27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009 tarihleri arasındaki tek yönlü savaşta İsrail bombaları Gazze Şeridi’ne düştüğünde dünyanın birçok yerindeki milyonlarca kişi öfkelerini ifade etmek için gösteriler düzenledi. Bu savaşta yoksul, savunmasız ve fiziksel olarak abluka altındaki bir halka karşı uygulanan barbarlığın seviyesi her dilden, her ırktan ve her dinden insanı bir araya getirdi. Fakat bu arada bütün bu barbarlığa karşı hiçbir şey yapmayan, hiçbir tepki göstermeyen kişiler de vardı. Bu kişiler Batı Şeria’daki Filistinli yetkililerden başkası değildi.
Filistin Yönetimi’nin sosyal meselelerden sorumlu bakanı Mahmud Habbaş da bu kişilerden birisiydi. Bu kader günlerinde el-Cezire televizyonunda defalarca ekrana çıktı. Ekranın bir tarafında ağlayan çocuklar, sakat kalan anneler ve ölmüş bedenleri gömmek için geceleyin mezar kazan ailelerin görüntüleri yer alırken ekranın diğer yarısında ise Habbaş, Gazze’deki Hamas mensubu rakiplerini siyasi olarak suçluyor ve İsrailli arkadaşlarının papağan gibi tekrarladıkları mesajların aynısını ısrarla veriyordu. Ekranda her ne zaman onun görüntüleri yer alsa kendimi kötü hissettim. Onun yaptıkları beni utanç içerisinde bıraktı. Evet, hissettiklerim bir utançtı fakat asla bir kafa karışıklığı değildi. 1993 Eylülünde imzalanan Oslo Anlaşması’nın Filistin toplumunun dokusunu nasıl bozduğunun ve kültürünü uyuşturduğunun farkında olanlar Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin Gazze Savaşı süresince davranışlarını anlamakta zorluk çekmez. Bu farkına varış bundan önce de söz konusuydu, bugün de söz konusu. Fakat bu durum bugün çok daha fazla hissettiriyor kendisini.
İsrail’in Gazze’de yaptığı zulümlerin Ramallah’taki egoist elitlerin vicdan azabı çekmelerine vesile olacağı umudu taşıyanlar vardı, fakat Filistin Yönetimi Güney Afrikalı Yargıç Richard Goldstone tarafından hazırlanan raporun oylanmasını reddettiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Goldstone Raporu oldukça kapsamlı ve şeffaf bir şekilde 22 günlük savaş boyunca Gazze’de yaşananları gözler önüne seriyordu. Rapor, İsrail’in yaptıklarını kınarken Filistinlileri de suçlayıcı ifadeler içeriyordu. Fakat yaklaşık 600 sayfayı bulan raporda daha çok İsrail’in yaptıkları üzerinde duruluyordu. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin bundan sonraki adımı Raporu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne göndermek olacaktı. Böylelikle Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gidilme ihtimali ortaya çıkacaktı. Böylesi bir hadise tarihî bir an olacaktı. Bütün bu ihtimallerin farkında olan Hamas, raporun tavsiyelerini bütünüyle kabul etti. Geleneksel olarak ABD tarafından desteklenen İsrail ise raporu reddetti. Kendisi de bir Yahudi olan Güney Afrikalı yargıcı suçladı.
İsrail’i suçlayan bu raporun Güvenlik Konseyi’ne gitmesi için 2 Ekim’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nde oylama yapılacaktı. Ne yazık ki Filistin Yönetimi ve Mahmud Abbas’ın çabaları sonucunda bu oylama yapılamadı. Konseydeki Filistin dostları ve müttefikleri büyük bir şok içerisindeydiler fakat yapabilecekleri bir şey yoktu. Onlar aynı hayal kırıklığını Filistin Yönetimi yetkilileri meseleyi konseydeki Asyalı, Afrikalı ve diğer geleneksel müttefikleriyle değil, Filistin siyasi hareketine daha büyük etkileri olan Amerikalı ve Avrupalı diplomatlarla tartıştıklarında yaşadılar. Bir şeylerin korkunç bir şekilde yanlış olduğu ortadaydı. İşgal altında büyük acılar yaşayan bir halkın lideri nasıl olur da böyle bir hata yapardı ve 1400’den fazla insanın ölümünü, binlerce insanın yaralanmasını kapsayan bir raporun acil olarak oylanmasının 6 ay sonraya kalması için çaba harcardı? Teoriler havada uçuştu. İsrail medyası ve diğer medyalar beklenmeyen bu hareketin ABD tarafından Abbas’a yapılan baskı sonucu ortaya çıktığını ileri sürdüler. Önergeye verilecek olumlu destek barış sürecini riske atabilecekti dolayısıyla ‘barış’a bir şans vermek için böylesi bir hareket bastırılmalıydı! Bu ihtimal rasyonel gözüküyordu. Haaretz gazetesinden Amira Hass ise şunları söylüyordu: “Kronik teslimiyet hep ‘barış sürecinde ilerleme’ adına mazur gösterilir oysa FKÖ ve Fetih için ilerleme denilen şeyin Filistin otoritesinin varlığını devam ettirmekten başka bir anlam taşımadığı çok açık. O Filistin otoritesi ki, şu anda öncekinden çok daha bariz bir biçimde İsrail ordusunun, gizli servisinin ve hükümetinin taşeronu gibi işlev görmekte.”
Bütün bunlara ek olarak Jonathan Cook ise şu görüşleri ileri sürüyor: İsrail, Filistin Yönetimi’ni bu ay Batı Şeria’da faaliyete geçecek cep telefonu şirketi Wataniya’nın radyo frekanslarını iptal etmekle tehdit etti. Telekomünikasyon endüstrisi Filistin ekonomisinin temelini oluşturuyor. Tekel konumundaki PalTel Filistin borsasının yarısı değerinde.
‘Cep telefonu karşılığında kan dökmeye son’ söylemi Filistinliler için yeni bir ifade olabilir fakat onları uzun yıllar rehin alacağı üzücü bir gerçektir.
Gazze’nin acılarına sebep yalnızca cep telefonu şirketlerinin çıkarları değil. İşin aslı Oslo sonrası kültür, bir müteahhitler sınıfı ortaya çıkardı. Bu insanlar ya Filistin Yönetimi’nde veya el-Fetih’te ya da her ikisinde yer alan iş adamlarıydı. Veyahut da bu yönetimlerle ilişkisi olan kişilerdi. Oslo sonrasında Filistin’e akan milyarlarca dolar tutarındaki uluslararası yardım paraları özel banka hesaplarına yatırıldı. Para parayı çekti ve ithalat-ihracat şirketleri zehirli bir sarmaşık gibi işgal altındaki yoksul mülteci yerleşim bölgelerini sardı. İş adamları sınıfı hâlâ devrimci pozları kesiyor. Şu ana kadar Filistin toplumunun her tarafına burunlarını sokan bu kişiler şimdi de bu toplumu zehirlediler. Dile getirilmeyen çürüme sonucu bu sınıf İsrail’in dostu oldu ve böylelikle bu sınıfın işgal altındaki bölgelerdeki egemenliği sürekli hale geldi.
Filistin Yönetimi, İsrail’e korku yüzünden değil, işlerinin yani yardımların ve sözleşmelerin sona ermesi endişesiyle de boyun eğiyor. Bu çürüme Filistin coğrafyasıyla da sınırlı değil. Dolayısıyla Filistin Yönetimi yetkilileri bu utancı uluslararası seviyeye de taşıyorlar. ABD, Avrupa, Asya, Güney Amerika ve dünyanın diğer yerlerindeki milyonlarca insan Gazze ve oradaki mağdurlar için gösteriler yaparlarken Filistin otoritesini temsil eden bazı konsoloslar bu gösterilere katılmadılar. Bu diplomatlardan bazıları da düzenlenen forumlara kendi halkıyla uluslararası bir dayanışma oluşturmak için değil, orada bulunan Hamas üyesi Filistinlileri suçlamak için katıldılar.
Abbas’ın Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nde aldığı kararda Amerikan baskısını suçlu göstermek artık ikna edici değil. Hatta 74 yaşındaki yaşlı lideri istifaya çağırmak da pek gerçekçi değil. Abbas bencil, menfaatçi yani çürümüş bir kültürü temsil ediyor. O ayrıldıktan sonra yerine Muhammed Dahlan ya da Habbaş geçebilir. Bunlar da İsrail, Filistinlilerin evlerini ve okullarını bombalarken Filistinlilere Hamas’a isyan etmeleri çağrısında bulunuyorlardı.
Birleşmiş Milletler olayından sonra değişim çağrısında bulunan Filistinliler, Oslo kültürünü ve onun devrimci milyarderlerini, seçkinlerini, müteahhit sınıfını göz ardı etmemelidirler. Bu çürümüş kesime karşı acil bir alternatif üretilmeli. Siyonist işgal duvarı Batı Yaka’daki Filistin kentlerini, kasabalarını bölüp parçalıyor. Kuşatma altındaki Gazze yeni bir savaşın eşiğinde. Zaman azalmakta ve kolektif utancımız büyümekte.
Çev: Murat Yörükoğulları / Ahram Weekly, 15-21 Ekim 2009