253, 17/55) ayrımcılık, fark gözetmek yasaklanmıştır (Bakara, 2/136, 285; Al-i İmran, 3/84). Bu ilahi hakikatlere rağmen toplumdaki önyargılardan etkilenerek bir peygamberi peşinen "en üstün" ilan etmek taklid hastalığının ürünü olarak değerlendirilebilir. Çünkü gayba bütünüyle mutttali olan Rabbimiz "peygamberleri üstünlük yarışına sokmamızı yasaklamıştır".
c) Nankörlük
İnsanın başına gelen ahlaki çöküntüler, musibetler ve helaklar hep aklını kutlanmanın bir göstergesi olan "nimete şükr ilkesi"nin çiğnenmesi sonucu bunun yerini alan nankörlük'ten dolayıdır (Enfal, 8/53; İnsan, 76/3). Şükretmesini bilmeyenler, atalarından devraldıkları değerleri sorgulamaksızın kabul edip, menfaatlerine aracı olabilecek şekilde yorumlayarak körü körüne batıl düşüncelere din diye bağlanıp dururlar.
d) İstiğna/Kendini Kendine Yeterli Görmek
İnsanın körü körüne hareket etmesine yol açan hastalıklardan biri de egoizmdir, bencilliktir. Takva kalbin meyvesidir; kalbin takvasızlığı ise dalalete neden olur (Hacc, 22/32; Casiye, 45/23).
Takva, insana kendi zindanından -nefsindeki fücurun temsil ettiği kötüye olan eğilimlerden-çıkabilme imkanı verir; kendi öznelliği tarafından kuşatılmış olan aklın yapacağı faaliyetlere güvenilmez. Çünkü insan tek boyutlu bir varlık değildir. İçinde onu iki yöne doğru çeken iki şoför/İki sürükleyici vardır (Kâf, 50/21).
e) İlah Olarak Hevayı Benimsemek
Arzu ve tutkularını tanrı edinen kimseye Kur'an'ın hidayet vermesi söz konusu değildir. Temel esası tevhid olan İslam aklı, derleyip toparlayıcıdır. Müşrik aklı ise parçalayıcı ve ayrıştırıcıdır; fitne çıkarır; böler, bozar, felakete sürükler
f) Cehalet
Bilmek, aklın, yeteneklerini harekete geçirebilmesi için en önemli gıdasıdır. Ancak her bilgi insanın cehaletini almaz. Hatta artırır, yanlışa yönlendiren bilgi "enformatik cehalet"e yol açar. Bunun için bilgi şarttır. Ancak vahyin rehberliğine muhtaçtır.
g) Acelecilik-Sabırsızlık
Düşünüp araştırmadan karar vermek insanın yanılmasına yol açabilir. Bunun için, aklın yeteneklerini ortaya çıkarabilmek için araştırmacı bir kişilik sahibi olmak gerekir (Hucurat, 49/6).
Olaylara ve olgulara bütüncül bakamayan, parçacı yaklaşan ve teczii yöntemi tek geçer akçe olarak görenler, hakikatlerin bütününe hiçbir zaman ulaşamazlar ve bu parçacı yöntem sabırsızların, tembellerin bir sığınağıdır. Çünkü bütüncül bakış açısıyla hakikatleri kavramaya çalışmak zordur, emek ister, zaman ister.
g-1) Kur'an'ın Tertilen Okunması Gerektiği
Tertil kelimesi Kur'an'da iki ayette geçmektedir. Birisi Furkan 25/32. ayet, diğeri ise Müzzemmil 73/4. ayettir. Ancak bunu sabır, acele, tenzil, tedriç gibi kelimelerin muhtevası desteklemektedir. Aşağıdaki ayette Kur'an vahyinin bütünlüğünü göz önünde tutmadan acele ile karar vermek, görüş bildirmede tezlik göstermek yasaklanmaktadır (Taha,20/114).
Tertil, bir şeyi yavaş yavaş, acele etmeden, planlı-uyumlu bir şekilde yapmak demektir. Rabbimiz Kur'an'ı tertilen/programlı, parçaları arasında eşsiz bir uyum oluşturacak şekilde indirmiştir. Bir defada değil de sırası geldikçe yavaş yavaş indirilen Kur'an'ın nüzulüne uygun olarak da okunması gerekmektedir. Yani planlı, programlı, sabırlı, düzenli bir şekilde. Kur'an'ı okurken acele etmemek, onu ağır ağır okumanın da ötesinde yüzeysel değil, derinlikli bir şekilde kıraat etmek demektir.
Tertil, Kur'an'ın bir parçasının diğerleri ile irtibatını kurmak, yaşadığımız coğrafyanın içinde bulunduğu şartları dikkate alarak, tedrici göz önünde bulundurarak okumaktır. İslâmî mücadelenin ilk örneği olan Rasulullah'ın asr-ı saadette gerçekleştirdiği sünnette tertilin, tedricin uygulanışı ile alakalı çok sayıda örnek vardır. Örneğin, Mekke döneminde fiilî bir kıtal cihadına izin vermeyen Yüce Allah, şartların değişmesi ile birlikte Medine döneminde yaşayan Müslümanlara adaletin ikamesi ve doğru yol üzerinde müşriklerin kurdukları barikat engellerinin bertaraf edilmesi için kıtal cihadını teşvik etmiştir.
h) Cedelcilik/Tartışmacılık
İnsanın kendi görüş ve düşüncelerine mutlaklık izafe etmesi de ön yargıların akıl tutukluğuna yol açmasıyla sonuçlanır. Tartışmanın görüş alış verişi, istişare amacı taşıması gerekir. Tartışmada üstün gelme gayesiyle hareket etmek, yanılgıya sebep olur. Ne ki cedelcilik insanın doğru düşünme yeteneğini körelten bir ayak bağı olarak hep karşısına çıkmaktadır.
"İşte bunun gibi, Biz bu Kur'an'da insanların yararlanması için çeşitli açılardan türlü türlü dersler ortaya koyduk. Bununla birlikte, insan her şeyden çok cedele/tartışmaya düşkündür." (Kehf, 18/54).
Sözün Özü
Akıl insanın kainat içindeki kendi konumunu anlamlandırması için, vahyi anlaması için şarttır. Akılsız insanlara teklif dahi söz konusu değildir. Zaten Kur'an'da akıl ve akletme eylemi hiçbir zaman tahkir ve tahfif edilmemiş hep teşvik edilmiştir. Ancak insanın çift yönlü bir varlık olması dolayısıyla bilgi kaynaklarından insanın tek bir sonuç çıkarabilmesi, doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda karara varabilmesi güçtür. Bu yüzden aklın vahyin rehberliğine ihtiyacı vardır.
Dipnotlar:
1- İnsan, 76/3; Beled, 90/8-10.
2- Bakara, 2/31-33.
3- Cebrail, Resûl-ü kerimdir/şerefli, güvenilir bir elçidir: Hakka, 69/38-43. Vahiy meleği Cebrail konusunda Kur'an'da çok sayıda ayet vardır. Bu ayetleri iki grupta toplamak mümkündür: a) Cebrail: Cibril ismi ile anıldığı ayetler:Bakara 2/97,98; Tahrim 66/4. b) Rûh, Rûhu'l-Emin, Rûhu'l-Kuds adı ile anıldığı ayetler: b-1) Rûhu'l-kuds/kutsal ilham: 2/87,253; 5/110; Nahl, 16/102; b-2) Rûhu'l-Emin/vahyin güvenilir elçisi: Şuara,26/193; b-3) Rûh/Vahiy meleği: Me'âric,70/4; Nebe,78/38; Kadir,97/4. Vahiy konusunda Cebrail yalnız değildir; ona görevinde yardım eden itaatkar başka melekler de vardır. Aşağıdaki ayette melekler çoğul olarak geçmektedir: "Kullarından dilediği (elçi)lere emr'inden rûh/vahiy ile melekler indiriyor da buyuruyor ki; şu hakikati bildirin: Benden başka İlah yok, hemen bana sığınıp korunun!" Nahl,16/2; Aşağıdaki ayetler de de Cibril'in kendisine itaat edilen bir melek olduğu vurgulanmaktadır; demek ki onun emri altında çalışan melekler vardır: Tekvir, 81/20-21. Meleklerle ve özelde vahiy melekleriyle ilgili daha geniş olarak bkz. Fevzi Zülaloğlu, Melekler ve İman Bağlamında Cin, Ins, Nefs ve Ruh, İblis ve Şeytan; İstanbul, 1999, Haksöz Dergisi, 96. sayı,
4- Benzer bir ayet için bkz. Kehf, 18/57.
5- Bkz. Secde, 32/9; Mülk, 67/23.
6- Bkz. Nahl, 1 6/78; 1 7/36; Mü'minun, 23/78.
7- Necm, 53/11.
8- Furkan, 25/32.
9- En'am, 6/110; Ahkaf, 46/26.
10- En'am, 6/113.
11- bkz. İbrahim, 14/43.
12- İbrahim, 14/37,
13- Cehennem ateşinin kafirlerin tüm hücrelerinin en ince ayrıntısına kadar işleyeceğini ifade eden ayet için bkz. Hümeze, 104/7.
14- Ömer Mahir Alper, Akıl-Vahiy Felsefe-Din ilişkisi, Ayışığı Kitapları, İstanbul, Mayıs-2000, s.101.
15- Allah'ın ayetleri hakikati kavramaya yanaşan "Fıkh ehli" insanlar için tafsil edilmiştir; bkz. Enam, 6/98.
16- Yusuf'a bahşedilen yorumlama yeteneği için bkz. Yusuf, 12/6, 21,36,37, 44,45, 100-101; Te'vîl'in geçtiği diğer ayetler için bkz. Ali İmran, 3/7 (bir şeyin gerçekleşme zamanı, son anlamı) A'raf, 7/53; Yunus, 10/39.
17- Kur'an sürekli insanlara akıllarını kullanmalarını öğütlemiştir. 4/82, 12/2, 1 7/82, 41 /26, 54/17.
18- (En'am, 6/25; Yunus, 10/100). Bknz. Düşünmek Farzdır, M. Önal Mengüşoğlu, Ekin Yay. İstanbul 2000
19- İnsanı sorumlu kılan akıllı olmasıdır. 33/72. Bu yönümüz bizi diğer varlıklardan üstün kılan yöndür. 75/36: İnsan başıboş bırakılmamıştır. Sorumluluk ve gayelilik de tabii ki sonucunda görevler yüklenmeyi gerektirecektir. Zariyat, 51/56; Kıyamet, 75/36.
20- Takva ile anlamanın tartışmasız ilgisi için bkz. 5/8, 8/29.65/2.991/8.96/1-19.
21- Sad, 38/87; Kalem, 68/53; Tekvir, 81/27.
22- Zannî bilgi, insanların Allah yolundan çıkmalarına yol açmıştır; En'am, 6/116; Yusuf, 12/103.
23- Bilgi ve anlayıştan yoksun olmak insanların yoldan çıkmalarını doğurmuştur; Maide, 5/103; A'raf, 7/187, Hucurat, 49/4.
24- İnsanların çoğunluğu şirk koşmadan inanmak istemez; örnek olarak bkz. Yusuf, 12/106.
25- Örnek olarak bkz. Yusuf, 12/38; İsra, 17/17.
26- Örnek olarak bkz. Sâd, 38/24.
27- Maide, 5/49.
28- Mü'minun, 23/70-71.
29- Samiri gibi putperestler sefahat içinde olmakla ve aklının kullanmamakla suçlanmışlardır; bkz. A'raf,7/155.
30- Bakara, 2/170; Maide, 5/104; A'raf, 7/28; Enbiya, 21/53.
31- Max Weber, Felsefe Tarihi, İst. 1991, s.129-148.
32- En'am, 6/103; A'raf, 7/V43.
33- A'raf, 7/63-69; Yusuf, 12/109; Enbiya, 21/7.